deneme

1 Ağustos 2019 Perşembe

EMPERYALİZME BAĞIMLILIK VE S-400



S-400 VE EMPERYALİZME BAĞIMLILIK

Ahmet Kaplan 30 Temmuz 2019 tarihli sendika.org’da yayımlanan “S-400 krizi ve Türkiye’nin ABD’den bağımsızlığının sınırları” yazısında doğrunun yanı sıra yanlışı da savunuyor. Doğru bulduğum değerlendirmelerini bir paragrafta toplamış: 

S-400 meselesi üzerine yazı yazan hemen herkesin üzerinde birleştiği bir nokta, bu sorunun, ABD ile Türkiye arasında yaşamsal bir krize yol açtığıdır. Sağ ve soldan birçok yorumcu, Türkiye’nin ABD kampından Rusya ya da Avrasya kampına doğru yol aldığını iddia ediyorlar. Hatta hızını alamayan bazı solcu yazarlar S-400 alımının, Türkiye’nin ABD emperyalizminden kısmi de olsa kopuş anlamına geldiğini ve bu yüzden desteklenmesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Başka bazı yazarlar, bu sefer tam da sağdan, Türkiye’yi batı ittifakından kopardığı için S-400 alımına muhaliflik ediyorlar. Kürt hareketi çevresinden birçok yazar, Türkiye’nin S-400 alımı ile özellikle Kürtlere karşı ABD Rusya çelişkisine oynadığını iddia ediyorlar. Ancak bu yazarların hemen hepsinin birleştiği nokta şu; S-400 alımı Türkiye-ABD ilişkilerinde bir krize yol açıyor ve Türkiye’nin yönünü Batı kampından Rusya’ya ya da Avrasya’ya kaydırıyor. Tezleri ise Türkiye’nin ABD emperyalizminden bağımsız bir aktör olduğu yanlış varsayımı üzerinde yükseliyor”.

Arkasından, biraz da alaycı bir hava içinde (bence doğru) şunu yazıyor: “Eğer Türkiye ABD’den uzaklaşıyorsa bile Trump’ın bundan haberi olmadığı kesin...Eğer Türkiye ABD’den uzaklaşıyorsa bundan sadece Trump’ın değil ama ABD’nin başındaki diğerlerinin de haberi olmadığı kesin.”

Ama Türkiye, hiçbir zaman biz ABD’den uzaklaşıyorum demedi. Sadece ve sadece, ‘mademki öyle, bundan sonra kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz’ türünden açıklamalarda bulundu. Diktatör Erdoğan’ın söylemlerinin ana eksenini bu anlayış oluşturmaktadır. Türk burjuvazisinin yeni ulusal güvenlik konsepti bu anlayış üzerine kurulmuştur. (Bundan önceki makale; S-400 ve Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konsepti - Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konseptinde S-400’ün Yeri)

Türk burjuvazisinin ABD’den veya Batı dünyasından koptuğunu savunanlar gerçekten bir hayal dünyasında yaşıyorlar; Sovyetler Birliği’nin, onun güdümünde olan kampın dağılmasından sonra kafamızı emperyalist küreselleşme, yani sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, neoliberalizm o kadar meşgul etmiş ki, gözümüzün önünde dünyanın çok rekabet merkezli olduğunu göremiyoruz veya görüyoruz da bundan çıkartılması gereken sonuçları çıkartamıyoruz. Yeni gelişmeler, kalıplaşmış dünya görüşümüz dışında kalıyor; oraya sığmıyor. Ama şundan da eminim: 1990’lı yıllarda veya bu yüzyılın başında emperyalist burjuvazinin parlattığı bir post-marksist birkaç makalede ‘kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası hala geçerlidir, Türkiye ve benzeri ülkeler de dünya pazarlarında eski kapitalist/emperyalist ülkelerle rekabet etme gücüne sahiptirler’ deseydi şimdi bu S-400 olayını başka bir perspektiften hareketle tartışıyor olacaktık. Böyle birisi çıkmadı ve bizdeki “sol”ların analiz dünyası eskisi gibi kaldı. Ancak bu konuda Stalin’in bir değerlendirmesi var. Ona aşağıda geleceğiz.

Ahmet Kaplan, “Eğer Türkiye ABD’den uzaklaşıyorsa bile Trump’ın bundan haberi olmadığı kesin...Eğer Türkiye ABD’den uzaklaşıyorsa bundan sadece Trump’ın değil ama ABD’nin başındaki diğerlerinin de haberi olmadığı kesin.” derken “havuç-sopa” taktiğinin “havuç” kısmını öne çıkartıyor. “Sopa” kısmına, havada uçuşan tehditlere pek değinmiyor. Bu, aşağıda ele alacağımız “emperyalizm içsel bir olgudur” anlayışının bir sonucudur.

Ahmet Kaplan, S-400 olayını neredeyse sadece ABD-Türkiye arasında bir “küskünlüğe”, iki “dost” arasında bir kırgınlığa indirgiyor ve “haşin”, sürekli “kükreyen” ve “ey” çeken taraf, yani Türkiye karşısında ABD’nin ne denli olgun hareket ettiğini, Türkiye’ye sadece “havuç” sunduğunu göstermeye çalışırcasına şunu yazabiliyor:

Sonuçta S-400’ler gelmeye başladı ve beklendiğinin aksine ABD’nin tepkisi çok sınırlı oldu. ABD’den gelen mesajlar tüm olayın şimdilik F35 programındaki işbirliğinin (bitirilmesi bile değil) askıya alınması ile sınırlı kalınacağını gösteriyor. Dahası beklentilerin aksine CAATSA bağlantılı yaptırımlar giderek gündemden çıkıyor”.

Gerçekten de böyle mi? Türkiye bu silah sistemini Fransa’dan alsaydı ABD ile bu tartışmalar, restleşmeler olur muydu? Olmazdı. Ne de olsa Fransa’nın bu türden silah sistemi NATO veya Batı dünyası savunma sistemi için de geçerli.

Peki Rusya’dan alınca ne oluyor?
Bu silah sistemi alış verişinde görünürde üç oyuncu var. Ama aslında oyuncu sayısı iki: ABD ve Rusya. Her ikisi de farklı dünyaların, farklı kampların baş temsilcisi. Silahlanma ve silah sistemleri konusunda sosyalist Sovyetler Birliği, revizyonist Sovyetler Birliği ve Rusya ile ABD arasında birbirini dışlayan iki dünya temsiliyeti vardı, var. Nihayetinde alınan kalaşnikof mermisi değil. Burada söz konusu olan, hava savunmasında birbirini dışlayan iki hava savunma silah sistemi arasındaki rekabettir. Amerikan emperyalizmi coğrafyamızdaki mevcut hava savunma hakimiyetini, hem de NATO üyesi bir ülkede hava savunma hakimiyetini kaybetmek istemiyor.
Bunun ne anlama geldiği üzerine çok şey söylenebilir (1).

