deneme

14 Ağustos 2019 Çarşamba

ROJAVA DEVRİMİNİN GELECEĞİ TEHLİKEDE



ROJAVA DEVRİMİNİN GELECEĞİ TEHLİKEDE

MUTABAKAT” FIRAT’IN DOĞUSUNA “SEFERİ” ŞİMDİLİK ENGELLEDİ

6-7 Ağustos tarihinden Türkiye ile ABD arasında gerçekleştirilen Fırat’ın doğusuyla ilgili toplantılar sonrasında her iki taraf, konuya ilişkin “mutabakat” sağladıklarını eş zamanlı olarak kamuoyuyla paylaştılar.
Ortak metinde uzlaşılan üç konu şöyle tanımlandı: 

1- Türkiye’nin güvenlik endişelerini giderecek ilk aşamada alınacak tedbirlerin bir an önce uygulanması.

2- Bu çerçevede güvenli bölge tesisinin ABD ile koordine ve yönetimi için Türkiye’de Müşterek Harekat Merkezi’nin en kısa zamanda kurulması.

3- Müteakiben, Güvenli Bölgenin bir barış koridoru olması ve Suriyeli göçmenlerin geri dönmeleri için her türlü ilave tedbirin alınması (Basından).

Bu toplantıların gerçekleştiği ön günlerde Türkiye-ABD arasındaki S-400’ler somutunda karşılıklı tehditleri göz önüne getirirsek, bugün söz konusu “mutabakat” üzerine yapılan birtakım değerlendirmelerin ne denli havada kaldığını, ne denli oportünist olduğunu görürüz. Öyle ki, sinekten yağ çıkartan meziyetler de sergilendi. Bütün bu değerlendirmelerde soruna tek yanlı bakmanın, Amerikan emperyalizminin bölgedeki rolünü anlamamanın veya abartmanın ve aynı zamanda Türkiye’nin rolünü küçümsemenin rolü önemli olmuştur.

Amerikan emperyalizmi, S-400 alımından dolayı açıktan Türkiye’yi tehdit ettiği, buna karşın Türkiye'nin belli bir direnç sergilediği bir dönemde her iki taraf, tanımı tam yapılmayan bir “güvenli bölgesi” veya “barış koridoru” üzerinde anlaşıyor. Peki, nasıl oldu bu iş? O güne kadar Türkiye’yi Ortadoğu’dan ve Suriye sahasından uzak tutmaya çalışan; Amerikan çıkarlarını gözetmeyen politikalar uygulamaya çalışan Türkiye’yi tehdit eden; Rusya ile ilişkilerinden dolayı oldukça rahatsız olan Amerikan emperyalizmi; Türkiye’ye karşı tehditlerinin dozajını yükseltmiş olduğu bir dönemde nasıl oldu da “elinden kaçırmak üzere” olduğu Türkiye ile hiç olamaz denilen bir konuda anlaşabildi?
O bölgeye; Rojava’nın Fırat’ın doğusu alanına (Kobane ve Cizire Kantonları) Türk ordusunun girmesi Rojava devrimine vurulan ağır bir darbe olmayacak mı? Faşist Türk ordusuyla birlikte başka hangi güçler (Amerikan, İngiliz askerleri veya genel anlamda NATO güçleri) bu mutabakat çerçevesinde hareket etmek için faaliyet gösterirlerse göstersinler, Türk burjuvazisinin amacına ulaşmak için atacağı adımları engellemede zorlanacaklardır, en fazlasıyla geciktirebilir. Nitekim bunu Türk tarafı, başta diktatör Erdoğan olmak üzere Savunma ve Dışişleri bakanları sürekli dile getirmiştir. Bu işin ne kadar ciddi olduğunu göstermek için olsa gerek 12 Ağustos’da “Müşterek Harekat Merkezi'nde görevlendirilecek ilk Amerikalı askerleri Urfa’ya geldiler.

Peki, her iki tarafın uygulaması, pratiği ne olacak? Bu konuda bilgi, ayrıntı yok. Ama söz konusu “Güvenli Bölge”nin uzunluğu biliniyor, en azından tartışılmıyor. Ama derinliği tartışma konusu.

