S-400
VE EMPERYALİZME BAĞIMLILIK
Ahmet
Kaplan 30 Temmuz 2019 tarihli sendika.org’da yayımlanan “S-400
krizi ve Türkiye’nin ABD’den bağımsızlığının sınırları”
yazısında doğrunun yanı
sıra yanlışı da savunuyor. Doğru
bulduğum değerlendirmelerini bir paragrafta
toplamış:
“S-400
meselesi üzerine yazı yazan hemen herkesin üzerinde birleştiği
bir nokta, bu sorunun, ABD ile Türkiye arasında yaşamsal bir krize
yol açtığıdır. Sağ ve soldan birçok yorumcu, Türkiye’nin
ABD kampından Rusya ya da Avrasya kampına doğru yol aldığını
iddia ediyorlar. Hatta hızını alamayan bazı solcu yazarlar S-400
alımının, Türkiye’nin ABD emperyalizminden kısmi de olsa kopuş
anlamına geldiğini ve bu yüzden desteklenmesi gerektiğini ileri
sürüyorlar. Başka bazı yazarlar, bu sefer tam da sağdan,
Türkiye’yi batı ittifakından kopardığı için S-400 alımına
muhaliflik ediyorlar. Kürt hareketi çevresinden birçok yazar,
Türkiye’nin S-400 alımı ile özellikle Kürtlere karşı ABD
Rusya çelişkisine oynadığını iddia ediyorlar. Ancak bu
yazarların hemen hepsinin birleştiği nokta şu; S-400 alımı
Türkiye-ABD ilişkilerinde bir krize yol açıyor ve Türkiye’nin
yönünü Batı kampından Rusya’ya ya da Avrasya’ya kaydırıyor.
Tezleri ise Türkiye’nin ABD emperyalizminden bağımsız bir aktör
olduğu yanlış varsayımı üzerinde yükseliyor”.
Arkasından,
biraz da alaycı bir hava içinde (bence doğru) şunu yazıyor:
“Eğer Türkiye ABD’den uzaklaşıyorsa bile Trump’ın bundan
haberi olmadığı kesin...Eğer Türkiye ABD’den uzaklaşıyorsa
bundan sadece Trump’ın değil ama ABD’nin başındaki
diğerlerinin de haberi olmadığı kesin.”
Ama
Türkiye, hiçbir zaman biz ABD’den uzaklaşıyorum demedi. Sadece
ve sadece, ‘mademki öyle, bundan sonra kendi göbeğimizi kendimiz
keseceğiz’ türünden açıklamalarda bulundu. Diktatör
Erdoğan’ın söylemlerinin ana eksenini bu anlayış
oluşturmaktadır. Türk burjuvazisinin yeni ulusal güvenlik
konsepti bu anlayış üzerine kurulmuştur. (Bundan önceki makale;
S-400 ve Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konsepti - Türk
Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konseptinde S-400’ün Yeri)
Türk
burjuvazisinin ABD’den veya Batı dünyasından koptuğunu
savunanlar gerçekten bir hayal dünyasında yaşıyorlar; Sovyetler
Birliği’nin, onun güdümünde olan kampın dağılmasından sonra
kafamızı emperyalist küreselleşme, yani sermaye ve üretimin
uluslararasılaşması, neoliberalizm o kadar meşgul etmiş ki,
gözümüzün önünde dünyanın çok rekabet merkezli olduğunu
göremiyoruz veya görüyoruz da bundan çıkartılması gereken
sonuçları çıkartamıyoruz. Yeni gelişmeler, kalıplaşmış
dünya görüşümüz dışında kalıyor; oraya sığmıyor. Ama
şundan da eminim: 1990’lı yıllarda veya bu yüzyılın başında
emperyalist burjuvazinin parlattığı bir post-marksist birkaç
makalede ‘kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası hala geçerlidir,
Türkiye ve benzeri ülkeler de dünya pazarlarında eski
kapitalist/emperyalist ülkelerle rekabet etme gücüne sahiptirler’
deseydi şimdi bu S-400 olayını başka bir perspektiften hareketle
tartışıyor olacaktık. Böyle birisi çıkmadı ve bizdeki
“sol”ların analiz dünyası eskisi gibi kaldı. Ancak bu konuda
Stalin’in bir değerlendirmesi var. Ona aşağıda geleceğiz.
Ahmet
Kaplan, “Eğer Türkiye ABD’den uzaklaşıyorsa bile Trump’ın
bundan haberi olmadığı kesin...Eğer Türkiye ABD’den
uzaklaşıyorsa bundan sadece Trump’ın değil ama ABD’nin
başındaki diğerlerinin de haberi olmadığı kesin.” derken
“havuç-sopa” taktiğinin “havuç” kısmını öne
çıkartıyor. “Sopa” kısmına, havada uçuşan tehditlere pek
değinmiyor. Bu, aşağıda ele alacağımız “emperyalizm içsel
bir olgudur” anlayışının bir sonucudur.
Ahmet
Kaplan, S-400 olayını neredeyse sadece ABD-Türkiye arasında bir
“küskünlüğe”, iki “dost” arasında bir kırgınlığa
indirgiyor ve “haşin”, sürekli “kükreyen” ve “ey”
çeken taraf, yani Türkiye karşısında ABD’nin ne denli olgun
hareket ettiğini, Türkiye’ye sadece “havuç” sunduğunu
göstermeye çalışırcasına şunu yazabiliyor:
“Sonuçta
S-400’ler gelmeye başladı ve beklendiğinin aksine ABD’nin
tepkisi çok sınırlı oldu. ABD’den gelen mesajlar tüm olayın
şimdilik F35 programındaki işbirliğinin (bitirilmesi bile değil)
askıya alınması ile sınırlı kalınacağını gösteriyor.
Dahası beklentilerin aksine CAATSA bağlantılı yaptırımlar
giderek gündemden çıkıyor”.
Gerçekten
de böyle mi? Türkiye bu silah sistemini Fransa’dan alsaydı ABD
ile bu tartışmalar, restleşmeler olur muydu? Olmazdı. Ne de olsa
Fransa’nın bu türden silah sistemi NATO veya Batı dünyası
savunma sistemi için de geçerli.
Peki
Rusya’dan alınca ne oluyor?
Bu
silah sistemi alış verişinde görünürde üç oyuncu var. Ama
aslında oyuncu sayısı iki: ABD ve Rusya. Her ikisi de farklı
dünyaların, farklı kampların baş temsilcisi. Silahlanma ve silah
sistemleri konusunda sosyalist Sovyetler Birliği, revizyonist
Sovyetler Birliği ve Rusya ile ABD arasında birbirini dışlayan
iki dünya temsiliyeti vardı, var. Nihayetinde alınan kalaşnikof
mermisi değil. Burada söz konusu olan, hava savunmasında birbirini
dışlayan iki hava savunma silah sistemi arasındaki rekabettir.