Ama birkaç cümleyle belirtecek olursak:
1-Bu silah sisteminin nerede konuşlandırılacağına bağımlı olarak Amerikan emperyalizminin ve dolayısıyla NATO’nun Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninde hava sahası kontrolü hakimiyeti yıkılır.

2-Özellikle Doğu Akdeniz başta olmak üzere Ege’de de Türkiye'nin baskısı artar; Rusya ile işbirliği durumunda Doğu Akdeniz’in enerji zenginliği üzerine Batılı emperyalist ülkerle rekabetin seyri değişebilir.

3- Türkiye’nin veya Anadolu coğrafyasının dünya jeopolitikasında stratejik konumundan Amerikan emperyalizminin yararlanma durumu ortadan kalkar. Bu bakımdan Türkiye’nin stratejik konumunun ne denli önemli olduğunu anlatmaya herhalde gerek yoktur (2).

Nasıl olur da Amerikan emperyalizmi, dünyanın bu baş talancısı, çıkarı için milyonları katleden, ülkeleri yakıp yıkan bu güç, böyle bir imkanın elinden çıkmasına izin verebilir?

ABD, işin sarpa sardığını görünce “havuç” taktiğine başvurmuştur. Tehditle fazla yol alamayacağını görmüştür. Tehdit ettikçe ve yaptırımların gündeme gelmesi durumunda Türkiye’nin elindeki kozları, örneğin İncirlik, masaya yatırabileceğini düşünmeye başlamıştır. Bu durumda kaybedenin her halükarda kendisi olacağını gören ABD havuca sarılmıştır.

Ahmet Kaplan ABD-Türkiye arasındaki ilişkilerin gerilmesini “danışıklı dövüş” veya “kayıkçı kavgası” olarak tanımlamasa da önemsizleştirmeye çalışıyor. Şöyle diyor: “Trump bırakın Türkiye ile çatışmayı, Türkiye ordusunu Fırat’ın doğusuna davet etmiş durumda. Bırakın Türkiye karşısında YPG’yi desteklemesini, önce Afrin’in Türkiye denetimine geçmesini kolaylaştırdı, Münbiç üzerinde Türkiye’nin veto yetkisi almasını sağladı ve YPG bölgesini Türk ordusunun denetimine terk etmeye karar vermiş durumda. Türkiye ise bırakın Rusya ile yakınlaşmayı, Suriye’de ÖSO’nun en büyük destekçisi ve koruyucusu hala Türkiye ve cihatçılara en büyük silah vb. yardımı Türkiye’den gidiyor. Ekonomik alanda ise, ABD’deki Halk Bankası davası çok hafif cezalarla kapanmış durumda.”

Tespitler genel hatlarıyla doğrudur. Soru şu: Peki, ABD bunu neden yapıyor? Neden Efrin’in işgaline göz yumdu, neden Münbiç üzerinde Türkiye’nin veto yetkisi almasını sağladı”, neden Fırat’ın doğusu üzerine pazarlık devam ediyor?

Bunun en fazlasıyla iki nedeni olabilir:
1-Türkiye, siyasi önderi diktatör Erdoğan vasıtasıyla ABD’yi tehdit etmiştir; Anadolu’da “çekilen” bir “ey” ABD’yi titretmiştir ve korkudan ne yapacağını bilemeyen ABD, Türkiye’ye Rojava’da, Suriye politikasında taviz vermiştir.

2-Türkiye, özellikle 15 Temmuz başarısız darbe girişiminden sonra, Rusya ile ilişkilerini geliştirmiş, Astana sürecinde, ABD’nin karşısında olan kampta yer almıştır. Bunun adı emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmaktır; ABD ve Rusya arasında Suriye eksenli Ortadoğu’da hakimiyet, hegemonya rekabetinde safını belirlemiştir. Rusya’da Türkiye gibi bir ülkeyi yanında görmenin, tutmanın bedelini ödemiştir ve ödemektedir.

Suriye eksenli politikada ne Rusya Türkiye’ye ne de Türkiye Rusya’ya güvenmektedir. Burası doğrudur, ama her ikisi de ABD’ye güvenmemekte ve Ortadoğu’da etkisizleştirilmesini istemektedir. Ortaklaştıkları nokta da budur.

Genel anlamda ve bölgemize özgü olarak emperyalistler arası çelişkileri analiz etmede yetersiz kalınmanın nedeni, soruna bakış perspektifinde aranmalıdır. Şunu düşünelim: Amerikan emperyalizmi hala Rusya’yı çevreleme stratejisinden vaz geçmiş değildir. Bu çevreleme Baltık Denizi’nden Bulgaristan’a kadar bir hat olarak geliyor. Rusya, bu çevreleme hattını, Türkiye ile ilişkilerini geliştirerek Anadolu coğrafyasında, dahası, Ortadoğu sahasında kesmiş olacak. Bunun ötesinde ABD’den uzaklaşan bir Türkiye, Rusya’nın sıcak denizlere inmesinde sorun çıkartmayacak. Yani Suriye politikası, Rojava ve S-400’ler de dahil hesap, sadece ABD-Türkiye veya Türkiye-Rusya ilişkisi ile sınırlı değildir. Hesap, her iki emperyalist gücün; dünya hakimiyeti için jeopolitika geliştirme ve uygulama yeteneğine sahip Amerikan ve Rus emperyalizminin küresel oyununun bir parçasıdır.

Hem ABD ve hem de Rusya, Türkiye ile ilişkilerine bu perspektif açısından bakıyorlar. Bunu görmüyor olabiliriz, sınıf düşmanını küçümseme anlayışı, onun politikasını analiz etmede gözümüzü kör edebilir. Ama bu, Türk burjuvazisinin her iki emperyalist güç arasındaki çelişkilerden yararlanıyor olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Ahmet Kaplan devamla şöyle diyor: S-400 alındı ama kullanılmayacak anlayışı aslında Türkiye’nin ABD’nin ne kadar denetiminde olduğunu gösteriyor. Türkiye ABD onayı olmadan istediği silahı alamıyor, olay bu. Alsa da kullanamıyor. Ve hala solda geniş bir kesim Türkiye’nin ABD’den bağımsız bir aktör olduğunda hemfikir. Türkiye’nin ABD karşısındaki bağımsızlığının sınırı ABD’nin izin verdiği kadardır.”