Bu konuda SDG Genel Komutanı Mazlum Kobane toplantılar öncesinde şu açıklamayı yaptı:
Diplomasiyi biz istedik. Müttefiklerimizden Erdoğan ne istiyor öğrenmelerini istedik. Ben istedim. Biz altı-yedi yıldır savaştayız. Bir tek saldırı olmadı. Jefrrey sevinerek devreye girdi. Türkiye’nin söylediği inandırıcı değil. Onlar için varlığımız tehdittir. Niye tehlike olsun ki, zaten aramızda duvar var. Süreç böyle devam etti. Erdoğan-Trump telefon görüşmesinden sonra biz de kendi projemizi geliştirdik:

1- Bu mesele sınır meselesidir, 30 kilometre olmaz, beş kilometre olsun.
2- Bu bölgeden YPG’yi, savaşan güçleri çeker yerine yerel güçler koyarız.
3- Ağır silahları da çekeriz. Bizim Türkiye menziline ulaşacak ağır silahlarımız var, onları çekeriz dedik. 20 kilometre menzilli silahlarımız var.
4- Yerel hükümetler o bölgeyi yönetsin.

Buna karşılık Türkiye de taahhütte bulunsun saldırmasın. Türkiye’siz bir uluslararası güç olsun. Türkiye taraftır, tarafsız güç olsun… Biz Türkiye’nin teklifini kabul etmedik ama işi yokuşa süren taraf olmak istemedik”.

Bu durumda Amerikan askerleri, Türk askerlerini 5 km’nin ötesine geçirmeyecekler mi? 
 
YPG çekilince yerine konacak yerel güçleri Türk tarafı kabul edecek mi? 
 
Türkiye, mutabakat gereği girdikten sonra, oraya yerleşmeyecek mi, saldırmayacak mı? 
 
Yerel hükümetleri” tanıyıp kabul edecek mi?

Kürtleri, SGD’yi, Kürt özgürlük hareketini, neden böyle hareket ettiklerini, Türkiye-ABD arasındaki çelişkilerden yararlanmak istediklerini anlıyorum. Bu soruların muhatabı onlar değil. Bu soruların muhatabı, Türkiye ile ABD arasındaki genelde ve özel olarak da Suriye’deki ilişkilerin gerginliğini, çelişkili olmasını açıkça ifade edilmese de “danışıklı dövüş” olarak görenlerdir; bu anlayışta olanlara göre, ABD zorlayınca veya Türkiye köşeye sıkışında ABD’nin taleplerine teslim olacaktır; ABD bastırırsa istediğini alır; ne de olsa Türkiye emperyalizme bağımlıdır, efendisinin sözünden çıkamaz vb. Bir de bu anlayışa, Rusya, Türkiye-ABD arasındaki “danışıklı dövüş”ün farkında değil, farkına vardığında da iş işten geçmiş olacaktır türünden değerlendirmeler eklenirse karşımıza yıkılmayacağının, emperyalistlerin her şeye muktedir olduğunun ilan edildiği bir dünya “müesses nizamı” çıkar. Bu “müesses nizam”da sermaye ve üretim uluslararasılaşmıştır, ekonomide, politikada, askeriyede her bir ülkenin, aktörün rolü bellidir, rolün dışına çıkılmasına izin verilmez, bunu deneyenin başına da olmadık gelir! Bilerek veya farkına varmadan Türkiye-ABD ilişkileri (veya Türkiye-AB ilişkileri, ABD-Rusya, ABD-Çin ilişkileri vs.) bu “müesses nizam” çerçevesinde ele alındığı için iki ülke arasındaki söz konusu mutabakatın da Amerikan çıkarlarına uygun olarak hazırlanmış olduğu anlayış yaygındır. Peki, Amerika’nın çıkarı nedir? Amerika'nın çıkarı Türkiye’nin oradan, mümkün olsa Suriye ve Irak'dan uzak tutulmasıdır. Veya daha genel anlamda söyleyecek olursak, Türkiye’nin ABD’in Ortadoğu politikasına koşulması, onun çıkarları doğrultusunda hareket etmesidir. Başlangıçta Suriye’de böyle olmuştur, ama sonra durum tamamen değişmiştir. Hal böyle olduğuna göre bu “mutabakat” neden sadece ABD’nin çıkarlarına göre hazırlanmış oluyor?

Her iki ülke arasında varılan “mutabakat” bir ara çözümdür. Peki, hangi nedenlerden dolayı neyin bir ara çözümü?
Şimdi buna bakalım:
Bu ara çözüm, sadece Türkiye ve ABD arasında, başka faktörler göz önünde tutulmaksızın, her iki ülke arasında güç dengesinin ancak bu kadara; bu ara çözüme izin verdiği koşullarda sağlanmamıştır. Sorun, başka faktörler yok sayılarak salt güç dengesine göre hareket etmek olsaydı, ortada sadece ABD’nin sözünün geçtiği, çıkarlarının ifade edildiği bir çözüm olurdu; bu durumda güç dengesinden değil, güç dengesizliğinden bahsedilirdi.

