deneme

3 Kasım 2019 Pazar

FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN ROJAVA “SEFERİ” SONUÇLARI -


FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN ROJAVA “SEFERİ” SONUÇLARI -

SURİYE SAHASINDA JEOPOLİTİK OYUNLAR VE

TÜRK BURJUVAZİSİNİN ULUSAL GÜVENLİK KONSEPTİ


1-İşgalin Seyri ve İlk Sonuçları

6 Ekimde diktatör, Trump ile görüşür ve harekat hakkında bilgi verir. Bu görüşmeden sonra da Amerikan silahlı güçleri bölgeden çekilmeye başlar. Ancak, ABD Dışişleri Bakanı M. Pompeo, çekilmenin harekatın onaylanması anlamına gelmediğini açıklar, ABD yetkilileri Türkiye’yi ekonomik yaptırımlarla tehdit etmeye başlarken. YPG de ABD’yi ihanetle suçlar.
9 Ekimde harekat başlar ve 12 Ekimde de işgalci güçler M4 karayoluna ulaşılır.

17 Ekimde ABD-Türkiye arasında imzalanan 13 maddelik Ankara Mutabakatı ile “Barış Pınarı Harekatı”, verilen 120 saatlik süre sonrasında Rojava devrim güçlerinin çekilmesinin gerçekleşmemesi durumunda yeniden başlayacağı kaydıyla durdurulur.

20 Ekimde Rusya-Türkiye arasında 10 maddelik Soçi Mutabakatı imzalanır. Rojava devrim güçlerinin verilen 150 saatlik zaman zarfından 30 km güneye çekilmemeleri durumunda harekatın devam edeceği açıklanır.

Ankara Mutabakatı, Rojava devriminin tasfiyesi için ABD-Türkiye arasında atılan ilk adımdır; oyunun ilk perdesidir.

Soçi Mutabakatı ise Rojava devriminin tasfiyesi için Rusya-Türkiye arasında atılan adımdır. Bu da Rojava devriminin tasfiyesi için atılan ikinci adımdır; oyunun ikinci perdesi.

Mutabakatların sonucuyla ilgili olarak daha önceki iki makaleden özet bir aktarma yapalım:
Ankara Mutabakatının 7., 9., 10. ve 11. maddeleri sorunun ne olduğunu yeteri kadar açıklıyor:

7. maddeye göre “Türk tarafı Türk kuvvetleri tarafından kontrol edilen güvenli bölgedeki tüm meskun mahal (güvenli bölge) sakinlerinin dirliği ve güvenliğini sağlayacağını taahhüt eder, sivillerin ve sivil altyapının zarar görmemesi için azami dikkati göstereceğini vurgular.”

Böylece işgal edilen alan, “güvenli bölge” ilan ediliyor; işgal meşrulaştırılıyor ve işgalci güçlerin burada varlığı ve kalıcılığı tanınmış oluyor.

9. maddeye göre “Her iki taraf Türkiye’nin, YPG ağır silahlarının toplanması ve YPG tahkimatları ile tüm muharip mevzilerinin kullanılmaz hale getirilmesi dahil, milli güvenlik kaygılarının giderilmesini teminen bir güvenli bölge kurulmasının devam eden önemi ve işlevselliğinde mutabık kalır.”

Bu maddeye göre devrim güçleri, Rojava devrimi, savunma imkanlarından mahrum kılınıyor; devrimin resmen tasfiyesi talep ediliyor.

10. maddeye göre “Güvenli bölge, evvelemirde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kontrolünde olacak ve her iki taraf, güvenli bölgenin her veçhesiyle uygulanmasında eşgüdümü artıracaktır.”

Bu madde, işgal bölgesinde hakimiyetin TSK’nın, dolayısıyla faşist diktatörlüğün elinde olduğunu kabul ediyor.

11. maddeye göre de “Türk tarafı Barış Pınarı Harekatı’na, güvenli bölgeden YPG’nin 120 saat içinde geri çekilmelerini teminen ara verecektir. Barış Pınarı Harekatı, bu geri çekilmenin tamamlanmasını müteakip durdurulacaktır.”

Bu madde de YPG’nin kendi ülkesinden çıkmasını, güneye, Suriye içlerine doğru çekilmesini talep ediyor.

Soçi Mutabakatı, Rojava’nın diğer bölgelerinde devrimin tasfiyesi anlamına gelmektedir.

1. “Her iki taraf Suriye'nin siyasi birliği ve toprak bütünlüğünün muhafazasına ve Türkiye'nin milli güvenliğinin korunmasına olan bağlılıklarını teyit ederler.”