Amerikan emperyalizmi coğrafyamızdaki mevcut hava savunma
hakimiyetini, hem de NATO üyesi bir ülkede hava savunma
hakimiyetini kaybetmek istemiyor.
Bunun
ne anlama geldiği üzerine çok şey söylenebilir (1).
Ama
birkaç cümleyle belirtecek olursak:
1-Bu
silah sisteminin nerede konuşlandırılacağına bağımlı olarak
Amerikan emperyalizminin ve dolayısıyla NATO’nun
Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninde hava sahası
kontrolü hakimiyeti yıkılır.
2-Özellikle
Doğu Akdeniz başta olmak üzere Ege’de de Türkiye'nin baskısı
artar; Rusya ile işbirliği durumunda Doğu Akdeniz’in enerji
zenginliği üzerine Batılı emperyalist ülkerle rekabetin seyri
değişebilir.
3-
Türkiye’nin veya Anadolu coğrafyasının dünya jeopolitikasında
stratejik konumundan Amerikan emperyalizminin yararlanma durumu
ortadan kalkar. Bu bakımdan Türkiye’nin stratejik konumunun ne
denli önemli olduğunu anlatmaya herhalde gerek yoktur (2).
Nasıl
olur da Amerikan emperyalizmi, dünyanın bu baş talancısı, çıkarı
için milyonları katleden, ülkeleri yakıp yıkan bu güç, böyle
bir imkanın elinden çıkmasına izin verebilir?
ABD,
işin sarpa sardığını görünce “havuç” taktiğine
başvurmuştur. Tehditle fazla yol alamayacağını görmüştür.
Tehdit ettikçe ve yaptırımların gündeme gelmesi durumunda
Türkiye’nin elindeki kozları, örneğin İncirlik, masaya
yatırabileceğini düşünmeye başlamıştır. Bu durumda
kaybedenin her halükarda kendisi olacağını gören ABD havuca
sarılmıştır.
Ahmet
Kaplan ABD-Türkiye arasındaki ilişkilerin gerilmesini “danışıklı
dövüş” veya “kayıkçı kavgası” olarak tanımlamasa da
önemsizleştirmeye çalışıyor. Şöyle diyor: “Trump bırakın
Türkiye ile çatışmayı, Türkiye ordusunu Fırat’ın doğusuna
davet etmiş durumda. Bırakın Türkiye karşısında YPG’yi
desteklemesini, önce Afrin’in Türkiye denetimine geçmesini
kolaylaştırdı, Münbiç üzerinde Türkiye’nin veto yetkisi
almasını sağladı ve YPG bölgesini Türk ordusunun denetimine
terk etmeye karar vermiş durumda. Türkiye ise bırakın Rusya ile
yakınlaşmayı, Suriye’de ÖSO’nun en büyük destekçisi ve
koruyucusu hala Türkiye ve cihatçılara en büyük silah vb.
yardımı Türkiye’den gidiyor. Ekonomik alanda ise, ABD’deki
Halk Bankası davası çok hafif cezalarla kapanmış durumda.”
Tespitler
genel hatlarıyla doğrudur. Soru şu: Peki, ABD bunu neden yapıyor?
Neden Efrin’in işgaline göz yumdu, neden “Münbiç
üzerinde Türkiye’nin veto yetkisi almasını sağladı”,
neden Fırat’ın doğusu üzerine pazarlık devam ediyor?
Bunun
en fazlasıyla iki nedeni olabilir:
1-Türkiye,
siyasi önderi diktatör Erdoğan vasıtasıyla ABD’yi tehdit
etmiştir; Anadolu’da “çekilen” bir “ey” ABD’yi
titretmiştir ve korkudan ne yapacağını bilemeyen ABD, Türkiye’ye
Rojava’da, Suriye politikasında taviz vermiştir.
2-Türkiye,
özellikle 15 Temmuz başarısız darbe girişiminden sonra, Rusya
ile ilişkilerini geliştirmiş, Astana sürecinde, ABD’nin
karşısında olan kampta yer almıştır. Bunun adı emperyalistler
arası çelişkilerden yararlanmaktır; ABD ve Rusya arasında Suriye
eksenli Ortadoğu’da hakimiyet, hegemonya rekabetinde safını
belirlemiştir. Rusya’da Türkiye gibi bir ülkeyi yanında
görmenin, tutmanın bedelini ödemiştir ve ödemektedir.
Suriye
eksenli politikada ne Rusya Türkiye’ye ne de Türkiye Rusya’ya
güvenmektedir. Burası doğrudur, ama her ikisi de ABD’ye
güvenmemekte ve Ortadoğu’da etkisizleştirilmesini istemektedir.
Ortaklaştıkları nokta da budur.
Genel
anlamda ve bölgemize özgü olarak emperyalistler arası çelişkileri
analiz etmede yetersiz kalınmanın nedeni, soruna bakış
perspektifinde aranmalıdır. Şunu düşünelim: Amerikan
emperyalizmi hala Rusya’yı çevreleme stratejisinden vaz geçmiş
değildir. Bu çevreleme Baltık Denizi’nden Bulgaristan’a kadar
bir hat olarak geliyor. Rusya, bu çevreleme hattını, Türkiye ile
ilişkilerini geliştirerek Anadolu coğrafyasında, dahası,
Ortadoğu sahasında kesmiş olacak. Bunun ötesinde ABD’den
uzaklaşan bir Türkiye, Rusya’nın sıcak denizlere inmesinde
sorun çıkartmayacak. Yani Suriye politikası, Rojava ve S-400’ler
de dahil hesap, sadece ABD-Türkiye veya Türkiye-Rusya ilişkisi ile
sınırlı değildir. Hesap, her iki emperyalist gücün; dünya
hakimiyeti için jeopolitika geliştirme ve uygulama yeteneğine
sahip Amerikan ve Rus emperyalizminin küresel oyununun bir
parçasıdır.
Hem
ABD ve hem de Rusya, Türkiye ile ilişkilerine bu perspektif
açısından bakıyorlar. Bunu görmüyor olabiliriz, sınıf
düşmanını küçümseme anlayışı, onun politikasını analiz
etmede gözümüzü kör edebilir. Ama bu, Türk burjuvazisinin her
iki emperyalist güç arasındaki çelişkilerden yararlanıyor
olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Ahmet
Kaplan devamla şöyle diyor: S-400 alındı ama kullanılmayacak
anlayışı “aslında Türkiye’nin ABD’nin ne kadar
denetiminde olduğunu gösteriyor. Türkiye ABD onayı olmadan
istediği silahı alamıyor, olay bu. Alsa da kullanamıyor. Ve hala
solda geniş bir kesim Türkiye’nin ABD’den bağımsız bir aktör
olduğunda hemfikir. Türkiye’nin ABD karşısındaki
bağımsızlığının sınırı ABD’nin izin verdiği kadardır.”