Sol” ile Ahmet Kaplan neyi kastediyor, bilemem, ama benim anladığım, kabul ettiğim “sol”da “Türkiye’nin ABD’den bağımsız bir aktör olduğunu” savunan yoktur. Aslında burada söz konusu olan, Türkiye’nin ABD’den bağımsız bir aktör olması değildir. Kim bunu neden tartışır, ayrı bir sorun.
Güncel olarak sorun şu: Alamaz, alamazsın dendi, aldı. Şimdi de kullanamaz, kullanamazsın deniyor. Şu anda henüz alamaz, alamazsın şaşkınlığı yaşanıyor. Kullanamaz, kullanamazsın aşamasına henüz daha gelmedik. O aşama için Suriye eksenli politikalardaki gelişme ve Doğu Akdeniz’deki “it dalaşı”nın seyri belirleyici olacaktır. Bekleyelim.

Ahmet Kaplan’ın yukarıya aktardığımız anlayışları neden savunduğunu soruna bakış perspektifinden anlıyoruz:
Aslında tüm mesele, yeni sömürgecilik ilişkilerini anlayamamaktan kaynaklanıyor. 1945 sonrası olan şey, basit bir Türkiye-Batı ittifakı değildi. Türkiye’nin ordusundan ekonomisine, dış politikasından iç politikasına, polisinden akademisine, tarımına, sanayileşme stratejisine kadar emperyalizmin denetimine girmesi demekti. Emperyalizmin içsel bir olgu olması sürecidir bu. Bu noktada emperyalizmi yok sayarak ne S-400 olayını ne yeni açılım sürecini ne iktisadi krizi ne başkanlık sistemini ne AB ile çelişkileri anlayabiliriz. Emperyalizmin içsel bir olgu olduğunu yok sayarak hiçbir şeyi anlayamayız.”

A. Kaplan’ın bu anlayışına tamamen katılıyorum, ama onun anladığı gibi değil. Çünkü bu, her dönem geçerli olan bir emperyalizm tanımlamasıdır. Ama bu tanımlama, A. Kaplan’ın savunduğu anlayışlarda da gördüğümüz gibi yanlış kavranmakta ve bu kavrayış da yanlış analizlere neden olmaktadır.

Emperyalizme bağımlılık, yeni sömürge olmak demek, bir ülkenin “ordusundan ekonomisine, dış politikasından iç politikasına, polisinden akademisine, tarımına, sanayileşme stratejisine kadar emperyalizmin denetimine girmesi demekti. Emperyalizmin içsel bir olgu olması sürecidir bu”.

Doğrudur. Geçen yüzyılın, emperyalist çağın başında yaşamıyoruz. Emperyalizm, dünya ekonomisinde, askeriyesinde, sanayisinde, tarımında, politikasında bağımlı ülkelerle ilişkinin binbir türünü geliştirdi. Ama emperyalist ülkeler arasında olduğu gibi, bağımlı, sömürge, yarı sömürge, yeni sömürge, gelişen ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki rekabeti; kapitalizme özgü, onun nesnel bir yasası olan eşitsiz gelişme yasasını ortadan kaldıramadı. Her ne kadar başlangıçta dünya ekonomisini kursa da, her bir ülke dünya ekonomisi denen o zincirin birer halkasını oluştursalar da ve bugün bu ülkelerin üzerinde sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasına bir avuç tekel yön verse de bu yasa; kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası yok olmamıştır. Bu yasanın işlerliğinin sonucudur ki, ülkeler arasında gelişme eşit değildir; bazıları birtakım olanaklardan yararlanarak daha hızlı gelişerek öndekilere yetişebilir ve onları geçebilirler.
Bu konuda Marksizm-Leninizmin emperyalizm üzerine değerlendirmeleri bilinmiyor değilidir. Bir örnek:
"...sömürge ve bağımlı ülkelerde pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet eden ve böylece pazarlar uğruna mücadeleyi keskinleştiren ve karmaşıklaştıran yerli, genç bir kapitalizmin doğması ve büyümesi..."(3).
Emperyalizm-sömürge/yarı sömürge/yeni sömürge/bağımlı ülke arasındaki ilişkileri istediğiniz gibi ve kadar dondurabilirsiniz ama Stalin’den aktardığımız anlayışın yaşanan gerçekliğin ifadesi olduğunu inkar edemezsiniz.

A. Kaplan’ın savunduğu emperyalizm içsel bir olgudur, anlayışı “içsel” gelişmeyi reddettiği için anti-leninist bir emperyalizm anlayışıdır. Tabii ki, emperyalizm, “ordusundan ekonomisine, dış politikasından iç politikasına, polisinden akademisine, tarımına, sanayileşme stratejisine kadar” girdiği ülkeyi denetimine alacaktır, “içsel bir oldgu” olacaktır. Ama bu içsel olgu olmak, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasını ortadan kaldırmıyor. Stalin, yukarıya aktardığımız anlayışında bir yandan emperyalizme bağımlılığı, onun içsel bir olgu olduğunu, ama aynı zamanda eşitsiz gelişme yasasının işlerliğinin doğrudan ifadesi olarak "...sömürge ve bağımlı ülkelerde pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet eden ve böylece pazarlar uğruna mücadeleyi keskinleştiren ve karmaşıklaştıran yerli, genç bir kapitalizmin doğması ve büyümesi"nden bahsediyor. Aksi taktirde dünya çapında eşitsizliğin, ülkeler arasında gelişmenin farklı oluğunun, dünü ve bugünüyle Hindistan’ın, G. Kore’nin, Brezilya’nın, Meksika’nın, Türkiye’nin, Endonezya’nın, Çin’in vb. ülkelerin izahı mümkün olamaz.

A. Kaplan, “emperyalizm içsel bir olgu“ olmuşturu yanlış anladığı için ‘bir kere emperyalizme bağımlıysan ve hele hele “emperyalizm içsel bir olgu” olduysa bu bağımlılıktan kurtulamasın; emperyalizm her şeye muktedirdir’ anlayışına varmaktadır.

Yanlış olan da bu. Bu anlayış eşitsiz gelişmeyi, rekabeti, kapitalizmin temel siyasi ve ekonomik yasalarının en önemlilerinden, onun varoluşunu sağlayan yasalarından eşitsiz gelişme ve rekabet yasasının doğrudan reddidir.

A. Kaplan’ın içselleşmiş emperyalizm kavrayışının iki anlamı olsa gerek; birincisi, ülkenin kendisi emperyalisttir. İkincisi de söz konusu ülke emperyalizmin, somutta da ABD’nin bir eyaletidir. Türkiye emperyalist ülke olmadığına göre, ABD’nin bir eyaletidir!

