ROJAVA
DEVRİMİNİN GELECEĞİ TEHLİKEDE
“MUTABAKAT”
FIRAT’IN DOĞUSUNA “SEFERİ” ŞİMDİLİK ENGELLEDİ
6-7 Ağustos tarihinden Türkiye ile ABD arasında gerçekleştirilen Fırat’ın doğusuyla ilgili toplantılar sonrasında her iki taraf, konuya ilişkin “mutabakat” sağladıklarını eş zamanlı olarak kamuoyuyla paylaştılar.
Ortak
metinde uzlaşılan üç konu şöyle tanımlandı:
1-
Türkiye’nin güvenlik endişelerini giderecek ilk aşamada
alınacak tedbirlerin bir an önce uygulanması.
2-
Bu çerçevede güvenli bölge tesisinin ABD ile koordine ve yönetimi
için Türkiye’de Müşterek Harekat Merkezi’nin en kısa zamanda
kurulması.
3-
Müteakiben, Güvenli Bölgenin bir barış koridoru olması ve
Suriyeli göçmenlerin geri dönmeleri için her türlü ilave
tedbirin alınması (Basından).
Bu
toplantıların gerçekleştiği ön günlerde Türkiye-ABD
arasındaki S-400’ler somutunda karşılıklı tehditleri göz
önüne getirirsek, bugün söz konusu “mutabakat” üzerine
yapılan birtakım değerlendirmelerin ne denli havada kaldığını,
ne denli oportünist olduğunu görürüz. Öyle ki, sinekten yağ
çıkartan meziyetler de sergilendi. Bütün bu değerlendirmelerde
soruna tek yanlı bakmanın, Amerikan emperyalizminin bölgedeki
rolünü anlamamanın veya abartmanın ve aynı zamanda Türkiye’nin
rolünü küçümsemenin rolü önemli olmuştur.
Amerikan
emperyalizmi, S-400 alımından dolayı açıktan Türkiye’yi
tehdit ettiği, buna karşın Türkiye'nin belli bir direnç
sergilediği bir dönemde her iki taraf, tanımı tam yapılmayan bir
“güvenli bölgesi” veya “barış koridoru” üzerinde
anlaşıyor. Peki, nasıl oldu bu iş? O güne kadar Türkiye’yi
Ortadoğu’dan ve Suriye sahasından uzak tutmaya çalışan;
Amerikan çıkarlarını gözetmeyen politikalar uygulamaya çalışan
Türkiye’yi tehdit eden; Rusya ile ilişkilerinden dolayı oldukça
rahatsız olan Amerikan emperyalizmi; Türkiye’ye karşı
tehditlerinin dozajını yükseltmiş olduğu bir dönemde nasıl
oldu da “elinden kaçırmak üzere” olduğu Türkiye ile hiç
olamaz denilen bir konuda anlaşabildi?
O
bölgeye; Rojava’nın Fırat’ın doğusu alanına (Kobane ve
Cizire Kantonları) Türk ordusunun girmesi Rojava devrimine vurulan
ağır bir darbe olmayacak mı? Faşist Türk ordusuyla birlikte
başka hangi güçler (Amerikan, İngiliz askerleri veya genel
anlamda NATO güçleri) bu mutabakat çerçevesinde hareket etmek
için faaliyet gösterirlerse göstersinler, Türk burjuvazisinin
amacına ulaşmak için atacağı adımları engellemede
zorlanacaklardır, en fazlasıyla geciktirebilir. Nitekim bunu Türk
tarafı, başta diktatör Erdoğan olmak üzere Savunma ve Dışişleri
bakanları sürekli dile getirmiştir. Bu işin ne kadar ciddi
olduğunu göstermek için olsa gerek 12 Ağustos’da “Müşterek
Harekat Merkezi'nde görevlendirilecek ilk Amerikalı askerleri
Urfa’ya geldiler.
Peki,
her iki tarafın uygulaması, pratiği ne olacak? Bu konuda bilgi,
ayrıntı yok. Ama söz konusu “Güvenli Bölge”nin uzunluğu
biliniyor, en azından tartışılmıyor. Ama derinliği tartışma
konusu.
Bu
konuda SDG Genel Komutanı Mazlum Kobane toplantılar öncesinde şu
açıklamayı yaptı:
“Diplomasiyi
biz istedik. Müttefiklerimizden Erdoğan ne istiyor öğrenmelerini
istedik. Ben istedim. Biz altı-yedi yıldır savaştayız. Bir tek
saldırı olmadı. Jefrrey sevinerek devreye girdi. Türkiye’nin
söylediği inandırıcı değil. Onlar için varlığımız
tehdittir. Niye tehlike olsun ki, zaten aramızda duvar var. Süreç
böyle devam etti. Erdoğan-Trump telefon görüşmesinden sonra biz
de kendi projemizi geliştirdik:
1-
Bu mesele sınır meselesidir, 30 kilometre olmaz, beş kilometre
olsun.