Astana sürecinde bu anlayış yer alır. Bu anlayışa en az saygı gösteren ama en sık tekrar eden Türkiye olmuştur. Efrin’in, Cerablus-El Bab hattının işgali ve son işgal bunun açık kanıtıdır.

2. “Terörizmin tüm şekil ve tezahürleriyle mücadele etme ve Suriye topraklarındaki ayrılıkçı gündemleri boşa çıkarma yönündeki kararlılıklarını vurgularlar.”

Bu madde, her iki tarafın, değişmeyen görüşlerine karşılıklı göz yumduklarını gösterir. Diktatör Erdoğan’ın terör örgütü dediği YGP-PYD’yi Rusya hiçbir zaman terör örgütü olarak tanımlamamıştır. Buna karşın Türkiye’nin Suriyelilerden oluşan “Milli Ordusu”nu terör örgütü olarak tanımlamaktadır.

3. “Bu çerçevede, Tel Abyad ve Ras Al Ayn'ı içine alan 32 km derinliğindeki mevcut Barış Pınarı Harekâtı alanındaki yerleşik statüko muhafaza edilecektir.”

Tel Ebyad – Serekaniye hattının güneye doğru 30 km derinlikte işgal edilmesini Rusya da kabul etmiş oluyor. Yani böylece Türkiye-ABD arasındaki “mutabakat”, Soçi’de kabul edilen Türkiye-Rusya arasındaki “mutabakat”la kabul edilmiş oluyor.

4. “Her iki taraf Adana Anlaşması'nın önemini teyit eder. Rusya Federasyonu mevcut koşullarda Adana Anlaşması'nın uygulanmasını kolaylaştıracaktır.”

Adana anlaşması (1998) aslında Türkiye’nin işine yarayan özellik taşımaktadır. En azından bu anlaşma gerekçesiyle Suriye topraklarına girmesi meşrulaşıyor. Ancak Türkiye’nin Suriye’deki işgal harekatları bu anlaşmanın bu özelliğini geride bırakıyor. Rusya açısından bu anlaşma, Türkiye ile Suriye’yi aynı masaya oturtmanın; Türkiye’nin Suriye’yi (Esad rejimini) tanımasının bir aracı olarak görülüyor. O günler de pek uzak olmasa gerek.

5. “23 Ekim 2019, öğlen saat 12.00'den itibaren, Rus askeri polisi ve Suriye sınır muhafızları, Barış Pınarı Harekât alanının dışında kalan Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafına, YPG unsurları ve silahlarının Türkiye-Suriye sınırından itibaren 30 km'nin dışına çıkarılmasını temin etmek üzere girecektir. Bu işlem 150 saat içinde tamamlanacaktır. Aynı saat itibarıyla, mevcut Barış Pınarı Harekât alanı sınırlarının batısı ve doğusunda 10 km derinlikte Kamışlı şehri hariç Türk-Rus ortak devriyeleri başlayacaktır.”

Bu madde bir kaç açıdan önemli:
Birincisi, Türkiye, Suriye ordusunu Suriye-Türkiye sınırından uzak tutmak, rejimi tanımamak anlayışından vazgeçmiş oluyor. Zaten daha öncesinde, ABD’nin Menbiç’i terk edip boşalan alanı Rus ve Suriye güçlerinin aldığı gün Suriye’nin askeri gücünü kabullenmiş oluyordu. Aynı anlayışını Kobane için de yineledi.

İkincisi, buna rağmen, sınırdan Suriye içlerine doğru 10 km’lik derinliği Türk ve Rus güçleri kontrol ediyorlar.

Üçüncüsü, bu maddeye göre YPG/SDG 150 saat içinde, yani 29 Ekim akşamına kadar 32 km güneye çekilecek. Yani bu alanda; Fırat’ın doğusunda “Barış Pınarı Harekatı” alanı dışındaki Rojava topraklarında 30 km güneye çekilecek. Bu durumda Rojava devrimi zemininden, yeşerdiği topraklardan kopartılmış oluyor.

6. “Münbiç ve Tel Rıfat'tan bütün YPG unsurları silahlarıyla birlikte çıkarılacaktır.”

Faşist, sömürgeci diktatörlük Menbiç ve Tel Rıfat’ı işgal etmeyi çok istedi. Ama Rusya ve İran faktöründen dolayı Tel Rıfat’ı, ABD faktöründen dolayı da Menbiç’i işgal edemedi. Bu alanlarda Rusya-Suriye güçlerinin varlığını Erdoğan hazmetmek zorunda kaldı. Ancak, YPG/SDG’nin bu alanlardan da çekilmek zorunda kalması, buralarda devrimin tasfiyesinden başka bir anlama gelmez.