Üç gün süren mutabakat görüşmelerinde masada oturanlar sadece Türkiye ve ABD değildi; masada Rusya, Suriye rejimi, İran ve Rojava devrim güçleri de oturmaktaydı.

Bunun ötesinde bu mutabakat görüşmelerinde sorun sadece Fırat’ın doğusu ile hiç sınırlı değildi. Fırat’ın doğusu sorunun sadece görünen yüzüydü.

Irak’ın işgalinden, Suriye iç savaşından bu yana Ortadoğu’da siyasi haritanın yeniden çizilmesi için sürdürülen savaşlar Sykes-Picot Anlaşmasının (1916) geçersiz olduğunu, yeni bir paylaşımın gündemde olduğunu göstermektedir. Sykes-Picot Anlaşması, Osmanlı topraklarının İngiliz ve Fransız emperyalizmi arasında paylaşımını ifade ediyordu. Bu yeni paylaşımda aktörler çoğaldı; ABD ve Rusya gibi kutupları ifade eden baş aktörlerin yanı sıra İran, Türkiye, İsrail gibi bölgesel aktörler de var. S. Arabistan, Katar gibi başka bölgesel ülkeler de Irak ve Suriye sahasında aktifler.

Burada güç dengesi, ne kadar güçlü olursa olsun Amerikan emperyalizmi bölgede Türkiye olmaksızın fazla bir şey yapamayacağını anlamış olmasından ve Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini derinleştirmesinin kendi çıkarlarına ters düşeceğini görüyor olmasından dolayı sağlanmıştır. Türkiye’nin emperyalizme bağımlı olduğunu, istiyorsanız sömürge, yarı-sömürye, yeni sömürge, mali-ekonomik, askeri-siyasi (bu da benim eklemem) sömürge olduğunu 7/24 zaman dilimi içinde sürekli yazıp-çizebiliriz. Ama bu, Türkiye’nin mevcut ekonomik ve askeri gücünden, dünya ve bölge jeopolitikasındaki stratejik konumundan dolayı oynadığı rolü değiştirmez. Eğer diktatör Erdoğan, ABD karşısında direniyorsa, diretiyorsa bu gücünü söz konusu konumundan almaktadır.

Diktatörün böyle hareket etmesinde Rusya da önemli bir rol oynamaktadır. ABD ile rekabetinde Rusya, güncel gelişmelere bakıldığında Suriye eksenli Ortadoğu’da Türkiye kartını ABD’den almıştır (Abartı deniyorsa, önemli oranda almıştır diyelim). Bu nedenle Rusya’nın Türkiye ile işbirliği ABD ile rekabetinde onu bir adım ileri taşımaktadır. Bunun örnekleri var. En yenisi S-400 alımıdır.

Ortadoğu’da emperyalistler arası rekabet sadece Irak ve özellikle Suriye ile sınırlı kalmıyor; Petrol ve doğal gaz yataklarının bulunmasından sonra Doğu Akdeniz de Ortadoğu’daki “it dalaşı”nın bir uzantısı haline gelmiştir.

Türk burjuvazisi, bu mutabakatın akıbetinin Münbiç’e benzemeyeceğini, bu nedenle B ve C planlarının olduğunu, en ufak bir savsaklama durumunda bu planları doğrudan devreye sokacaklarını vurguluyor. Bu olur mu olmaz mı ayrı bir sorun. Ancak, ortada bir gerçek var ve biz bunu görmek zorundayız: Özellikle 15 Temmuz 2016 başarısız darbe girişiminden sonra Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin artık eskisi gibi olamayacağı görülmüştür. (Aslında bu darbe girişimi olmasaydı da ABD-Türkiye, daha geri planda Türkiye-AB ilişkileri, daha uzun bir süreçte eski, emperyalizmin alışık olduğu ilişkilerden çıkacak bir seyir içindeydi. Türk sermayesinin yayılmacılığı, emperyal açılımları bunu göstermektedir. Türkiye ile başta ABD olmak üzere Batılı güçler arasındaki ilişkilerin 2017-2010’dan itibaren giderek gerilmesi bunun açık ifadesidir. Söz konusu darbe girişimi sadece bir dönüm noktası olmuştur).