2-
Bu bölgeden YPG’yi, savaşan güçleri çeker yerine yerel güçler
koyarız.
3-
Ağır silahları da çekeriz. Bizim Türkiye menziline ulaşacak
ağır silahlarımız var, onları çekeriz dedik. 20 kilometre
menzilli silahlarımız var.
4-
Yerel hükümetler o bölgeyi yönetsin.
Buna
karşılık Türkiye de taahhütte bulunsun saldırmasın.
Türkiye’siz bir uluslararası güç olsun. Türkiye taraftır,
tarafsız güç olsun… Biz Türkiye’nin teklifini kabul etmedik
ama işi yokuşa süren taraf olmak istemedik”.
Bu
durumda Amerikan askerleri, Türk askerlerini 5 km’nin ötesine
geçirmeyecekler mi?
YPG
çekilince yerine konacak yerel güçleri Türk tarafı kabul edecek
mi?
Türkiye,
mutabakat gereği girdikten sonra, oraya yerleşmeyecek mi,
saldırmayacak mı?
“Yerel
hükümetleri” tanıyıp kabul edecek mi?
Kürtleri,
SGD’yi, Kürt özgürlük hareketini, neden böyle hareket
ettiklerini, Türkiye-ABD arasındaki çelişkilerden yararlanmak
istediklerini anlıyorum. Bu soruların muhatabı onlar değil. Bu
soruların muhatabı, Türkiye ile ABD arasındaki genelde ve özel
olarak da Suriye’deki ilişkilerin gerginliğini, çelişkili
olmasını açıkça ifade edilmese de “danışıklı dövüş”
olarak görenlerdir; bu anlayışta olanlara göre, ABD zorlayınca
veya Türkiye köşeye sıkışında ABD’nin taleplerine teslim
olacaktır; ABD bastırırsa istediğini alır; ne de olsa Türkiye
emperyalizme bağımlıdır, efendisinin sözünden çıkamaz vb. Bir
de bu anlayışa, Rusya, Türkiye-ABD arasındaki “danışıklı
dövüş”ün farkında değil, farkına vardığında da iş işten
geçmiş olacaktır türünden değerlendirmeler eklenirse karşımıza
yıkılmayacağının, emperyalistlerin her şeye muktedir olduğunun
ilan edildiği bir dünya “müesses nizamı” çıkar. Bu “müesses
nizam”da sermaye ve üretim uluslararasılaşmıştır, ekonomide,
politikada, askeriyede her bir ülkenin, aktörün rolü bellidir,
rolün dışına çıkılmasına izin verilmez, bunu deneyenin başına
da olmadık gelir! Bilerek veya farkına varmadan Türkiye-ABD
ilişkileri (veya Türkiye-AB ilişkileri, ABD-Rusya, ABD-Çin
ilişkileri vs.) bu “müesses nizam” çerçevesinde ele alındığı
için iki ülke arasındaki söz konusu mutabakatın da Amerikan
çıkarlarına uygun olarak hazırlanmış olduğu anlayış
yaygındır. Peki, Amerika’nın çıkarı nedir? Amerika'nın
çıkarı Türkiye’nin oradan, mümkün olsa Suriye ve Irak'dan
uzak tutulmasıdır. Veya daha genel anlamda söyleyecek olursak,
Türkiye’nin ABD’in Ortadoğu politikasına koşulması, onun
çıkarları doğrultusunda hareket etmesidir. Başlangıçta
Suriye’de böyle olmuştur, ama sonra durum tamamen değişmiştir.
Hal böyle olduğuna göre bu “mutabakat” neden sadece ABD’nin
çıkarlarına göre hazırlanmış oluyor?
Her
iki ülke arasında varılan “mutabakat” bir ara çözümdür.
Peki, hangi nedenlerden dolayı neyin bir ara çözümü?
Şimdi
buna bakalım:
Bu
ara çözüm, sadece Türkiye ve ABD arasında, başka faktörler göz
önünde tutulmaksızın, her iki ülke arasında güç dengesinin
ancak bu kadara; bu ara çözüme izin verdiği koşullarda
sağlanmamıştır. Sorun, başka faktörler yok sayılarak salt güç
dengesine göre hareket etmek olsaydı, ortada sadece ABD’nin
sözünün geçtiği, çıkarlarının ifade edildiği bir çözüm
olurdu; bu durumda güç dengesinden değil, güç dengesizliğinden
bahsedilirdi.