“Sol”
ile Ahmet Kaplan neyi kastediyor, bilemem, ama benim anladığım,
kabul ettiğim “sol”da “Türkiye’nin ABD’den bağımsız
bir aktör olduğunu” savunan yoktur. Aslında burada söz konusu
olan, Türkiye’nin ABD’den bağımsız bir aktör olması
değildir. Kim bunu neden tartışır, ayrı bir sorun.
Güncel
olarak sorun şu: Alamaz, alamazsın dendi, aldı. Şimdi de
kullanamaz, kullanamazsın deniyor. Şu anda henüz alamaz,
alamazsın şaşkınlığı yaşanıyor. Kullanamaz, kullanamazsın
aşamasına henüz daha gelmedik. O aşama için Suriye eksenli
politikalardaki gelişme ve Doğu Akdeniz’deki “it dalaşı”nın
seyri belirleyici olacaktır. Bekleyelim.
Ahmet
Kaplan’ın yukarıya aktardığımız anlayışları neden
savunduğunu soruna bakış perspektifinden anlıyoruz:
“Aslında
tüm mesele, yeni sömürgecilik ilişkilerini anlayamamaktan
kaynaklanıyor. 1945 sonrası olan şey, basit bir Türkiye-Batı
ittifakı değildi. Türkiye’nin ordusundan ekonomisine, dış
politikasından iç politikasına, polisinden akademisine, tarımına,
sanayileşme stratejisine kadar emperyalizmin denetimine girmesi
demekti. Emperyalizmin içsel bir olgu olması sürecidir bu. Bu
noktada emperyalizmi yok sayarak ne S-400 olayını ne yeni açılım
sürecini ne iktisadi krizi ne başkanlık sistemini ne AB ile
çelişkileri anlayabiliriz. Emperyalizmin içsel bir olgu olduğunu
yok sayarak hiçbir şeyi anlayamayız.”
A.
Kaplan’ın bu anlayışına tamamen katılıyorum, ama onun
anladığı gibi değil. Çünkü bu, her dönem geçerli olan bir
emperyalizm tanımlamasıdır. Ama bu tanımlama, A. Kaplan’ın
savunduğu anlayışlarda da gördüğümüz gibi yanlış
kavranmakta ve bu kavrayış da yanlış analizlere neden olmaktadır.
Emperyalizme
bağımlılık, yeni sömürge olmak demek, bir ülkenin
“ordusundan ekonomisine, dış politikasından iç politikasına,
polisinden akademisine, tarımına, sanayileşme stratejisine kadar
emperyalizmin denetimine girmesi demekti. Emperyalizmin içsel bir
olgu olması sürecidir bu”.
Doğrudur.
Geçen yüzyılın, emperyalist çağın başında yaşamıyoruz.
Emperyalizm, dünya ekonomisinde, askeriyesinde, sanayisinde,
tarımında, politikasında bağımlı ülkelerle ilişkinin binbir
türünü geliştirdi. Ama emperyalist ülkeler arasında olduğu
gibi, bağımlı, sömürge, yarı sömürge, yeni sömürge, gelişen
ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki rekabeti; kapitalizme
özgü, onun nesnel bir yasası olan eşitsiz gelişme yasasını
ortadan kaldıramadı. Her ne kadar başlangıçta dünya ekonomisini
kursa da, her bir ülke dünya ekonomisi denen o zincirin birer
halkasını oluştursalar da ve bugün bu ülkelerin üzerinde
sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasına bir avuç tekel yön
verse de bu yasa; kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası yok
olmamıştır. Bu yasanın işlerliğinin sonucudur ki, ülkeler
arasında gelişme eşit değildir; bazıları birtakım olanaklardan
yararlanarak daha hızlı gelişerek öndekilere yetişebilir ve
onları geçebilirler.
Bu
konuda Marksizm-Leninizmin emperyalizm üzerine değerlendirmeleri
bilinmiyor değilidir. Bir örnek:
"...sömürge
ve bağımlı ülkelerde pazarlarda eski kapitalist ülkelerle
başarılı bir şekilde rekabet eden ve böylece pazarlar uğruna
mücadeleyi keskinleştiren ve karmaşıklaştıran yerli, genç bir
kapitalizmin doğması ve büyümesi..."(3).
Emperyalizm-sömürge/yarı
sömürge/yeni sömürge/bağımlı
ülke arasındaki ilişkileri istediğiniz
gibi ve kadar dondurabilirsiniz ama Stalin’den aktardığımız
anlayışın yaşanan gerçekliğin ifadesi olduğunu
inkar edemezsiniz.
A.
Kaplan’ın savunduğu emperyalizm içsel bir olgudur, anlayışı
“içsel” gelişmeyi reddettiği için anti-leninist bir
emperyalizm anlayışıdır. Tabii ki, emperyalizm, “ordusundan
ekonomisine, dış politikasından iç politikasına, polisinden
akademisine, tarımına, sanayileşme stratejisine kadar”
girdiği ülkeyi denetimine alacaktır, “içsel bir oldgu”
olacaktır. Ama bu içsel olgu olmak, kapitalizmde eşitsiz
gelişme yasasını ortadan kaldırmıyor. Stalin, yukarıya
aktardığımız anlayışında bir yandan emperyalizme bağımlılığı,
onun içsel bir olgu olduğunu, ama aynı zamanda eşitsiz gelişme
yasasının işlerliğinin doğrudan ifadesi olarak "...sömürge
ve bağımlı ülkelerde pazarlarda eski kapitalist ülkelerle
başarılı bir şekilde rekabet eden ve böylece pazarlar uğruna
mücadeleyi keskinleştiren ve karmaşıklaştıran yerli, genç bir
kapitalizmin doğması ve büyümesi"nden
bahsediyor. Aksi taktirde dünya
çapında eşitsizliğin, ülkeler arasında gelişmenin farklı
oluğunun, dünü ve bugünüyle Hindistan’ın, G. Kore’nin,
Brezilya’nın, Meksika’nın, Türkiye’nin, Endonezya’nın,
Çin’in vb. ülkelerin izahı mümkün olamaz.
A.
Kaplan, “emperyalizm içsel bir olgu“ olmuşturu yanlış
anladığı için ‘bir kere emperyalizme bağımlıysan ve hele
hele “emperyalizm içsel bir olgu” olduysa bu
bağımlılıktan kurtulamasın; emperyalizm her şeye muktedirdir’
anlayışına varmaktadır.
Yanlış
olan da bu. Bu anlayış eşitsiz gelişmeyi, rekabeti, kapitalizmin
temel siyasi ve ekonomik yasalarının en önemlilerinden, onun
varoluşunu sağlayan yasalarından eşitsiz gelişme ve rekabet
yasasının doğrudan reddidir.
A.
Kaplan’ın içselleşmiş emperyalizm kavrayışının iki anlamı
olsa gerek; birincisi, ülkenin kendisi emperyalisttir. İkincisi de
söz konusu ülke emperyalizmin, somutta da ABD’nin bir eyaletidir.
Türkiye emperyalist ülke olmadığına göre, ABD’nin bir
eyaletidir!
Emperyalistler
arası ilişkilerde iki eğilim ve gelişmenin yönü:
A.