7. “Her iki taraf terörist unsurların sızmalarının önlenmesinin temini için gerekli tedbirleri alacaktır.”

Her iki tarafın terörist anlayışı farklı olduğu için bu maddenin uygulaması nasıl olur, bu belli değil.

8. “Mültecilerin güvenli ve gönüllü şekilde geri dönüşlerini kolaylaştırmak maksadıyla ortak çalışma yapılacaktır.”

Diktatör Erdoğan, bu maddeye dayanarak işgal alanlarına altyapı hizmetleri sunarak Türkiye’deki mülteci konumunda olan Suriyelileri bu alanlara yerleştirmek ve böylece demografik yapıyı değiştirmek istiyor. Bunun ötesinde, yoğun Türkmen göçüyle de yeni bir koridor oluşturma niyetindedir.

9. “Bu muhtıranın uygulanmasını gözetmek ve koordine etmek amacıyla müşterek bir denetim ve doğrulama mekanizması ihdas edilecektir.”

İşlerlik kazanması durumunda Rus-Türk koordinasyonu Rojava devriminin tasfiyesini kontrol etme koordinasyonu olacaktır. Ne yani ortaklaştırılmış bir harekat merkezi kuracaksın ve “mutabakat”ın yerine getirilip getirilmediğini kontrol edeceksin. Bu arada YPG/SDG’nin 30 km güneye çekilip çekilmediğini de kontrol edeceksin.

10. “Taraflar Astana Mekanizması çerçevesinde Suriye ihtilafına kalıcı bir siyasi çözüm bulunması amacıyla çalışmalarını sürdürecek ve Anayasa Komitesi'nin faaliyetlerini destekleyecektir.”

Bakalım Türkiye, anayasa komitesinden şimdiye kadar dışladığı Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi’ni anayasa çalışmalarında da dışlayabilecek mi?

Her iki mutabakat da Rojava devriminin tam teslimiyeti için Türkiye, ABD ve Rusya tarafından hazırlanmıştır. Bu, Rojava devriminin tam bir tasfiyesidir veya paramparça edilmesidir.
Her iki mutabakat, iki emperyalist ülkenin (ABD ve Rusya) ve bir bölgesel gücün elele vererek Rojava devrimini, Kuzey Suriye Demokratik Federasyonunu tasfiye etmeleridir.

Her iki mutabakat gereği, Rojava devrim güçleri belirlenen alan dışına çıktıklarını açıkladılar.

Efrin’in işgaliyle bu kantonda devrimin üstyapısı tamamen tasfiye edildi. ABD-Türkiye ve Rusya-Türkiye mutabakatlarıyla da diğer iki kantonda devrimin üstyapısı, askeri gücü, demokratik kurumları, eğitimi sistemi, sağlık sistemi, asayişi, savunması tasfiye ediliyor. İşgalci güçler, işgal ettikleri bölgelerde devrimin üstyapı kurumlarını dağıtmak ve yerine uygun gördükleri kendi kurumlarını kurmakla işe başladılar.

Her iki “mutabakat” Suriye eksenli rekabette güç dengesinin değiştiğini göstermektedir. Suriye alanında Amerikan emperyalizminin etkisi görece azalmaktadır. Rojava devrim güçleri ve yapılanması şimdilik etkisiz hale getirilmiştir. Bunda Türkiye kadar Amerikan emperyalizminin ve Rus emperyalizminin payı vardır. Türkiye soruna “ulusal güvenlik politikası”, sömürgecilik açısından bakarken, ABD ve Rusya, küresel rekabetin bir ayağı olarak Rojava devriminin tasfiyesine önayak olmuşlar, bizzat katılmışlardır.

Türkiye’den herkes (ABD, Rusya), kendi işine gelen bir ilerleme istiyor. Aynen daha önceki işgallerde olduğu gibi. Bu sefer kantarın topuzu Türkiye lehine biraz fazla kaçtı! Amerikan emperyalizmi, diktatörün dayatması ve AB’yi kapıları açarım tehdidiyle kendi aleyhine, işgal girişimi karşısında nispeten hareketsiz bıraktı.

Şüphesiz ki, bunda, Türkiye’nin ABD ve AB ile boy ölçüşecek güce sahip olduğu değil, coğrafyanın jeostratejik gücü bağlayıcı bir rol oynamıştır. Bu coğrafya, sürekli tekrar ettiğim gibi “belalı” bir coğrafyadır. Dünya jeopolitiğinde vazgeçilemez bir alandır. Dünya hakimiyeti peşinde olan emperyalist ülkelerin bu hakimiyeti sağlayabilmek için öncelikle göz diktiği bir coğrafyadır. Kuzeyden güneye, doğudan batıya veya tersi geçişin kavşağıdır. ABD, Türkiye’ye bu gözle bakmaktadır ve Türkiye'nin Rusya ile son dönemdeki gelişen ve derinleşen ilişkileri göz önünde tutulursa böyle bir alanı rakibine kaptırmamak için bu işgal sorununda adeta çaresiz kalmıştır.