Emperyalistler arası ilişkilerde iki eğilim ve gelişmenin yönü:
A. Kaplan dünyanın halini anlamıyor; hala iki süper güçlü dünyada yaşadığımız varsayımından; koşullarından hareket ediyor.
Revizyonist Blokun yıkılmasından sonra emperyalist güçler arasındaki siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerin gelişmesini belirleyen yeni koşullar gündeme gelmiştir ve kapitalizmin genel krizinin başlamasından bu yana emperyalist güçler arasındaki söz konuşu ilişkilerin değişime uğramasını ilk
defa, salt kapitalist sisteme özgü yasallıklar belirlemektedir: Artık sistem olarak sosyalizm yok, artık sistem olarak revizyonizm yok ve uluslararası komünist hareket henüz belirleyici bir güç olmaktan uzak. Bütün bu faktörlerin sahneden çekildiği günümüzde emperyalist ülkeler arasındaki siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerin değişimini salt kapitalist sisteme özgü yasallıkların bir ifadesi olan, kapitalizmin eşit olmayan siyasi ve ekonomik gelişme yasası; rekabet belirlemektedir.

Burada üç süreç söz konusudur:

1- Ekim Devrimi'nden Kruşçev revizyonistlerinin siyasi iktidarı gasp ettikleri ve SB'de sosyalizmin yıkılmaya başladığı zamana kadar olan dönem.

2- Modem revizyonistlerin iktidara gelişlerinden Revizyonist Blokun yıkılışına kadar olan dönem.

3- Revizyonist Blokun yıkılmasından sonraki dönem.

Bugün üçüncü dönemde, Revizyonist Blokun yıkılmasından sonraki dönemde yaşıyoruz. Bu üç süreç boyunca emperyalistler arası ilişkilerde esas itibariyle iki eğilimin belirleyici olduğunu görüyoruz. Söz konusu süreçlerin her birinde somut tarihi koşullar, emperyalistler arası ilişkilerin hangi eğiliminin hakim olduğunu gösteriyor veya genel ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerin yönünü belirliyorlar (4).

Lenin şöyle diyor:
"... İki eğilim var: Bunlardan birisi bütün emperyalistlerin ittifakını kaçınılmaz yapıyor. Diğeri ise, bir emperyalisti diğerlerinin karşısına dikiyor. Hiçbirisi sağlam temele dayanmayan iki eğilim." (5)

Şimdi, "bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakı"nı zorunlu kılan, dolayısıyla bu ittifakı olanaklı hale getiren neden; önce sosyalist, sonra da modem revizyonist blok artık yok. Yani emperyalist koalisyonun maddi temeli ortadan kalktı, bununla birlikte de, birleştirici eğilimin maddi temeli ortada kalkmış oldu. Öyle ki bugün, Donald Trump başkanlığında Amerikan emperyalizmi, dünya politikasında, ekonomisinde ve askeriyesinde söz sahibi olan hiçbir emperyalist ülkeyi ne Rusya'ya ne de Çin'e karşı bir araya getirecek durumdadır.

İçinde bulunduğumuz bu süreç, kapitalist dünyanın değişimini yaşadığı, söz konusu eğilimlerin birisinden diğerine geçiyor olduğu süreçtir. Şimdi ve giderek daha şiddetli bir şekilde "bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakı"nı olanaksız kılan eğilim hakim olmaya başlamıştır. Yani "emperyalistlerin genel ittifakı", artık, "politikanın itici gücü" (Lenin) olmaktan çıkmaya başlamıştır. Çok rekabet merkezli dünya gerçeği bu olgudan hareketle açıklanabilir.

A. Kaplan ve diğerlerinin anlamadığı budur. Sanılıyor ki, hala, iki süper güçlü dünya döneminde olduğu gibi, ülkeler ya ABD veya da revizyonist Sovyetler Birliği eksenli olarak örgütlenmiş durumdalar. Sanılıyor ki, iki süper güçlü dünyaya özgü “baş” düşman tehdidi, rekabetin bastırılması hala geçerlidir. O zaman Varşova Paktı, Sovyet tehdidi ile ABD, NATO’yu ve başkaca örgütlenmeleri (örneğin o zamanki adıyla AET, bugün AB) ve ülkeleri kendine sıkıca bağlayabiliyordu. Bugün bu imkanlar ABD’nin elinde yok. Geriye sadece ve sadece zorbalık kalmıştır. ABD’nin yaptığı da budur.

Sonuç itibariyle:
Eşitsiz gelişme yasasının işlerliği sürekli etkili olmuştur. Bunun sonucu olarak geçen yüzyılın başında dünyayı talan eden birkaç emperyalist ülkenin dışında kalan, bir biçimde bağımsız birkaç ülkenin ötesinde kalanların sömürge, bağımlı olduğu dünyada devasa değişimler olmuştur. Bu değişimler sonucunda geriden gelen, bir zamanlar sömürge olan veya bağımlı, yeni sömürge olan çok sayıda ülke efendileriyle; eski emperyalist ülkelerle dünya pazarlarında rekabet edecek hale gelmişlerdir. Örnek mi istiyorsunuz? Güney Kore, Hindistan, Brezilya, Türkiye, Meksika, Endonezya, Güney Afrika veya bir bütün olarak BRICS ve MIST-ülkeleri. Salt bu örnekler, emperyalistliğin sadece belli ülkelerle sınırlı olmadığını, bu anlamda bu ülkelerle sınırlı bir mutlaklık olmadığını ve aynı zamanda yeni sömürge, bağımlı oluşun da sadece belli ülkelerle sınırlı olmadığını ve bu anlamda da mutlak olmadığını göstermektedir. Zaten kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının geçerliliğini bir biçimde yadsıyan, anlamayan, kaçınılmaz olarak bahsettiğimiz bu mutlaklaştırma dargörüşlülüğüne saplanır kalır. Ve bu saplantı içinde olanların sayısı hiç de az değildir. Bunların ezici çoğunluğu da Marksist-Leninist olduğunu iddia eden çevrelerde aranmalıdır.

Yine 1970'li yıllardan kalma emperyalizm anlayışına göre Türkiye'nin her bakımdan, ama genel anlamda ekonomik gelişme bakımından ne denli geri olduğunu söylemekten, yazıp çizmekten bir türlü usanmamıştık, yorulmamıştık. Hala bu anlayışta olan bir kısım Maocularımız yok değil. Ama bu anlayışta olmayanlar ne diyorlar? Türkiye'nin emperyalizme bağımlılığını, yeni sömürge oluşunu mutlaklaştırıyorlar. Bu ve benzeri anlayışta olanlar için kapitalizmde; emperyalist kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının, kapitalizmin bu nesnel yasasının hiçbir anlamı yok; varsa da Türk ekonomisi için bir anlamı yok. Türkiye'de kapitalist gelişme birikiminin sadece giderek artan bir nicel gelişmeler toplamı olmadığını; bu nicel gelişmelerin nitel dönüşüme yol açtığını; bu nedenle 1930'lu, '50'li, '70'li, '80'li vs. yıllardaki kapitalizmle bugünkü, diyelim ki 2000'den günümüze kadarki kapitalizmle benzerliğinden çok ayırt edici özelliklerinin olduğunu anlatamazsınız. 
 