Üç
gün süren mutabakat görüşmelerinde masada oturanlar sadece
Türkiye ve ABD değildi; masada Rusya, Suriye rejimi, İran ve
Rojava devrim güçleri de oturmaktaydı.
Bunun
ötesinde bu mutabakat görüşmelerinde sorun sadece Fırat’ın
doğusu ile hiç sınırlı değildi. Fırat’ın doğusu sorunun
sadece görünen yüzüydü.
Irak’ın
işgalinden, Suriye iç savaşından bu yana Ortadoğu’da siyasi
haritanın yeniden çizilmesi için sürdürülen savaşlar
Sykes-Picot
Anlaşmasının
(1916) geçersiz olduğunu, yeni bir paylaşımın gündemde olduğunu
göstermektedir. Sykes-Picot
Anlaşması,
Osmanlı topraklarının İngiliz ve Fransız emperyalizmi arasında
paylaşımını ifade
ediyordu. Bu yeni paylaşımda aktörler çoğaldı; ABD ve Rusya
gibi kutupları ifade eden baş aktörlerin yanı sıra İran,
Türkiye, İsrail gibi bölgesel aktörler de var.
S. Arabistan, Katar
gibi başka bölgesel ülkeler de Irak ve Suriye sahasında aktifler.
Burada
güç dengesi, ne kadar güçlü olursa olsun Amerikan emperyalizmi
bölgede Türkiye olmaksızın fazla bir
şey
yapamayacağını anlamış olmasından ve Türkiye’nin Rusya ile
ilişkilerini derinleştirmesinin kendi çıkarlarına ters
düşeceğini görüyor olmasından dolayı sağlanmıştır.
Türkiye’nin emperyalizme bağımlı olduğunu, istiyorsanız
sömürge, yarı-sömürye, yeni sömürge, mali-ekonomik,
askeri-siyasi (bu da benim eklemem) sömürge olduğunu 7/24 zaman
dilimi içinde sürekli yazıp-çizebiliriz. Ama bu, Türkiye’nin
mevcut ekonomik ve askeri gücünden, dünya ve bölge
jeopolitikasındaki stratejik konumundan dolayı oynadığı rolü
değiştirmez. Eğer diktatör Erdoğan, ABD karşısında
direniyorsa, diretiyorsa bu
gücünü söz konusu konumundan almaktadır.
Diktatörün
böyle hareket etmesinde Rusya da önemli bir rol oynamaktadır. ABD
ile rekabetinde Rusya, güncel gelişmelere bakıldığında
Suriye eksenli Ortadoğu’da Türkiye kartını ABD’den almıştır
(Abartı
deniyorsa, önemli oranda almıştır diyelim).
Bu nedenle Rusya’nın Türkiye ile işbirliği ABD ile rekabetinde
onu bir adım ileri taşımaktadır. Bunun örnekleri var.
En yenisi S-400 alımıdır.
Ortadoğu’da
emperyalistler arası rekabet sadece Irak ve özellikle Suriye ile
sınırlı kalmıyor; Petrol ve doğal gaz yataklarının
bulunmasından sonra Doğu Akdeniz de Ortadoğu’daki “it
dalaşı”nın bir uzantısı haline gelmiştir.
Türk
burjuvazisi, bu mutabakatın akıbetinin
Münbiç’e benzemeyeceğini,
bu nedenle B ve C planlarının olduğunu, en ufak bir savsaklama
durumunda
bu planları doğrudan devreye sokacaklarını vurguluyor. Bu olur mu
olmaz mı ayrı bir sorun. Ancak, ortada bir gerçek var ve biz bunu
görmek zorundayız: Özellikle 15 Temmuz 2016 başarısız darbe
girişiminden sonra Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin artık
eskisi gibi olamayacağı görülmüştür. (Aslında
bu darbe girişimi olmasaydı
da ABD-Türkiye, daha geri planda Türkiye-AB ilişkileri, daha uzun
bir süreçte eski, emperyalizmin alışık olduğu ilişkilerden
çıkacak bir seyir içindeydi. Türk sermayesinin yayılmacılığı,
emperyal açılımları bunu göstermektedir. Türkiye
ile başta ABD olmak üzere Batılı güçler arasındaki ilişkilerin
2017-2010’dan itibaren giderek gerilmesi bunun açık ifadesidir.
Söz konusu darbe girişimi sadece bir dönüm noktası olmuştur).
Türk
burjuva devleti, diktatör Erdoğan önderliğinde o zamana kadar
NATO’ya havale edilmiş olan
güvenlik politikasını terk etmeye başlamış ve yeni bir ulusal
güvenlik politikası geliştirmiştir (1).