Aynı şekilde Rusya da bu coğrafyayı kendi hegemonya mücadelesi için kullanmak isteyecektir. O da Türkiye’ye ABD’nin baktığı jeopolitik gözle bakmaktadır. Türkiye de bu her iki güç arasındaki bölge ve kendisi üzerine rekabet ve çelişkilerden yararlanıyor.

Rojava devriminin tasfiyesinde jeopolitik rekabet belirleyici neden olmuştur; bölgemizde ABD, Rusya, Türkiye arasındaki küresel, Türkiye açısından bölgesel rekabetin ortaya koyduğu gerçeklik budur.

ABD, Türkiye’yi kaybetmemek, Rusya da Türkiye kazanımını pekiştirmek için Rojava devriminin tasfiyesinin yolunu açtılar (Efrin) ve bizzat katıldılar (Türkiye-ABD ve Türkiye-Rusya mutabakatları).

Açık ki, hesap Kürtlere, Rojava devriminin güçlerine, bu devrimi destekleyen uluslararası dayanışmaya sorulmadan yapıldı. Bunun böyle olduğunu direnişin devamından, uluslararası dayanışmanın gücünden anlıyoruz. Bunun böyle olduğunu, faşist diktatörlüğün en modern silahlarını kullanarak saldırısına beklemediği bir direnişle karşı koyuşta anlıyoruz.

Bu direniş iradesi, bu ruh, bize umudun ABD, Rusya ve Esad rejimi olmadığını, sadece ve sadece direniş olduğunu göstermektedir.

2- Dar Alanda “İt Dalaşı” ve Jeopolitik Açıdan İşgalin Anlamı

Ortadoğu'nun stratejik-jeopolitik ve ekonomik önemini birbirinden ayırmak güçtür ve sorunun ele alınışı bakımından bazen de gereksizdir. Kapsamlı bir analiz yapılmak isteniyorsa bu ayrımı yapmak zorunludur (1). Yeni bir analize konu olacak bir değişim olmadığı için bu konu üzerine daha önceki yazılardan kısa bir özet çıkaracağım: Bazı emperyalist ve bölge ülkeleri için Ortadoğu’nun enerji zenginliği belirleyici olabilir. (Örneğin, Çin, Japonya, İran, S. Arabistan). Ancak, dünya hakimiyeti için jeopolitika söz konusu olduğunda Ortadoğu iki açıdan önemlidir: Birincisi; enerjinin ve bunun dünya pazarlarına sevkiyatının kontrolü. İkincisi; dünya hakimiyeti jeopolitikasında stratejik önemi. Bugün ve somut olarak da Ortadoğu’da dünya hakimiyeti için jeopolitik güce ve yeteneğe sahip olan iki emperyalist ülke; ABD ve Rusya karşı karşıyadır. Sahip oldukları silah gücü ve fiziki olarak Suriye eksenli Ortadoğu oldukça dar bir alandır. Bu alanda bu iki güç, birbirine doğrudan dokunmadan, dolaylı olarak bir “it dalaşı” içindedir. Bu rekabetin içinde AB, tekil olarak Almanya, Fransa, İngiltere, dışarıdan bakmak zorunda kalmış olan, müsaade edildiği kadar müdahil olan “zavallı” konumunda olan emperyalist ülkelerdir.

Sykes-Picot Anlaşması (1916) ile Ortadoğu’yu kendi aralarında paylaşan, siyasal haritasını belirleyen Fransa ve İngiltere'nin yerini 100 sene sonra Amerikan ve Rus emperyalizmi almıştır. Şimdi bu iki güç, Ortadoğu’nun siyasal şekillenmesinde belirleyici rol oynamaktadır. Ancak, bu rollerini istedikleri gibi oynayıp oynamama konusunda Türkiye, Suriye-Irak eksenli alanda oldukça önemli olmaktadır.

Soruna neresinden bakarsanız bakın, ABD ve Rusya, Suriye-Irak eksenli Ortadoğu haritasını Türkiye’yi hesaba katmadan çizecek durumda değiller. Bu, faşist diktatörlüğün askeri ve ekonomik bakımdan bu iki emperyalist ülke ile boy ölçüşecek durumda olduğu anlamına asla gelmez. Bu, yaşadığımız coğrafyanın dünya jeopolitikasındaki stratejik öneminden kaynaklanmaktadır (2).