Tek taraflı bağımlılığın yerini işbirliği alıyor:
Klasik sömürgecilik gibi yeni sömürgecilik de emperyalizme, uluslararası sermayeye tek yanlı bağımlılık demektir. Bu bağımlılık, emperyalistleşen ülkeler örneğinde görüldüğü gibi süreç içinde tek yanlı olmaktan çıkarak yerli ve uluslararası sermayenin iç içe geçmesine; birbirlerine karşılıklı nüfuz etmelerine dönüşüyor.

Bağımsızlaşmak bir süreçtir:
Bağımlı, yeni sömürge ülkelerin emperyalizmden bağımsızlaşmaları; kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri bir süreçtir. Kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası bu sürecin maddi zeminini oluşturur. Emperyalist sistemde bu sürecin önünü kesen en büyük engel, mevcut bağımlılık ilişkilerinin devamını isteyen emperyalist güçlerdir. Örneğin klasik emperyalist ülkeler, kendilerine bağımlı kıldıkları, yeni sömürge ilişkiler içinde tuttukları ülkelerin, aynı bağımlılık statüsünde kalmaları için askeri imkânlar da dahil her türden yol ve yöntemi denerler. Ama yeni sömürge ülke, gelişen sermayesine dayanarak, birtakım uluslararası ilişkileri kullanarak bu bağımlılık ilişkilerini aşmaya çalışabilir. Bu, buna yeltenen ülkenin siyasi ve ekonomik olarak belli bir güce sahip olduğu anlamına gelir. Böyle bir ülke, uluslararası sermaye ithal ederken, aynı zamanda sermaye ihraç ederek kendi çıkarları doğrultusunda dünya pazarlarında rekabet etmeye başlıyorsa, bu ülkeyi eski yeni sömürge bağımlılık ilişkileri içinde tutmak kolay olmayacaktır; bu türden ülkeler ile klasik emperyalist ülkeler arasında çatışma, gerginlik, keskinleşen çelişkiler; kendi çıkarına göre hareket etmek kaçınılmaz olacaktır. Bu, açık bir rekabettir. Emperyalistleşen ülkelerde sermaye, emperyalist sistem içinde ülkenin biçimsel siyasi bağımsızlığını kendi çıkarlarına tabi kılarak hareket eder. Böylesi ülkelerde yerli tekelci sermaye, rekabetten ziyade ortaklığın kendi çıkarlarına daha çok yarayacağı durumlarda devleti, yabancı sermaye; uluslararası tekelci sermaye ile birlikte kendi çıkarlarına tabi kılmaktan da çekinmez. Bu durumda devlet, bir taraftan yerli-yabancı ortaklığında sermayenin çıkarlarını korurken, aynı zamanda yerli sermayenin yurt dışında (sermaye ihracı) önünü açmak için yapılması gerekeni yapar. Türkiye'de yerli tekelci sermayenin ve devletin bunu yapmadığını söyleyebilir miyiz?

Türk burjuvazisi bölgesel güç olmakla yetinmeyeceğini sık sık dile getirmektedir. Batı emperyalizmine bağımlılığa son vermek için değil, eşit koşullarda ilişki kurmak istediğini de sürekli vurgulamaktadır. Ayrıca sermaye ve üretimin mevcut uluslararasılaşma aşamasında ülkelerin birbirinden bağımsızlığını dillendirmek, her halde saflık olmazsa açık bir aptallıktır. Bu nedenle
burada söz konusu olan Türkiye'nin emperyalizmden bağımsızlığı değil, kapitalist dünya ekonomisi içinde karşılıklı bağımlılığın nasıl ele alınacağıdır. Türk burjuvazisi açısından önemli olan bu. Bunu gerçekleştirmek için de önde gelen emperyalist ülkeler (ABD, AB'nin Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkeleri, Rusya, Çin) arasındaki keskinleşen çelişkilerden yararlanmaya çalışmaktadır. Türkiye jeopoltik konumundan dolayı bu emperyalist güçlerle pazarlık yapabilmektedir(6). Ortadoğu'daki, bugün özellikle Suriye sahasındaki gelişmeler bunu açıkça göstermektedir.

S-400 alımının sadece bir silah alımı olmadığını, buna hemen bütün emperyalist ülkelerin, yapılanmaların müdahil olduklarını (örneğin, AB, NATO, Almanya vs.), bunun da S-400 üzerinden emperyalistler arası çelişkileri keskinleştirdiğini, sorunun Türkiye ile sınırlı olmadığını görmek için dünyanın mevcut haline sadece Türkiye penceresinde bakmak yetmez. Hele hele Türk burjuvazisini alışageldiğimiz uşaklık ilişkilerine, o bağımlılık ilişkilerine göre değerlendirmek; yeni geliştirdiği ulusal güvenlik konseptini ciddiye almamak sorunu hiç anlamamak demektir.

*
Dipnotlar:
1)
- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I), 2 Eylül 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II),13 Ekim 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; MUSUL “SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12 Kasım 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV), 30 Aralık 2016.
- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son makale), 14 Mart 2017.

2) Bkz.: dipnot 1’deki makaleler

3)Stalin; XVI. Parti Kongresine Sunulan Siyasi Rapor; C.12, s. 217.

4) “EMPERYALİST KÜRESELLEŞME VE DEĞİŞEN GÜÇLER DENGESİ” kitabından (Töz yayınları, Ocak 2019):

Demek oluyor ki;
a- Emperyalist ülkeler arasındaki ilişkiler, bütün emperyalist ülkeler arasında gerçekleştirilen bir ittifaka doğru gelişebiliyor:

"Bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı, ekonomik kapitalist ittifaka dayanan bu ittifak, dünya tarihinin birçok büyük, gözde kesitlerinin kanıtladığı gibi, anavatan tanımayan, sermayenin savunulması için doğal ve kaçınılmaz olan ittifak, emekçilere karşı ittifakın korunmasını, bütün ülkelerin kapitalistlerinin birliğinin korunmasını, anavatanın çıkarlarını, halkın çıkarlarından daha üstün tutan ittifak...” (Lenin; Lenin; agk., s. 359/360.C. 27, "Dış Politika Üzerine Rapor").