Kaplan dünyanın halini anlamıyor; hala iki süper güçlü dünyada
yaşadığımız varsayımından; koşullarından hareket ediyor.
Revizyonist
Blokun yıkılmasından sonra emperyalist güçler arasındaki
siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerin gelişmesini belirleyen yeni
koşullar gündeme gelmiştir ve kapitalizmin genel krizinin
başlamasından bu yana emperyalist güçler arasındaki söz konuşu
ilişkilerin değişime uğramasını ilk
defa,
salt kapitalist sisteme özgü yasallıklar belirlemektedir: Artık
sistem olarak sosyalizm yok, artık sistem olarak revizyonizm yok ve
uluslararası komünist hareket henüz belirleyici bir güç olmaktan
uzak. Bütün bu faktörlerin sahneden çekildiği günümüzde
emperyalist ülkeler arasındaki siyasi, ekonomik ve askeri
ilişkilerin değişimini salt kapitalist sisteme özgü
yasallıkların bir ifadesi olan, kapitalizmin eşit olmayan siyasi
ve ekonomik gelişme yasası; rekabet belirlemektedir.
Burada
üç süreç söz konusudur:
1-
Ekim Devrimi'nden Kruşçev revizyonistlerinin siyasi iktidarı gasp
ettikleri ve SB'de sosyalizmin yıkılmaya başladığı zamana kadar
olan dönem.
2-
Modem revizyonistlerin iktidara gelişlerinden Revizyonist Blokun
yıkılışına kadar olan dönem.
3-
Revizyonist Blokun yıkılmasından sonraki dönem.
Bugün
üçüncü dönemde, Revizyonist Blokun yıkılmasından sonraki
dönemde yaşıyoruz. Bu üç süreç boyunca emperyalistler arası
ilişkilerde esas itibariyle iki eğilimin belirleyici olduğunu
görüyoruz. Söz konusu süreçlerin her birinde somut tarihi
koşullar, emperyalistler arası ilişkilerin hangi eğiliminin hakim
olduğunu gösteriyor veya genel ekonomik, siyasi ve askeri
ilişkilerin yönünü belirliyorlar (4).
Lenin
şöyle diyor:
"...
İki eğilim var: Bunlardan birisi bütün emperyalistlerin
ittifakını kaçınılmaz yapıyor. Diğeri ise, bir emperyalisti
diğerlerinin karşısına dikiyor. Hiçbirisi sağlam temele
dayanmayan iki eğilim." (5)
Şimdi,
"bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakı"nı
zorunlu kılan, dolayısıyla bu ittifakı olanaklı hale getiren
neden; önce sosyalist, sonra da modem revizyonist blok artık yok.
Yani emperyalist koalisyonun maddi temeli ortadan kalktı, bununla
birlikte de, birleştirici eğilimin maddi temeli ortada kalkmış
oldu. Öyle ki bugün, Donald Trump başkanlığında Amerikan
emperyalizmi, dünya politikasında, ekonomisinde ve askeriyesinde
söz sahibi olan hiçbir emperyalist ülkeyi ne Rusya'ya ne de Çin'e
karşı bir araya getirecek durumdadır.
İçinde
bulunduğumuz bu süreç, kapitalist dünyanın değişimini
yaşadığı, söz konusu eğilimlerin birisinden diğerine geçiyor
olduğu süreçtir. Şimdi ve giderek daha şiddetli bir şekilde
"bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakı"nı
olanaksız kılan eğilim hakim olmaya başlamıştır. Yani
"emperyalistlerin genel ittifakı", artık,
"politikanın itici gücü" (Lenin) olmaktan çıkmaya
başlamıştır. Çok rekabet merkezli dünya gerçeği bu olgudan
hareketle açıklanabilir.
A.
Kaplan ve diğerlerinin anlamadığı budur. Sanılıyor ki, hala,
iki süper güçlü dünya döneminde olduğu gibi, ülkeler ya ABD
veya da revizyonist Sovyetler Birliği eksenli olarak örgütlenmiş
durumdalar. Sanılıyor ki, iki süper güçlü dünyaya özgü “baş”
düşman tehdidi, rekabetin bastırılması hala geçerlidir. O zaman
Varşova Paktı, Sovyet tehdidi ile ABD, NATO’yu ve başkaca
örgütlenmeleri (örneğin o zamanki adıyla AET, bugün AB) ve
ülkeleri kendine sıkıca bağlayabiliyordu. Bugün bu imkanlar
ABD’nin elinde yok. Geriye sadece ve sadece zorbalık kalmıştır.
ABD’nin yaptığı da budur.
Sonuç
itibariyle:
Eşitsiz
gelişme yasasının işlerliği sürekli etkili olmuştur. Bunun
sonucu olarak geçen yüzyılın başında dünyayı talan eden
birkaç emperyalist ülkenin dışında kalan, bir biçimde bağımsız
birkaç ülkenin ötesinde kalanların sömürge, bağımlı olduğu
dünyada devasa değişimler olmuştur. Bu değişimler sonucunda
geriden gelen, bir zamanlar sömürge olan veya bağımlı, yeni
sömürge olan çok sayıda ülke efendileriyle; eski emperyalist
ülkelerle dünya pazarlarında rekabet edecek hale gelmişlerdir.
Örnek mi istiyorsunuz? Güney Kore, Hindistan, Brezilya, Türkiye,
Meksika, Endonezya, Güney Afrika veya bir bütün olarak BRICS ve
MIST-ülkeleri. Salt bu örnekler, emperyalistliğin sadece belli
ülkelerle sınırlı olmadığını, bu anlamda bu ülkelerle
sınırlı bir mutlaklık olmadığını ve aynı zamanda yeni
sömürge, bağımlı oluşun da sadece belli ülkelerle sınırlı
olmadığını ve bu anlamda da mutlak olmadığını göstermektedir.
Zaten kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının geçerliliğini bir
biçimde yadsıyan, anlamayan, kaçınılmaz olarak bahsettiğimiz bu
mutlaklaştırma dargörüşlülüğüne saplanır kalır. Ve bu
saplantı içinde olanların sayısı hiç de az değildir. Bunların
ezici çoğunluğu da Marksist-Leninist olduğunu iddia eden
çevrelerde aranmalıdır.
Yine
1970'li yıllardan kalma emperyalizm anlayışına göre Türkiye'nin
her bakımdan, ama genel anlamda ekonomik gelişme bakımından ne
denli geri olduğunu söylemekten, yazıp çizmekten bir türlü
usanmamıştık, yorulmamıştık. Hala bu anlayışta olan bir kısım
Maocularımız yok değil. Ama bu anlayışta olmayanlar ne diyorlar?