Nedir bu stratejik-jeopolitik önem? Bu ayrı bir yazı konusu (3). Bu konuda bir makale çerçevesine uygun düşen kısa bir özet yaparsak:

1-Türkiye coğrafyasını merkez alırsanız doğrudan üç kıtaya (Avrupa, Asya ve Afrika) ulaşabilirsiniz.

2-Türk burjuvazisi, jeopolitika oluşturmasında hakimiyet alanı olarak gördüğü bölgelere doğrudan ulaşabilmektedir (Ortadoğu, Hazar Havzası ve Balkanlar).

3- Türkiye coğrafyası, emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği bölgeler, dünya hegemonyası iddiasında olan emperyalist ülkelerin geliştirdikleri jeopolitik açılım bakımından ateş çemberinin veya Hazar Havzası, Ortadoğu ve Balkanlar'dan oluşan üçgenin ortasında yer almaktadır:

-Balkanlarda AB-Rusya, ABD-Rusya, AB-ABD ve Türkiye arasındaki çelişkiler, her ne kadar bugün uyutuluyorsa da biraz kaşımakla her an patlak verebilir ve keskinleşebilir özellikte olan çelişkilerdir.

-Kafkasya/Hazar Havzasında ABD-Rusya, AB-Rusya, Türkiye-İran arasındaki rekabet sonlanmamıştır. Çeçenistan-Rusya ve Gürcistan-Rusya savaşlarından sonra bu bölgedeki rekabet “barışçıl” yöntemlerle sürdürülmektedir. Bu bölgede emperyalistler arası hesaplaşma sonlanmış olmaktan çok uzaktır.

-Ortadoğu'nun durumu belli; ABD-Rusya, ABD-İran, Türkiye-İran ve diğer bölge ülkeleri arasındaki çıkar çatışmaları vekalet savaşı boyutlarında sürmektedir. Ortadoğu'nun haritası bu çelişkilerin/çatışmaların nasıl sonuçlanacağına bağlı olarak yeniden şekillendirilecektir.

4-Türkiye coğrafyası Türk burjuvazisinin üç kıtaya doğrudan ulaşmasına imkan vermesinin ötesinde Okyanuslara açılmasını da mümkün kılan bir coğrafyadır. Cebelitarık Boğazı üzerinden
Atlantik Okyanusu'na ve Süveyş Kanalı üzerinden de Hint Okyanusu’na açılan bir coğrafya.

5-Ticari ulaşım bakımından:
Türkiye coğrafyası doğuyu batıya (Asya'yı Avrupa'ya) kuzeyi güneye (Rusya'yı Akdeniz'e ve okyanuslara) bağlayan kavşaktır. Burada söz konusu olan, özellikle kara ve deniz yollarıdır (karayolu, demiryolu, deniz ulaşımı ve boru hatları).

Dünya çapında enerji (petrol ve doğal gaz) kaynaklarının % 70’i Türkiye coğrafyasının etrafında yer almaktadır. Bu enerjinin çıkarımı ve dünya pazarlarına sevkiyatı üzerine rekabet henüz sonlanmamıştır. Sevkiyat konusunda emperyalistler arası rekabet, bu enerjiyi dünya pazarlarına ulaştırma çabaları Türkiye'yi önemli kılmaktadır.
Türkiye, Karadeniz ve Hazar havzası ülkelerinin dünyaya açılan yegane deniz kapısıdır.

5- İşbirliği veya müttefiklik ilişkilerinin olmadığı koşullarda Türkiye coğrafyası Rusya'nın Güneye (Akdeniz yönü) açılması önünde fiziki bir engeldir. Aynı zamanda AB'nin (üyesi olan Almanya, Fransa ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerin) Balkanlar üzerinden Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzasına açılması önünde fiziki bir engeldir.

6-Doğu Akdeniz'de bulunan enerji kaynakları üzerine rekabet de Türkiye coğrafyasını önemli kılmaktadır. Kaynakların paylaşılması üzerine rekabetin yanı sıra üretilen enerjinin Avrupa pazarlarına taşınması bakımından Türkiye coğrafyası tartışmasız avantajlara sahiptir.

Bütün bu nedenler Türkiye coğrafyasını benzersiz “belalı” bir coğrafya yapmaktadır. Ne İran ne Yunanistan, bağımsız olsa ne Kürdistan ve ne de Suriye bu özelliklere sahiptir” (4).