"Tabii ki bu ittifak, eskiden olduğu gibi, kapitalist sistemin sonuna kadar karşı konulamaz gücüyle kendini geçerli kılacak temel ekonomik eğilimi olarak kalacaktır." (Lenin; C. 27, s. 363. "Dış Politika Üzerine Rapor").

b- Bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakını olanaksız kılan eğilim:
"Kapitalizmin bu temel eğiliminin (yukarıdaki alıntıda kastedilen eğilim -çn) bir istisnası... emperyalist savaşın, şimdi bütün dünyayı kendi aralarında paylaşmış olan emperyalist güçleri... birbirlerine düşman gruplara, düşman koalisyonlara bölmüş olmasıdır. Bu düşmanlık, bu mücadele, bu ölüm-kalım dalaşı, belli koşullarda bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakını olanaksız kılıyor" ve "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı... politikanın itici gücü..."
olmuyor (Lenin; agk., s. 359,360, 363).

Emperyalizmin tarihi, bu eğilimlerden hangisinin hangi nedenlerden dolayı esas yönü teşkil ettiğini, emperyalist ülkeler arasındaki ittifakların, hangi biçimde, derinlikte ve kapsamda olursa olsun, emperyalist ülkeler arasındaki çatışmaları, savaşları, rekabeti engelleyemediğini göstermektedir.
"Çünkü kapitalizm koşullarında sömürgelerin, çıkar ve nüfuz alanlarının vs. paylaşımı için katılanların gücünden, genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir şey düşünülemez. Ama katılanların gücü, dengesiz değişir. Çünkü kapitalizm koşullarında tek tek işletmelerin, tröstlerin, sanayi dallarının ve ülkelerin eşit bir gelişmesi olamaz." (Lenin; C. 22, s. 300, "Emperyalizm...").
"Bunun için 'emperyalistler arası' veya 'ultra-emperyalist' ittifaklar, kapitalist gerçeklikte... hangi biçime bürünürlerse bürünsünler, ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı birleşmesi, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak olsun, bunlar, kaçınılmaz olarak, savaşlar arasındaki dönemlerde bir 'nefes alma' olmaktan başka bir şey değildir. Barışçıl ittifaklar, savaşlara zemin hazırlarlar ve savaşlardan doğarlar, tek veya aynı temel üstünde dünya ekonomisinin ve dünya siyasetinin emperyalist bağ ve ilişkileri temeli üstünde barışçıl ve barışçıl olmayan mücadelenin değişken biçimlerini doğurarak bir ötekini koşullandırırlar" (Lenin; agk., s. 301).

5) Lenin; C. 27, s. 363. "Dış Politika Üzerine Rapor".

6) “EMPERYALİST KÜRESELLEŞME VE DEĞİŞEN GÜÇLER DENGESİ” kitabından (Töz yayınları, Ocak 2019):
JEOPOLİTİKA VE TÜRKİYE’NİN KONUMU – COĞRAFYANIN İNTİKAMI:
Türk ekonomisi ve burjuvazisi, emperyalizme bağımlıdır esprisiyle artık durdurulamıyor. Evet, Türk ekonomisi ve burjuvazisi emperyalizme bağımlıdır. Bunu tartışan yok. Ama söz konusu olan nasıl bir bağımlılıktır. Türkiye'de öyle, genel hatlarıyla 1950-2000 arasında bildiğimiz ve sürekli savunduğumuz anlamda emperyalizme bağımlı bir ekonomiden ve burjuvaziden bahsedemeyiz artık. Türk burjuvazisi, sermaye ihraç eden burjuvazi konumundadır. Sadece bölgesel değil, aynı zamanda uluslararası alanda ‚girip çıkmadığı‛ ülke kalmamıştır. Dünya ekonomik güç sıralamasında ilk 16-17 arasında yer alan bir ekonomidir. Ürettiği için de oldukça dinamik ülkelerden biridir.

Her halükarda Türk burjuvazisi, ekonomik gücüne dayanarak bölgesel dengelerde; jeopolitik gelişmelerde artık kesinlikle hesaba katılması gereken bir güç olduğunu ‚Mısır'daki sağır sultana‛ da duyurmuştur ve kendi çıkarları doğrultusunda adım atacağını göstermiştir. Bunun anlamı şudur: Erdoğan, Amerikan emperyalizminin Türkiye'de iktidara taşıdığı, iktidara gelmesinin yolunu açtığı ‚sevimli‛ Erdoğan olmaktan artık çıkmıştır. Bu oyunda Türkiye olarak biz de varız; jeopolitik değişimlere ancak ve ancak bizim çıkarlarımız da göz önünde tutulursa razı oluruz, oyunculuk görevimizi yerine getiririz demeye başlamıştır.
Tabii bunda iktidarda kimin olduğundan tamamen bağımsız olarak Türkiye'nin jeopolitik konumu da bağlayıcı önemde bir rol oynamaktadır.

Yaşadığımız coğrafya ‘belalı’ bir coğrafyadır. Doğru analiz edilmeyen bir coğrafyanın intikamı korkunç olur. Oldukça zor bir coğrafyada yaşıyoruz.
Tarihi boyunca Türk burjuvazisinin -diyelim ki Osmanlı devletinin parçalanmasından bugüne kadar- jeopolitik anlayışı üzerine kapsamlı bir çalışmanın gerekli olduğunu sürekli belirtelim. Böyle bir çalışma neden gereklidir diye soracak olursak, bunun cevabı devrim yapma iddiasında aranmalıdır. Yani yıkmayı hedeflediğin gücün, hakim sınıfın durumunu somut analiz yerine genel olarak emperyalizme bağımlılıkla açıklamak, yıkmak istediğin iktidarı, hakim sınıfı küçümsemek, onun nesnel gerçekliğini görememek anlamına gelir.136 | Toplumların geleceğinde coğrafyanın oynadığı rol küçümsenemez. Coğrafya toplumların kültürünü, giyimini, mimarisini, müziğini, ticaretini; genel anlamda ekonomisini, ruhsal şekillenmesini, iktidarların politikasını vs. belirlemede ve bunların oluşumunda çok çok önemlidir. Bu coğrafyada yaşamak, devlet olarak var olmak kolay değildir. Devrim de yapsak, sosyalizmi de kursak, kapitalist çevre var olduğu müddetçe bu coğrafyanın ‘belalı’ jeopolitik özelliğinden kurtulamayacağız. Dünya ve bölgesel hakimiyete oynayan hiçbir güç, bu coğrafyada kendi çıkarlarının gerçekleşmesi doğrultusunda oynamayan bir gücü istemez. Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisi bu jeopolitik oyunu dünya ve bölgesel hakimiyet için rekabet eden şu veya bu gücün çıkarları için değil de, kendi çıkarları için oynayacağını; kendi çıkarlarını da gözeten bir oyun içinde olacağını daha açık bir biçimde ifade edemezdi.