Türkiye'nin emperyalizme bağımlılığını, yeni sömürge
oluşunu mutlaklaştırıyorlar. Bu ve benzeri anlayışta olanlar
için kapitalizmde; emperyalist kapitalizmde eşitsiz gelişme
yasasının, kapitalizmin bu nesnel yasasının hiçbir anlamı yok;
varsa da Türk ekonomisi için bir anlamı yok. Türkiye'de
kapitalist gelişme birikiminin sadece giderek artan bir nicel
gelişmeler toplamı olmadığını; bu nicel gelişmelerin nitel
dönüşüme yol açtığını; bu nedenle 1930'lu, '50'li, '70'li,
'80'li vs. yıllardaki kapitalizmle bugünkü, diyelim ki 2000'den
günümüze kadarki kapitalizmle benzerliğinden çok ayırt edici
özelliklerinin olduğunu anlatamazsınız.
Tek
taraflı bağımlılığın yerini işbirliği alıyor:
Klasik
sömürgecilik gibi yeni sömürgecilik de emperyalizme, uluslararası
sermayeye tek yanlı bağımlılık demektir. Bu bağımlılık,
emperyalistleşen ülkeler örneğinde görüldüğü gibi süreç
içinde tek yanlı olmaktan çıkarak yerli ve uluslararası
sermayenin iç içe geçmesine; birbirlerine karşılıklı nüfuz
etmelerine dönüşüyor.
Bağımsızlaşmak
bir süreçtir:
Bağımlı,
yeni sömürge ülkelerin emperyalizmden bağımsızlaşmaları;
kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri bir süreçtir.
Kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası bu sürecin maddi zeminini
oluşturur. Emperyalist sistemde bu sürecin önünü kesen en büyük
engel, mevcut bağımlılık ilişkilerinin devamını isteyen
emperyalist güçlerdir. Örneğin klasik emperyalist ülkeler,
kendilerine bağımlı kıldıkları, yeni sömürge ilişkiler
içinde tuttukları ülkelerin, aynı bağımlılık statüsünde
kalmaları için askeri imkânlar da dahil her türden yol ve yöntemi
denerler. Ama yeni sömürge ülke, gelişen sermayesine dayanarak,
birtakım uluslararası ilişkileri kullanarak bu bağımlılık
ilişkilerini aşmaya çalışabilir. Bu, buna yeltenen ülkenin
siyasi ve ekonomik olarak belli bir güce sahip olduğu anlamına
gelir. Böyle bir ülke, uluslararası sermaye ithal ederken, aynı
zamanda sermaye ihraç ederek kendi çıkarları doğrultusunda dünya
pazarlarında rekabet etmeye başlıyorsa, bu ülkeyi eski yeni
sömürge bağımlılık ilişkileri içinde tutmak kolay
olmayacaktır; bu türden ülkeler ile klasik emperyalist ülkeler
arasında çatışma, gerginlik, keskinleşen çelişkiler; kendi
çıkarına göre hareket etmek kaçınılmaz olacaktır. Bu, açık
bir rekabettir. Emperyalistleşen ülkelerde sermaye, emperyalist
sistem içinde ülkenin biçimsel siyasi bağımsızlığını kendi
çıkarlarına tabi kılarak hareket eder. Böylesi ülkelerde yerli
tekelci sermaye, rekabetten ziyade ortaklığın kendi çıkarlarına
daha çok yarayacağı durumlarda devleti, yabancı sermaye;
uluslararası tekelci sermaye ile birlikte kendi çıkarlarına tabi
kılmaktan da çekinmez. Bu durumda devlet, bir taraftan
yerli-yabancı ortaklığında sermayenin çıkarlarını korurken,
aynı zamanda yerli sermayenin yurt dışında (sermaye ihracı)
önünü açmak için yapılması gerekeni yapar. Türkiye'de yerli
tekelci sermayenin ve devletin bunu yapmadığını söyleyebilir
miyiz?
Türk
burjuvazisi bölgesel güç olmakla yetinmeyeceğini sık sık dile
getirmektedir. Batı emperyalizmine bağımlılığa son vermek için
değil, eşit koşullarda ilişki kurmak istediğini de sürekli
vurgulamaktadır. Ayrıca sermaye ve üretimin mevcut
uluslararasılaşma aşamasında ülkelerin birbirinden
bağımsızlığını dillendirmek, her halde saflık olmazsa açık
bir aptallıktır. Bu nedenle
burada
söz konusu olan Türkiye'nin emperyalizmden bağımsızlığı
değil, kapitalist dünya ekonomisi içinde karşılıklı
bağımlılığın nasıl ele alınacağıdır. Türk burjuvazisi
açısından önemli olan bu. Bunu gerçekleştirmek için de önde
gelen emperyalist ülkeler (ABD, AB'nin Almanya ve Fransa gibi
emperyalist ülkeleri, Rusya, Çin) arasındaki keskinleşen
çelişkilerden yararlanmaya çalışmaktadır. Türkiye jeopoltik
konumundan dolayı bu emperyalist güçlerle pazarlık
yapabilmektedir(6).
Ortadoğu'daki, bugün özellikle Suriye sahasındaki gelişmeler
bunu açıkça göstermektedir.
S-400
alımının sadece bir silah alımı olmadığını, buna hemen bütün
emperyalist ülkelerin, yapılanmaların müdahil olduklarını
(örneğin, AB, NATO, Almanya vs.), bunun da S-400 üzerinden
emperyalistler arası çelişkileri keskinleştirdiğini, sorunun
Türkiye ile sınırlı olmadığını görmek için dünyanın
mevcut haline sadece Türkiye penceresinde bakmak yetmez. Hele hele
Türk burjuvazisini alışageldiğimiz uşaklık ilişkilerine, o
bağımlılık ilişkilerine göre değerlendirmek; yeni geliştirdiği
ulusal güvenlik konseptini ciddiye almamak sorunu hiç anlamamak
demektir.
*
Dipnotlar:
1)
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I),
2 Eylül 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası –
II),13 Ekim 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
MUSUL “SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12
Kasım 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV),
30 Aralık 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V -
son makale), 14 Mart 2017.
2)
Bkz.: dipnot 1’deki makaleler
3)Stalin;
XVI. Parti Kongresine Sunulan Siyasi Rapor; C.12, s. 217.
4)
“EMPERYALİST
KÜRESELLEŞME VE DEĞİŞEN GÜÇLER DENGESİ” kitabından
(Töz
yayınları, Ocak 2019):
Demek
oluyor ki;
a-
Emperyalist ülkeler arasındaki ilişkiler, bütün emperyalist
ülkeler arasında gerçekleştirilen bir ittifaka doğru
gelişebiliyor:
"Bütün
ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı, ekonomik kapitalist
ittifaka dayanan bu ittifak, dünya tarihinin birçok büyük, gözde
kesitlerinin kanıtladığı gibi, anavatan tanımayan, sermayenin
savunulması için doğal ve kaçınılmaz olan ittifak, emekçilere
karşı ittifakın korunmasını, bütün ülkelerin
kapitalistlerinin birliğinin korunmasını, anavatanın çıkarlarını,
halkın çıkarlarından daha üstün tutan ittifak...” (Lenin;
Lenin; agk., s. 359/360.C. 27, "Dış Politika Üzerine
Rapor").