Suriye iç savaşının bugüne kadarki sürecinde diktatör Erdoğan önderliğinde faşist diktatörlüğün politikasının ne denli yanlış olduğunu, Suriye’de işgale girişirse bataklığa gömüleceğini, zaten ABD ve Rusya’nın böyle bir girişime asla izin vermeyeceklerini bolca yazıp çizdik. Öyle ki, Erdoğan’ı önce Obama’nın, sonra Trump’ın ve Putin’in “şamar oğlanı” yaptık. Putin’e her görüşmesinde Erdoğan’ı azarlattırdık, az kalsın Trump’a da dövdürtecektik! Tamam, “şamar oğlanı” olsun, rezil rüsva olsun, azarlansın, dövülsün. Ama nedense ne Putin ne Trump veya ne ABD ne de Rusya, diktatör Erdoğan’dan, Türkiye’den vazgeçiyorlar. Bu vazgeçememenin bir nedeni olmalıdır. Sadece Suriye eksenli Ortadoğu söz konusu olduğunda değil. Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren başka rekabet alanlarında da bu “üçlü” hep karşımıza çıkacaktır. Doğu Akdeniz’de, Kafkasya’da, Orta Asya’da, Karadeniz’de jeopolitika üretme ve uygulama yeteneğine sahip bu iki emperyalist gücün rekabetinde Türkiye, biri tarafından diğerine karşı hep kazanılmak istenecektir. Bunun ilk adımını Efrin’in işgalinde gördük. Hatırlayalım:


Putin, Erdoğan’ın Efrin’e girmesine, tek gözünü yumarak izin verebilirdi. Ama iki gözünü birden yumdu; Suriye’de kendi nüfuz alanında hava kuvvetlerini de sınırsız kullanarak Efrin’i işgal etmesinin yolunu açtı. Bu, ufak tefek bir hesabın sonucu olamazdı. Putin’in hesabı, sadece Suriye ve Ortadoğu ile sınırlı bir jeopolitik oyun değildir. Rus emperyalizmi, faşist diktatörlüğün Efrin saldırısının sonucunda bir taşla birçok kuş vuracağının hesabını yapmıştır. Faşist diktatörlüğün ulusal güvenlik konseptinin güney ayağı Rus emperyalizmi için oldukça çekicidir; nihayetinde bu güvenlik konsepti, uygulanması durumunda Türkiye ile ABD’yi kaçınılmaz olarak karşı karşıya getirecektir. Her iki taraf da -Rusya ve Türkiye- bu hamlenin sonuçlarının bilincindedir. Kim bilir, belki de ortak hamlenin sonuçları üzerine de anlaşmışlardır.

Rus emperyalizmi algılamasına göre Fırat’ın batı yakasında Türkiye’ye “yem” olarak verebileceği Efrin var. Erdoğan haftalarca Efrin işgaline açıktan hazırlanmıştır; psikolojik savaş yürütmüş, toplumu sömürgeci işgale hazırlamıştır. Bazı “sol”lar da bunu, Putin’i henüz ikna edemedi, Putin izin vermez vb. türünden saçmalıklar doğrultusunda derin derin “analiz” etmişler, neredeyse Putin’in erdemlerinden bahsedecek seviyede hareket eder olmuşlardır.

Erdoğan bütün gücüyle Efrin’e saldırırken, işgalin burayla sınırlı kalmayacağını, sırada Münbiç’in ve sonrada Irak sınırına kadar Fırat’ın doğu yakasının olduğunu sürekli açıklamıştır. Menbiç, Türkiye-ABD veya Türkiye-NATO ilişkilerinde bir dönüm noktası olabilir; burada Türkiye-ABD askeri olarak karşı karşıya gelebilirler. Ama Menbiç’ten çıkmayı düşünmüyoruz diyen ABD, son günlerde bu konu müzakere edilerek de halledilir demeye başlamıştır. Amerikan emperyalizmi Menbiç’te Türkiye ile askeri olarak karşı karşıya gelmenin en çok Rus emperyalizmine yarayacağını, Türkiye’nin NATO’dan ve Batı “değerler”inden kopuşunu hızlandıracağını gördüğü için söylemini Menbiç’ten çıkmayı düşünmüyoruzdan bu konu müzakereyle halledilebilire çevirmiştir.

Rusya’nın ABD’yi Suriye’den çıkartma planı, Türkiye’nin Efrin’e saldırısıyla daha da kolaylaşmıştır; Türkiye’nin Efrin’e saldırısı Amerikan emperyalizminin Suriye’de kalıcı olma, en azından uzun vadeli kalıcı olma stratejisine darbe vurmuştur. Bu, Erdoğan ve Putin arasında ortaklığın bir yansımasıdır ve arka planda Esad rejimi ve İran vardır...