Türk burjuva devleti, diktatör Erdoğan önderliğinde o zamana kadar NATO’ya havale edilmiş olan güvenlik politikasını terk etmeye başlamış ve yeni bir ulusal güvenlik politikası geliştirmiştir (1). Bu politika Ortadoğu ekseninde Kürt düşmanlığı olarak; Doğu Akdeniz’de ABD ve AB karşıtlığı olarak, Ege’de Yunanistan düşmanlığı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu yeni ulusal güvenlik politikasının Ortadoğu ekseninde doğrudan sonucu olarak “Fırat Kalkanı Harekatı”, “Zeytin Dalı Harekatı” gerçekleştirilmiş, Güney Kürdistan’da “Pençe Harekatı” sürdürülürken, henüz harekatın düzenlenemediği Fırat’ın doğusunda söz konusu bu “mutabakat” sağlanmıştır. Bu demektir ki, Fırat’ın doğusunu da işgal etmek için fırsat kollanmaktadır. Bu fırsat, belki de İdlib karşılığında Rusya ile anlaşmayla sağlanabileceği gibi, ABD’nin Türkiye’yi tamamen kaybetme korku ve çaresizliğinden de yararlanılarak elde edilebilir. Türkiye’nin ABD’nin bu işgale göz yumması için elinde küçümsenemeyecek kozları vardır. Örneğin İncirlik üssünün kullanımı.

Bu “mutabakat”ın sağlanmasında etkili olan başka bir faktör de şu olabilir: ABD, S-400 alımından dolayı Türkiye’yi cezalandırmak istedi; bir dizi tehditler, ambargolar gündemdeydi. Ama bu tehditler, ambargolar şimdilik konuşulmaz oldu. Bu “mutabakat”, S-400 alımı kaynaklı tehditleri ve ambargo girişimlerini geri plana itmiş, bu bağlamda ortamı yumuşatmış olabilir.

Karşımızda, Türkiye’yi kaybetmek istemeyen, kaybetmek istemediği için onun çıkarlarını da dikkate almak zorunda kalan, ama giderek denetleyemeyen bir ABD var.

Karşımızda, Türkiye’yi yanına çeken, daha çok çekmek isteyen, yanına çekmek istediği için onun çıkarlarını gözeten/destekleyen ve böylece ABD’ye darbe vurmak isteyen bir Rusya var.

Ve nihayetinde karşımızda, bu iki hegemonyacı, dünya çapında jeopolitik güç ve yeteneğe sahip iki emperyalist ülke arasındaki çelişkilerden yararlanan ve yararlanma politikaları geliştiren emperyal adımlar atan bir Türkiye var.

Rojava devriminin geleceği de bu jeopolitik oyunların bir parçası yapılmaktadır. Üç koldan bu devrime ve kazanımlarına farklı taktiklerle saldırılmaktadır: Türk burjuvazisi sadece bu devrimi yok etmekle kalmayıp tüm Kürt ulusunun imhası, katli için Kürdistan’ın üç parçasında saldırılarını hız kesmeksizin devam ettirirken, Amerikan emperyalizmi Rojava devrimini barzanileştirmek, kendi çıkarları başta olmak üzere Batının emperyalist çıkarlarına hizmet eder hale getirmek isterken, Rusya ve Esad rejimi de kimlik tanıması adı altında devrimi ve mevcut kazanımlarını rejimin çıkarlarına tabi kılarak kuşa çevirmek amacındadır.

Derinliği tartışmalı olan bu “mutabakat” uygulandığında Fırat’ın doğusunda yer alan Kobane ve Cizire Kantonları her bakımdan (ekonomik, siyasi, askeri, üstyapısal vs.) işlevsizleştirilmeye açık hale getirilecektir. Bu anlamda ABD ve Türkiye arasında görüş ortaklığı vardır, ama uygulamada yöntem ve biçim farklı olabilir.
Ayrıca, bu “mutabakat” çerçevesinde Fırat’ın doğusuna, demografik yapının değiştirilmesi için stratejik olarak serpiştirilerek yerleştirilecek olan Suriyeli göçmenler “beşinci kol” görevi üstlenmiş olacaklardır. Yerleştirilecek göçmenlerin bu rolü oynamaları için Türk devleti, işgal ettiği bölgelerde yaptığı gibi bütün imkanlarını seferber edecektir.

Nihayetinde içeriği doldurulmamış bu üç maddeden oluşan “mutabakat”la, Fehim Taştekin’in dediği gibi “Ne Kürtlerin dediği oldu ne Türkiye’nin”.

*

1) Ulusal güvenlik politikası ve emperyalistleşen türkiye için bkz.: İ. Okçuoğlu;
-EMPERYALİST KÜRESELLEŞME VE DEĞİŞEN GÜÇLER DENGESİ, Töz yayınları, Ocak 2019.
- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I), 2 Eylül 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II),13 Ekim 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; MUSUL “SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12 Kasım 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV), 30 Aralık 2016.
- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son makale), 14 Mart 2017.