"Tabii
ki bu ittifak, eskiden olduğu gibi, kapitalist sistemin sonuna kadar
karşı konulamaz gücüyle kendini geçerli kılacak temel ekonomik
eğilimi olarak kalacaktır." (Lenin; C. 27, s. 363. "Dış
Politika Üzerine Rapor").
b-
Bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakını olanaksız kılan
eğilim:
"Kapitalizmin
bu temel eğiliminin (yukarıdaki alıntıda kastedilen eğilim -çn)
bir istisnası... emperyalist savaşın, şimdi bütün dünyayı
kendi aralarında paylaşmış olan emperyalist güçleri...
birbirlerine düşman gruplara, düşman koalisyonlara bölmüş
olmasıdır. Bu düşmanlık, bu mücadele, bu ölüm-kalım dalaşı,
belli koşullarda bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakını
olanaksız kılıyor" ve
"bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı...
politikanın itici gücü..."
olmuyor
(Lenin; agk., s. 359,360, 363).
Emperyalizmin
tarihi, bu eğilimlerden hangisinin hangi nedenlerden dolayı esas
yönü teşkil ettiğini, emperyalist ülkeler arasındaki
ittifakların, hangi biçimde, derinlikte ve kapsamda olursa olsun,
emperyalist ülkeler arasındaki çatışmaları, savaşları,
rekabeti engelleyemediğini göstermektedir.
"Çünkü
kapitalizm koşullarında sömürgelerin, çıkar ve nüfuz
alanlarının vs. paylaşımı için katılanların gücünden, genel
ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir şey düşünülemez.
Ama katılanların gücü, dengesiz değişir. Çünkü kapitalizm
koşullarında tek tek işletmelerin, tröstlerin, sanayi dallarının
ve ülkelerin eşit bir gelişmesi olamaz." (Lenin; C. 22,
s. 300, "Emperyalizm...").
"Bunun
için 'emperyalistler arası' veya 'ultra-emperyalist' ittifaklar,
kapitalist gerçeklikte... hangi biçime bürünürlerse bürünsünler,
ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı birleşmesi,
ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak
olsun, bunlar, kaçınılmaz olarak, savaşlar arasındaki dönemlerde
bir 'nefes alma' olmaktan başka bir şey değildir. Barışçıl
ittifaklar, savaşlara zemin hazırlarlar ve savaşlardan doğarlar,
tek veya aynı temel üstünde dünya ekonomisinin ve dünya
siyasetinin emperyalist bağ ve ilişkileri temeli üstünde barışçıl
ve barışçıl olmayan mücadelenin değişken biçimlerini
doğurarak bir ötekini koşullandırırlar" (Lenin; agk.,
s. 301).
5)
Lenin; C. 27, s. 363. "Dış Politika Üzerine Rapor".
6)
“EMPERYALİST
KÜRESELLEŞME VE DEĞİŞEN GÜÇLER DENGESİ” kitabından
(Töz
yayınları, Ocak 2019):
JEOPOLİTİKA
VE TÜRKİYE’NİN KONUMU – COĞRAFYANIN İNTİKAMI:
Türk
ekonomisi ve burjuvazisi, emperyalizme bağımlıdır esprisiyle
artık durdurulamıyor. Evet, Türk ekonomisi ve burjuvazisi
emperyalizme bağımlıdır. Bunu tartışan yok. Ama söz konusu
olan nasıl bir bağımlılıktır. Türkiye'de öyle, genel
hatlarıyla 1950-2000 arasında bildiğimiz ve sürekli savunduğumuz
anlamda emperyalizme bağımlı bir ekonomiden ve burjuvaziden
bahsedemeyiz artık. Türk burjuvazisi, sermaye ihraç eden burjuvazi
konumundadır. Sadece bölgesel değil, aynı zamanda uluslararası
alanda ‚girip çıkmadığı‛ ülke kalmamıştır. Dünya
ekonomik güç sıralamasında ilk 16-17 arasında yer alan bir
ekonomidir. Ürettiği için de oldukça dinamik ülkelerden biridir.
Her
halükarda Türk burjuvazisi, ekonomik gücüne dayanarak bölgesel
dengelerde; jeopolitik gelişmelerde artık kesinlikle hesaba
katılması gereken bir güç olduğunu ‚Mısır'daki sağır
sultana‛ da duyurmuştur ve kendi çıkarları doğrultusunda adım
atacağını göstermiştir. Bunun anlamı şudur: Erdoğan, Amerikan
emperyalizminin Türkiye'de iktidara taşıdığı, iktidara
gelmesinin yolunu açtığı ‚sevimli‛ Erdoğan olmaktan artık
çıkmıştır. Bu oyunda Türkiye olarak biz de varız; jeopolitik
değişimlere ancak ve ancak bizim çıkarlarımız da göz önünde
tutulursa razı oluruz, oyunculuk görevimizi yerine getiririz demeye
başlamıştır.
Tabii
bunda iktidarda kimin olduğundan tamamen bağımsız olarak
Türkiye'nin jeopolitik konumu da bağlayıcı önemde bir rol
oynamaktadır.
Yaşadığımız
coğrafya ‘belalı’ bir coğrafyadır. Doğru analiz edilmeyen
bir coğrafyanın intikamı korkunç olur. Oldukça zor bir
coğrafyada yaşıyoruz.
Tarihi
boyunca Türk burjuvazisinin -diyelim ki Osmanlı devletinin
parçalanmasından bugüne kadar- jeopolitik anlayışı üzerine
kapsamlı bir çalışmanın gerekli olduğunu sürekli belirtelim.
Böyle bir çalışma neden gereklidir diye soracak olursak, bunun
cevabı devrim yapma iddiasında aranmalıdır. Yani yıkmayı
hedeflediğin gücün, hakim sınıfın durumunu somut analiz yerine
genel olarak emperyalizme bağımlılıkla açıklamak, yıkmak
istediğin iktidarı, hakim sınıfı küçümsemek, onun nesnel
gerçekliğini görememek anlamına gelir.136 | Toplumların
geleceğinde coğrafyanın oynadığı rol küçümsenemez. Coğrafya
toplumların kültürünü, giyimini, mimarisini, müziğini,
ticaretini; genel anlamda ekonomisini, ruhsal şekillenmesini,
iktidarların politikasını vs. belirlemede ve bunların oluşumunda
çok çok önemlidir. Bu coğrafyada yaşamak, devlet olarak var
olmak kolay değildir. Devrim de yapsak, sosyalizmi de kursak,
kapitalist çevre var olduğu müddetçe bu coğrafyanın ‘belalı’
jeopolitik özelliğinden kurtulamayacağız. Dünya ve bölgesel
hakimiyete oynayan hiçbir güç, bu coğrafyada kendi çıkarlarının
gerçekleşmesi doğrultusunda oynamayan bir gücü istemez. Erdoğan
önderliğinde Türk burjuvazisi bu jeopolitik oyunu dünya ve
bölgesel hakimiyet için rekabet eden şu veya bu gücün çıkarları
için değil de, kendi çıkarları için oynayacağını; kendi
çıkarlarını da gözeten bir oyun içinde olacağını daha açık
bir biçimde ifade edemezdi.