Diktatör Erdoğan'ı vazgeçilemez kılan nedir? 14 senelik iktidarı döneminde Erdoğan'ı iki kere vazgeçilemez ve bir kere de vazgeçilir kılan neydi?
Burada Erdoğan'ın demokrat, diktatör, geçinilmesi zor, dik kafalı olup olmaması hiç önemli değil. Önemli olan, Batı'nın çıkarlarını savunup savunmadığıdır, Batı'nın belirlediği kurallar içinde hareket edip etmediğidir, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin belirlediği oyunu kurallarına göre oynayıp oynamadığıdır. İktidara geldiğinde belli bir dönem buna dikkat etti. Ne de olsa ‘demokrasi’ otobüsüne binmişti; reformlardan, Kürt gerçekliğini kabulden, bu sorunun çözümünden bahsediyordu, öyle ki, birtakım aklı evvel avanak takımını ‚yetmez ama evet‛ dedirtecek duruma getirmişti ve ineceği durağı da kendisi belirleyecekti. Öyle de oldu. Ortadoğu politikasına fazlaca karışmaya, dünya 5'ten büyüktür demeye; bir bütün olarak başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin çıkarlarına ters düşen adımlar atmaya başlayınca işler değişti. Buna Türkiye'de artan baskı ve Kürt ulusunu inkâr ve katletme politikasını da eklersek, Erdoğan'ın ‘demokrasi’ otobüsünden inmiş olduğunu görürüz. ABD ve AB açısından Erdoğan, artık, bir biçimde gitmelidir. Demokratik yolla gitmeyeceği için zorla gönderilmelidir.

Darbe girişimi bunun içindi. Olmadı. Beklenenin tam tersi oldu. Erdoğan, 15 Temmuz'dan sonra 14 Temmuz öncesindeki gibi hareket edilinemeyeceğini, en azından kendisinin öyle hareket etmeyeceğini açıklayarak yeniden ‚demokrasi‛, bütün toplumu kapsayıcı olma otobüsüne bindiğini ilan etmişti.
Bu otobüs aynı zamanda onun için bir de Atatürk otobüsüydü.
Peki, neden istenmeyen durumuna geldi, ondan neden nefret ediyorlar veya etmek zorundalar? Bu, Erdoğan'dan kaynaklanmıyor. Bunu yaptıran emperyalist çıkarlar-coğrafya diyalektiğidir. Emperyalizm bölgemizde çıkarlarını gerçekleştirmek ve sürekli kılmak için öncelikle Türkiye coğrafyasını ekonomik, siyasi ve askeri olarak sürekli, değişen koşullara göre yeniden dizayn etmesi gerektiğini çok iyi bilmektedir.

Şimdi bu ‘belalı’ coğrafyanın söz konusu o özelliklerini daha önce yayınlanmış bir makaleden aktaralım:

Belalı” Coğrafya:

Türkiye coğrafyası veya Misak-ı Milli sınırlarını kapsayan coğrafya, dünya coğrafyasında eşi olmayan bir coğrafyadır. Yerküreyi göz önüne getirelim; kıtaların yer aldığı bir haritaya bakalım veya her bir ülkeye ve kıtalara, bölgelere bakalım. Hiçbir yerde coğrafyamızın sahip olduğu stratejik önemde başka bir kara parçası bulamazsınız. Bu coğrafyayı bu denli önemli yapan, onun önemli olmasını güçlendiren, dünya hegemonyası iddiasında olan güçlerin rekabetidir. Anadolu coğrafyasının bu özelliği yeni, emperyalizm çağına özgü değildir. Sınıflı toplumların ortaya çıkmasından bu yana bu böyledir.

Açıklayalım:
1-Türkiye coğrafyasını merkez alırsanız doğrudan üç kıtaya (Avrupa, Asya ve Afrika) ulaşabilirsiniz.

2-Türk burjuvazisi, jeopolitik açılımında hakimiyet alanı olarak gördüğü bölgelere doğrudan ulaşabilmektedir (Ortadoğu, Hazar Havzası ve Balkanlar).

3- Türkiye coğrafyası, emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği bölgeler, dünya hegemonyası iddiasında olan emperyalist ülkelerin geliştirdikleri jeopolitik açılım bakımından ateş çemberinin veya Hazar Havzası, Ortadoğu ve Balkanlar'dan oluşan üçgenin ortasında yer almaktadır:

-Balkanlarda AB-Rusya, ABD-Rusya, AB-ABD ve Türkiye arasındaki çelişkiler, her ne kadar bugün uyutuluyorsa da biraz kaşımakla her an patlak verebilir ve keskinleşebilir özellikte olan çelişkilerdir.

-Kafkasya/Hazar Havzasında ABD-Rusya, AB-Rusya, Türkiye-İran arasındaki rekabet sonlanmamıştır. Çeçenistan-Rusya ve Gürcistan-Rusya savaşlarından sonra bu bölgedeki rekabet ‘barışçıl’ yöntemlerle sürdürülmektedir. Bu bölgede emperyalistler arası hesaplaşma sonlanmış olmaktan çok uzaktır.

-Ortadoğu'nun durumu belli; ABD-Rusya, ABD-İran, Türkiye-İran ve diğer bölge ülkeleri arasındaki çıkar çatışmaları vekalet savaşı boyutlarında sürmektedir. Ortadoğu'nun haritası, bu çelişkilerin/çatışmaların nasıl sonuçlanacağına bağlı olarak yeniden şekillendirilecektir.

4-Türkiye coğrafyası, Türk burjuvazisinin üç kıtaya doğrudan ulaşmasına imkân vermesinin ötesinde Okyanuslara açılmasını da mümkün kılan bir coğrafyadır. Cebelitarık Boğazı üzerinden
Atlantik Okyanusu'na ve Süveyş Kanalı üzerinden de Hint Okyanusu’na açılan bir coğrafya.

5-Ticari ulaşım bakımından:
Türkiye coğrafyası, doğuyu batıya (Asya'yı Avrupa'ya) kuzeyi güneye (Rusya'yı Akdeniz'e ve okyanuslara) bağlayan kavşaktır. Burada söz konusu olan, özellikle kara ve deniz yollarıdır (karayolu, demiryolu, deniz ulaşımı ve boru hatları).