Rus emperyalizminin jeopolitikasında en iyi Türkiye, Batıdan, ABD’den, NATO’dan giderek uzaklaşan Türkiye’dir. Putin de Türkiye’nin Batıdan, ABD’den, NATO’dan uzaklaşması için elinden geleni yapıyor. Neden? Erdoğan’ı çok sevdiğinden dolayı değil. Küresel ve bölgesel jeopolitika bakımdan Türkiye eşsiz bir coğrafyadır. Dolayısıyla bu coğrafyayı dolduran Türkiye de oldukça önemlidir. Putin, Türkiye’nin jeopolitik konumunu seviyor. Türkiye’nin NATO’ya üye olmasından bu yana (1952) Rusya’nın eline devasa bir fırsat geçmiştir; Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’e hakim olmak için Türkiye, müttefik olması gereken bir güçtür. Bu nedenle Türkiye’nin NATO’dan kopması, ABD’ye sırt çevirmesi, Rus emperyalizminin stratejik bir hedefi olmuştur. NATO’dan, Batıdan kopan bir Türkiye, küresel ve bölgesel jeopolitik oyununda Rus emperyalizminin gücüne güç katacaktır hesabını yapan Putin’dir.

Putin küresel oynuyor. Türkiye’yi ABD’ye karşı bu küresel oyununa katmak için Türkiye’ye Ortadoğu’da istediğini vermek zorundadır. Küresel oynadığını sanan ama ancak bölgesel oynayabilen Türkiye de istediğini şimdilik sadece Rusya’dan alıyor. Her iki tarafın jeopolitik anlayışlarında bu ortaklık; bu anlaşma belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu arada, Efrin örneğinde de görüldüğü gibi olan Kürtlere oluyor.

Rus jeopolitik anlayışına göre NATO’dan çıkmış, ABD’den bağımsızlaşmış bir Türkiye, Rusya’nın Türkiye üzerinden ABD-NATO tarafından tehdit edilemeyeceği anlamına gelir. Bu bakımdan Türkiye’nin Rus jeopolitikasına sunacağı katkıyı Türk burjuvazisi de çok iyi bilmektedir ve bu katkının da bir fiyatı olmalıdır. Ama Erdoğan’ın hemen NATO’dan çıkma diye bir derdi olmayacaktır. O da Putin’i, her an geri dönebilirimle tehdit etmeye devam edecek ve bu fırsatı tepe tepe kullanacaktır (5).

Bu politikanın veya taktiğin yeni uygulama alanı Kobane ve Cizire konton bölgeleri veya Fırat’ın doğusu oldu. Efrin’i faşist diktatörlüğün işgaline peşkeş çekenlerin başında Rusya ve ABD gelmekteydi.

Rusya, Amerikan emperyalizmine karşı bölgesel ve küresel jeopolitik oyununda Türkiye’yi yanında görmek için Efrin’i feda etti. Tam bir emperyalist politika.

ABD, Türkiye’yi tamamen kaybetmemek, “sakinleştirmek” için Efrin ilgi alanımız değil diyerek kara gücü olarak kullanmayı amaçladığı Rojava Kürtlerini kelimenin gerçek anlamıyla sattı. Tam bir emperyalist politika. 
 
Bir bütün olarak AB, Almanya, Fransa, İngiltere TSK’nın bombardımanlarını uzaktan seyretmeyi yeğlediler, susmak zorunda kaldılar. Açık ki, diktatör Erdoğan’dan çok ama pek çok korkuyorlar. Erdoğan, kapıları açarsa ne kadar göçmen gelir diye hesap yapıyorlar. İşte bu basit hesap hepsini kör ve sağır yapıyor.

Şimdi de Fırat’ın doğusunda Rojava devrim güçlerinin 30 km güneye çekilmek zorunda bırakılmasında, Menbiç ve Tel Rıfat bölgelerinin boşaltılmasında baş rolü oynayanlar ABD ve Rusya’dan başkası değildir.

Efrin’de devrimi tasfiye eden Türkiye’dir; edilmesine göz yumanlar Rusya ve ABD’dir. 
 
Fırat’ın doğusunda devrimi tasfiye eden Türkiye’dir, edilmesine göz yumanlar Rusya ve ABD’dir.

Öyle ki, ABD ve Rusya, BM-Güvenlik Konseyi’nin, Türkiye’nin Rojava’yı işgalini kınama kararına birlikte karşı çıktılar. BM’de, birinin a dediğine diğerinin b dediği yerde her iki ülke, işgali birlikte onaylamış oldular.