Bu politika Ortadoğu ekseninde Kürt düşmanlığı
olarak; Doğu Akdeniz’de ABD ve AB
karşıtlığı olarak, Ege’de Yunanistan düşmanlığı olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Bu
yeni ulusal güvenlik politikasının Ortadoğu ekseninde doğrudan
sonucu olarak “Fırat Kalkanı Harekatı”, “Zeytin Dalı
Harekatı” gerçekleştirilmiş,
Güney Kürdistan’da “Pençe Harekatı” sürdürülürken,
henüz
harekatın düzenlenemediği
Fırat’ın doğusunda söz konusu bu “mutabakat” sağlanmıştır.
Bu demektir ki, Fırat’ın doğusunu da işgal etmek için fırsat
kollanmaktadır. Bu fırsat, belki de İdlib karşılığında Rusya
ile anlaşmayla sağlanabileceği gibi, ABD’nin
Türkiye’yi tamamen kaybetme korku ve çaresizliğinden de
yararlanılarak elde edilebilir. Türkiye’nin ABD’nin bu işgale
göz yumması için elinde küçümsenemeyecek kozları vardır.
Örneğin İncirlik üssünün kullanımı.
Bu
“mutabakat”ın sağlanmasında etkili olan başka bir faktör de
şu olabilir:
ABD, S-400 alımından dolayı Türkiye’yi cezalandırmak istedi;
bir dizi tehditler, ambargolar gündemdeydi. Ama bu tehditler,
ambargolar şimdilik konuşulmaz oldu. Bu “mutabakat”, S-400
alımı kaynaklı tehditleri ve ambargo girişimlerini geri plana
itmiş, bu
bağlamda ortamı yumuşatmış olabilir.
Karşımızda,
Türkiye’yi kaybetmek istemeyen, kaybetmek istemediği için onun
çıkarlarını da dikkate almak zorunda kalan, ama giderek
denetleyemeyen bir ABD var.
Karşımızda,
Türkiye’yi yanına çeken, daha çok çekmek isteyen, yanına
çekmek istediği için onun çıkarlarını gözeten/destekleyen ve
böylece ABD’ye darbe vurmak isteyen bir Rusya var.
Ve
nihayetinde karşımızda, bu iki hegemonyacı, dünya çapında
jeopolitik güç ve yeteneğe sahip iki emperyalist ülke arasındaki
çelişkilerden yararlanan ve yararlanma politikaları geliştiren
emperyal adımlar atan bir Türkiye var.
Rojava
devriminin geleceği de bu jeopolitik oyunların bir parçası
yapılmaktadır. Üç koldan bu devrime ve kazanımlarına farklı
taktiklerle saldırılmaktadır: Türk burjuvazisi sadece bu devrimi
yok etmekle kalmayıp tüm Kürt ulusunun imhası, katli için
Kürdistan’ın üç parçasında saldırılarını hız kesmeksizin
devam ettirirken, Amerikan emperyalizmi Rojava devrimini
barzanileştirmek, kendi çıkarları başta olmak üzere Batının
emperyalist çıkarlarına hizmet eder hale getirmek isterken, Rusya
ve Esad rejimi de kimlik tanıması adı altında devrimi ve mevcut
kazanımlarını rejimin çıkarlarına tabi kılarak kuşa çevirmek
amacındadır.
Derinliği
tartışmalı olan bu “mutabakat” uygulandığında Fırat’ın
doğusunda yer alan Kobane ve Cizire Kantonları her bakımdan
(ekonomik, siyasi, askeri, üstyapısal vs.) işlevsizleştirilmeye
açık hale getirilecektir. Bu anlamda ABD ve Türkiye arasında
görüş ortaklığı vardır, ama uygulamada yöntem ve biçim
farklı olabilir.
Ayrıca,
bu “mutabakat” çerçevesinde Fırat’ın doğusuna, demografik
yapının değiştirilmesi için stratejik olarak serpiştirilerek
yerleştirilecek olan Suriyeli göçmenler “beşinci kol” görevi
üstlenmiş olacaklardır. Yerleştirilecek göçmenlerin bu rolü
oynamaları için Türk devleti, işgal ettiği bölgelerde yaptığı
gibi bütün imkanlarını seferber edecektir.
Nihayetinde
içeriği doldurulmamış bu üç maddeden oluşan “mutabakat”la,
Fehim Taştekin’in dediği gibi “Ne Kürtlerin dediği oldu ne
Türkiye’nin”.
*
1)
Ulusal güvenlik politikası ve emperyalistleşen türkiye için
bkz.: İ. Okçuoğlu;
-EMPERYALİST
KÜRESELLEŞME VE DEĞİŞEN GÜÇLER DENGESİ, Töz yayınları,
Ocak 2019.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I),
2 Eylül 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası –
II),13 Ekim 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
MUSUL “SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12
Kasım 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV),
30 Aralık 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V -
son makale), 14 Mart 2017.