Dünya çapında enerji (petrol ve doğal gaz) kaynaklarının % 70’i Türkiye coğrafyasının etrafında yer almaktadır. Bu enerjinin çıkarımı ve dünya pazarlarına sevkıyatı üzerine rekabet henüz sonlanmamıştır. Sevkıyat konusunda emperyalistler arası rekabet; Batı'nın, Rus emperyalizmini dışlayarak bu enerjiyi dünya pazarlarına ulaştırma çabaları Türkiye'yi önemli kılmaktadır. Türkiye, aynı zamanda Rus doğal gazının Avrupa'ya sevkıyatı için de önemli bir güzergahtır. ‚Türk Akımı‛ boru hattının inşası bunu gösteriyor. Bu durum, bu coğrafyanın hem ABD-AB merkezli hem de Rusya merkezli sermaye açısından, enerji sevkıyatı konusunda oldukça önemli bir geçiş güzergâhı olduğunu göstermektedir.

5- İşbirliği veya müttefiklik ilişkilerinin olmadığı koşullarda Türkiye coğrafyası, Rusya'nın Güneye (Akdeniz yönü) açılması önünde fiziki bir engeldir. Aynı zamanda AB'nin (üyesi olan Almanya, Fransa ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerin) Balkanlar üzerinden Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzasına açılması önünde fiziki bir engeldir.

6-Doğu Akdeniz'de bulunan enerji kaynakları üzerine rekabet de Türkiye coğrafyasını önemli kılmaktadır. Kaynakların paylaşılması üzerine rekabetin yanı sıra üretilen enerjinin Avrupa pazarlarına taşınması bakımından Türkiye coğrafyası tartışmasız avantajlara sahiptir.

Bütün bu nedenler Türkiye coğrafyasını veya Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasını benzersiz ‘belalı’ bir coğrafya yapmaktadır. Ne İran ne Yunanistan, bağımsız olsa ne Kürdistan ve ne de Suriye, Irak tek başına bu özelliklere sahiptir.

Stratejik derinliği olan bu coğrafyada Türk burjuvazisi var olabilmek için AKP iktidarına kadar iki yol izlemiştir.

Birinci yol: Kemalist burjuvazinin iktidarda olduğu dönemde devletin, hiçbir ülkeyle bağımlılık ilişkisini beraberinde getiren ekonomik, siyasi ve askeri anlaşma imzalamadığını görüyoruz.
Bu anlaşmalar teker teker incelenirse, bağımlılığı beraberinde getiren maddelerin olmadığı görülür. Bu anlaşmalar, bağımlılığı beraberinde getirmeyen uluslararası ilişkiler, Kemalist burjuvazinin hem Batı'yla hem de Sovyetler Birliği ile (yeni oluşmaya başlayan sosyalist sistemle) dengeli, her iki taraf arasındaki çelişkilerden yararlanmayı amaç edinen bir dış politika izlediğini göstermektedir. Kemalist burjuvazinin bu politikasında başarısız olduğu söylenemez.

İkinci yol: II. Dünya Savaşından sonra dünya koşulları yeniden değişti ve Türkiye, Sovyet ‘tehdidi’ne karşı varlığını Batı ittifakında yer almakta gördü. Yaklaşık 2000'e kadar devam eden bu süreçte Türk burjuvazisi, dünya politikasında, ekonomisinde ve askeriyesinde Batılı müttefiklerine yaslanarak, onların çıkarlarını savunarak veya onların çıkarlarından farklı düşünmeyerek ayakta kaldı.

Yeni yol/Üçüncü yol: AKP'nin iktidara gelmesi ve ekonomik alanda Türk burjuvazisinin kendini güçlü hissetmesi, en azından bölgesel güç olmasının kabul görmesi, sonuç itibariyle Türk burjuvazisinde jeopolitik eğilimlerin gelişmesini beraberinde getirmiştir. A. Davutoğlu'nun bu alandaki çalışması (Stratejik Derinlik) Tür burjuvazisinin jeopolitik açılımı için bir
örnektir.

AKP ile Türkiye-Batı arasındaki siyasi, ekonomik, askeri ilişkiler, eskisi gibi -ikinci yol dönemindeki gibi yürümemeye başlamıştır. Örneğin üç konuda aynı görüşte olsalar, bir veya iki konuda farklı görüşte oluyorlar ve bunu da açıkça dile getiriyorlar. Bu bir çıkarlar çatışmasıdır. Bu dönemde Türkiye, emperyalizme bağımlılığı, müttefiklik ilişkilerini farklı yorumla-
maya başlıyor.

Bu değişimin adını ne koyarsak koyalım; isterseniz buna ‚yalancı pehlivanlık‛, ‘adamın burnunu sürterler’, ‚emperyalizm buna asla müsaade etmez‛, ‚bir defa bağımlı sürekli bağımlı‛ diyelim veya başka tanımlamalar kullanalım. Esas olan şudur: Türk burjuvazisi ve sermayesi, II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan siyasi ve ekonomik kalıplar çerçevesinde salt Batılı emperyalist ülkelerin ve sermayesinin çıkarları doğrultusunda hareket etme anlayışında değildir. Türkiye-Batı; ABD-Türkiye, AB-Türkiye arasındaki şu veya bu konuda sık sık gündeme gelen karşılıklı tehditler, çelişkiler, ‘hır- gür’ler bunun açık bir ifadesidir.

Emperyalist güçler, Türkiye ile ilişkilerin 1950'lerden bu yana süregelen bağımlılık ilişkileri çerçevesinde sürüdürülemeyeceğini biliyorlar. Türk burjuvazisi de eskisi gibi her şeye boyun eğmiyor. Bunun Erdoğan'ın çıkışlarıyla, ‚kükremesi‛yle bir ilişkisi yok. Başka birisi de olsa, Türk sermayesinin çıkarlarını savunmak zorunda kalacaktı, aksi taktirde iktidar olamazdı. Dolayısıyla sorun olan, yeni bir düzeyde bağımlılık ilişkilerinin şekillendirilmesidir. Çatışmanın; Türkiye-ABD, Türkiye-AB ilişkilerinde bazı konularda farklı yerlerde durmanın nedeni budur.

Yeni yol/Üçüncü yol, diktatör Erdoğan önderliğinde Türk tekelci burjuvazisinin kendini emperyalist güçlere eski bağımlılık ilişkilerine göre hareket etmeyeceğini kabul ettirme yoludur.
Türkiye üzerine değerlendirmelerde coğrafyanın stratejik özelliği ve Türk burjuvazisinin, ekonomisinin gelişmişlik durumu göz önünde tutulmalıdır. Kapitalizm; rekabet, eşitsiz gelişme koşullarında coğrafyamızın bahsettiğim bu özelliği değişmez. Rekabet eden güçlerin değişmesi de bu coğrafyanın özelliğini yitirmesine neden olmaz.