Diktatör
Erdoğan'ı vazgeçilemez kılan nedir? 14 senelik iktidarı
döneminde Erdoğan'ı iki kere vazgeçilemez ve bir kere de
vazgeçilir kılan neydi?
Burada
Erdoğan'ın demokrat, diktatör, geçinilmesi zor, dik kafalı olup
olmaması hiç önemli değil. Önemli olan, Batı'nın çıkarlarını
savunup savunmadığıdır, Batı'nın belirlediği kurallar içinde
hareket edip etmediğidir, ABD başta olmak üzere Batılı
emperyalistlerin belirlediği oyunu kurallarına göre oynayıp
oynamadığıdır. İktidara geldiğinde belli bir dönem buna dikkat
etti. Ne de olsa ‘demokrasi’ otobüsüne binmişti; reformlardan,
Kürt gerçekliğini kabulden, bu sorunun çözümünden
bahsediyordu, öyle ki, birtakım aklı evvel avanak takımını
‚yetmez ama evet‛ dedirtecek duruma getirmişti ve ineceği
durağı da kendisi belirleyecekti. Öyle de oldu. Ortadoğu
politikasına fazlaca karışmaya, dünya 5'ten büyüktür demeye;
bir bütün olarak başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin
çıkarlarına ters düşen adımlar atmaya başlayınca işler
değişti. Buna Türkiye'de artan baskı ve Kürt ulusunu inkâr ve
katletme politikasını da eklersek, Erdoğan'ın ‘demokrasi’
otobüsünden inmiş olduğunu görürüz. ABD ve AB açısından
Erdoğan, artık, bir biçimde gitmelidir. Demokratik yolla
gitmeyeceği için zorla gönderilmelidir.
Darbe
girişimi bunun içindi. Olmadı. Beklenenin tam tersi oldu. Erdoğan,
15 Temmuz'dan sonra 14 Temmuz öncesindeki gibi hareket
edilinemeyeceğini, en azından kendisinin öyle hareket etmeyeceğini
açıklayarak yeniden ‚demokrasi‛, bütün toplumu kapsayıcı
olma otobüsüne bindiğini ilan etmişti.
Bu
otobüs aynı zamanda onun için bir de Atatürk otobüsüydü.
Peki,
neden istenmeyen durumuna geldi, ondan neden nefret ediyorlar veya
etmek zorundalar? Bu, Erdoğan'dan kaynaklanmıyor. Bunu yaptıran
emperyalist çıkarlar-coğrafya diyalektiğidir. Emperyalizm
bölgemizde çıkarlarını gerçekleştirmek ve sürekli kılmak
için öncelikle Türkiye coğrafyasını ekonomik, siyasi ve askeri
olarak sürekli, değişen koşullara göre yeniden dizayn etmesi
gerektiğini çok iyi bilmektedir.
Şimdi
bu ‘belalı’ coğrafyanın söz konusu o özelliklerini daha önce
yayınlanmış bir makaleden aktaralım:
“Belalı”
Coğrafya:
Türkiye
coğrafyası veya Misak-ı Milli sınırlarını kapsayan coğrafya,
dünya coğrafyasında eşi olmayan bir coğrafyadır. Yerküreyi göz
önüne getirelim; kıtaların yer aldığı bir haritaya bakalım
veya her bir ülkeye ve kıtalara, bölgelere bakalım. Hiçbir yerde
coğrafyamızın sahip olduğu stratejik önemde başka bir kara
parçası bulamazsınız. Bu coğrafyayı bu denli önemli yapan,
onun önemli olmasını güçlendiren, dünya hegemonyası iddiasında
olan güçlerin rekabetidir. Anadolu coğrafyasının bu özelliği
yeni, emperyalizm çağına özgü değildir. Sınıflı toplumların
ortaya çıkmasından bu yana bu böyledir.
Açıklayalım:
1-Türkiye
coğrafyasını merkez alırsanız doğrudan üç kıtaya (Avrupa,
Asya ve Afrika) ulaşabilirsiniz.
2-Türk
burjuvazisi, jeopolitik açılımında hakimiyet alanı olarak
gördüğü bölgelere doğrudan ulaşabilmektedir (Ortadoğu, Hazar
Havzası ve Balkanlar).
3-
Türkiye coğrafyası, emperyalistler arası çelişkilerin
keskinleştiği bölgeler, dünya hegemonyası iddiasında olan
emperyalist ülkelerin geliştirdikleri jeopolitik açılım
bakımından ateş çemberinin veya Hazar Havzası, Ortadoğu ve
Balkanlar'dan oluşan üçgenin ortasında yer almaktadır:
-Balkanlarda
AB-Rusya, ABD-Rusya, AB-ABD ve Türkiye arasındaki çelişkiler, her
ne kadar bugün uyutuluyorsa da biraz kaşımakla her an patlak
verebilir ve keskinleşebilir özellikte olan çelişkilerdir.
-Kafkasya/Hazar
Havzasında ABD-Rusya, AB-Rusya, Türkiye-İran arasındaki rekabet
sonlanmamıştır. Çeçenistan-Rusya ve Gürcistan-Rusya
savaşlarından sonra bu bölgedeki rekabet ‘barışçıl’
yöntemlerle sürdürülmektedir. Bu bölgede emperyalistler arası
hesaplaşma sonlanmış olmaktan çok uzaktır.
-Ortadoğu'nun
durumu belli; ABD-Rusya, ABD-İran, Türkiye-İran ve diğer bölge
ülkeleri arasındaki çıkar çatışmaları vekalet savaşı
boyutlarında sürmektedir. Ortadoğu'nun haritası, bu
çelişkilerin/çatışmaların nasıl sonuçlanacağına bağlı
olarak yeniden şekillendirilecektir.
4-Türkiye
coğrafyası, Türk burjuvazisinin üç kıtaya doğrudan ulaşmasına
imkân vermesinin ötesinde Okyanuslara açılmasını da mümkün
kılan bir coğrafyadır. Cebelitarık Boğazı üzerinden
Atlantik
Okyanusu'na ve Süveyş Kanalı üzerinden de Hint Okyanusu’na
açılan bir coğrafya.
5-Ticari
ulaşım bakımından:
Türkiye
coğrafyası, doğuyu batıya (Asya'yı Avrupa'ya) kuzeyi güneye
(Rusya'yı Akdeniz'e ve okyanuslara) bağlayan kavşaktır. Burada
söz konusu olan, özellikle kara ve deniz yollarıdır (karayolu,
demiryolu, deniz ulaşımı ve boru hatları).
Dünya
çapında enerji (petrol ve doğal gaz) kaynaklarının % 70’i
Türkiye coğrafyasının etrafında yer almaktadır. Bu enerjinin
çıkarımı ve dünya pazarlarına sevkıyatı üzerine rekabet
henüz sonlanmamıştır. Sevkıyat konusunda emperyalistler arası
rekabet; Batı'nın, Rus emperyalizmini dışlayarak bu enerjiyi
dünya pazarlarına ulaştırma çabaları Türkiye'yi önemli
kılmaktadır. Türkiye, aynı zamanda Rus doğal gazının Avrupa'ya
sevkıyatı için de önemli bir güzergahtır. ‚Türk Akımı‛
boru hattının inşası bunu gösteriyor. Bu durum, bu coğrafyanın
hem ABD-AB merkezli hem de Rusya merkezli sermaye açısından,
enerji sevkıyatı konusunda oldukça önemli bir geçiş güzergâhı
olduğunu göstermektedir.
5-
İşbirliği veya müttefiklik ilişkilerinin olmadığı koşullarda
Türkiye coğrafyası, Rusya'nın Güneye (Akdeniz yönü) açılması
önünde fiziki bir engeldir. Aynı zamanda AB'nin (üyesi olan
Almanya, Fransa ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerin) Balkanlar
üzerinden Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzasına açılması önünde
fiziki bir engeldir.
6-Doğu
Akdeniz'de bulunan enerji kaynakları üzerine rekabet de Türkiye
coğrafyasını önemli kılmaktadır. Kaynakların paylaşılması
üzerine rekabetin yanı sıra üretilen enerjinin Avrupa pazarlarına
taşınması bakımından Türkiye coğrafyası tartışmasız
avantajlara sahiptir.
Bütün
bu nedenler Türkiye coğrafyasını veya Türkiye-Kuzey Kürdistan
coğrafyasını benzersiz ‘belalı’ bir coğrafya yapmaktadır.
Ne İran ne Yunanistan, bağımsız olsa ne Kürdistan ve ne de
Suriye, Irak tek başına bu özelliklere sahiptir.
Stratejik
derinliği olan bu coğrafyada Türk burjuvazisi var olabilmek için
AKP iktidarına kadar iki yol izlemiştir.
Birinci
yol: Kemalist burjuvazinin iktidarda olduğu dönemde devletin,
hiçbir ülkeyle bağımlılık ilişkisini beraberinde getiren
ekonomik, siyasi ve askeri anlaşma imzalamadığını görüyoruz.
Bu
anlaşmalar teker teker incelenirse, bağımlılığı beraberinde
getiren maddelerin olmadığı görülür. Bu anlaşmalar,
bağımlılığı beraberinde getirmeyen uluslararası ilişkiler,
Kemalist burjuvazinin hem Batı'yla hem de Sovyetler Birliği ile
(yeni oluşmaya başlayan sosyalist sistemle) dengeli, her iki taraf
arasındaki çelişkilerden yararlanmayı amaç edinen bir dış
politika izlediğini göstermektedir. Kemalist burjuvazinin bu
politikasında başarısız olduğu söylenemez.
İkinci
yol: II. Dünya Savaşından sonra dünya koşulları yeniden
değişti ve Türkiye, Sovyet ‘tehdidi’ne karşı varlığını
Batı ittifakında yer almakta gördü. Yaklaşık 2000'e kadar devam
eden bu süreçte Türk burjuvazisi, dünya politikasında,
ekonomisinde ve askeriyesinde Batılı müttefiklerine yaslanarak,
onların çıkarlarını savunarak veya onların çıkarlarından
farklı düşünmeyerek ayakta kaldı.
Yeni
yol/Üçüncü yol: AKP'nin iktidara gelmesi ve ekonomik alanda Türk
burjuvazisinin kendini güçlü hissetmesi, en azından bölgesel güç
olmasının kabul görmesi, sonuç itibariyle Türk burjuvazisinde
jeopolitik eğilimlerin gelişmesini beraberinde getirmiştir. A.
Davutoğlu'nun bu alandaki çalışması (Stratejik Derinlik) Tür
burjuvazisinin jeopolitik açılımı için bir
örnektir.
AKP
ile Türkiye-Batı arasındaki siyasi, ekonomik, askeri ilişkiler,
eskisi gibi -ikinci yol dönemindeki gibi yürümemeye başlamıştır.
Örneğin üç konuda aynı görüşte olsalar, bir veya iki konuda
farklı görüşte oluyorlar ve bunu da açıkça dile getiriyorlar.
Bu bir çıkarlar çatışmasıdır. Bu dönemde Türkiye,
emperyalizme bağımlılığı, müttefiklik ilişkilerini farklı
yorumla-
maya
başlıyor.
Bu
değişimin adını ne koyarsak koyalım; isterseniz buna ‚yalancı
pehlivanlık‛, ‘adamın burnunu sürterler’, ‚emperyalizm
buna asla müsaade etmez‛, ‚bir defa bağımlı sürekli bağımlı‛
diyelim veya başka tanımlamalar kullanalım. Esas olan şudur: Türk
burjuvazisi ve sermayesi, II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan
siyasi ve ekonomik kalıplar çerçevesinde salt Batılı emperyalist
ülkelerin ve sermayesinin çıkarları doğrultusunda hareket etme
anlayışında değildir. Türkiye-Batı; ABD-Türkiye, AB-Türkiye
arasındaki şu veya bu konuda sık sık gündeme gelen karşılıklı
tehditler, çelişkiler, ‘hır- gür’ler bunun açık bir
ifadesidir.
Emperyalist
güçler, Türkiye ile ilişkilerin 1950'lerden bu yana süregelen
bağımlılık ilişkileri çerçevesinde sürüdürülemeyeceğini
biliyorlar. Türk burjuvazisi de eskisi gibi her şeye boyun eğmiyor.
Bunun Erdoğan'ın çıkışlarıyla, ‚kükremesi‛yle bir
ilişkisi yok. Başka birisi de olsa, Türk sermayesinin çıkarlarını
savunmak zorunda kalacaktı, aksi taktirde iktidar olamazdı.
Dolayısıyla sorun olan, yeni bir düzeyde bağımlılık
ilişkilerinin şekillendirilmesidir. Çatışmanın; Türkiye-ABD,
Türkiye-AB ilişkilerinde bazı konularda farklı yerlerde durmanın
nedeni budur.
Yeni
yol/Üçüncü yol, diktatör Erdoğan önderliğinde Türk
tekelci burjuvazisinin kendini emperyalist güçlere eski bağımlılık
ilişkilerine göre hareket etmeyeceğini kabul ettirme yoludur.
Türkiye
üzerine değerlendirmelerde coğrafyanın stratejik özelliği ve
Türk burjuvazisinin, ekonomisinin gelişmişlik durumu göz önünde
tutulmalıdır. Kapitalizm; rekabet, eşitsiz gelişme koşullarında
coğrafyamızın bahsettiğim bu özelliği değişmez. Rekabet eden
güçlerin değişmesi de bu coğrafyanın özelliğini yitirmesine
neden olmaz.