Efrin’in işgali döneminde olduğu gibi bugün de Türk burjuvazisi, sürekli yeni “ulusal güvenlik konsepti”nden sadece bahsetmemekte, aksine uygulamaktadır. Peki bu sömürgeci, Kürt ulusu bakımından inkarcı, katliamcı politikanın uygulanmasına ABD ve Rusya neden göz yumuyor?
Türkiye’den korktukları için mi? Türkiye’nin gücü altında ezilmek istemediklerinden dolayı mı? Elbette hayır. Jeopolitik hesap çok basit: Her biri Türkiye’yi kendi jeopolitik çıkarları için kazanmak istiyor. Onlar, bu emperyalist ülkeler için Türkiye, Rojava’da özgürlüğün, demokrasinin, özyönetimin gasp edilmesinden, katliamlardan daha önemlidir.


Sorunun bu yönünü Türk burjuvazisi de biliyor. Bu nedenle diktatör Erdoğan her iki ülke arasındaki çelişkilerden yararlanıyor. Ve bu her iki ülke arasında Suriye-Irak eksenli Ortadoğu’da ve yukarıda belirttiğim bölgelerde rekabet var olduğu müddetçe Türk burjuvazisi bu rekabetten, çelişkilerden yararlanmaya devam edecektir...

3-Faşist Diktatörlüğün Rojava “Seferive Türk Burjuvazisinin Ulusal 
   Güvenlik Konsepti

Faşist diktatörlüğün sınır ötesi operasyonları, somutta da “Fırat Kalkanı Harekatı”ıyla Cerablus-Azez-El Bab alanını işgali, “Zeytin Dalı Harekatı”yla Efrin’in işgali ve şimdi de “Barış Pınarı Harekatı”yla Fırat’ın doğusunda kısmi işgal ve Soçi Mutabakatına göre Rusya-Türkiye ortak devriyesiyle kontrol, sadece Kürt özgürlük mücadelesine karşı bir saldırganlık değildir. Şüphesiz, Türk burjuvazisinin kendine göre vazgeçilemez amacı, Kürt ulusunun, inkarı, imhasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana bu, Türk burjuvazisinin bu coğrafyada bir Türk varoluş felsefesidir; şovenizmi, ırkçılığı besleme ve yönlendirme kaynağıdır. Ama burjuvazinin Rojava serüveni salt bununla sınırlı değildir. Bu işgalcilik, Türk burjuvazisinin yeni ulusal güvenlik konseptinin doğrudan uygulanmasıdır. Burjuvaziye göre güneyde tehdit algılamasının esas aktörü Amerikan emperyalizmdir; ABD, Kürtleri vurucu güç olarak kullanmaktadır. Bu nedenle somutta, bu konseptin güneyde uygulanmasında, karşısında duran, düşman olarak algıladığı güç Rojava devrimidir.

Yeni ulusal güvenlik konsepti, düşman olarak algılanan gücü sınır ötesinde karşılamayı ve imha etmeyi, aynı zamanda ülkenin yakın bölge; sınırlara bitişik alandaki çıkarlarını savunmayı da içermektedir. Bunun tipik örneğini Ege sorunları ve şimdi Doğu Akdeniz’de alevlenen enerji kaynaklı çıkar çatışmaları oluşturmaktadır.

Türk burjuvazisinin eski/yeni güvenlik konseptinin ana hatlarına baktığımızda bu gerçekliği görmekteyiz:

Daha Türkiye kurulmadan önce, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde, somutta da Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos – 13 Eylül 1921) esnasında Mustafa Kemal ulusal güvenlik konseptini "hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır” diye açıklıyordu. Bu, savunma ekseli bir ulusal güvenlik konseptiydi (6).

II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerle ve onların uluslararası örgütlenmeleriyle geliştirdiği ilişkiler, ulusal güvenlik politikasının Amerikan emperyalizminin temsil ettiği kapitalist dünyanın uluslararası güvenlik konseptine entegre olmasını beraberinde getirmiştir. Daha doğrusu, Türkiye'nin 1952'de NATO'ya üye olmasıyla birlikte, kendine özgü bir ulusal güvenlik politikası/konsepti kalmamış, ulusal güvenlik NATO nezdinde Amerikan emperyalizmine havale edilmişti.

NATO şemsiyesi altında Türkiye'de ulusal güvenlik politikası hem dar kapsamlıydı hem de nispeten tek yanlıydı. İki kutuplu dünya koşullarında, kutuplardan birisine dahil olmak, ulusal güvenliğin de dahil olunan kutup tarafından belirlenmesine ve bunun da ulusal olmaktan ziyade uluslararası anlam taşımasına neden olmaktaydı. NATO ve Varşova Paktı, kapitalist ve revizyonist sistemlerin uluslararası güvenlik araçlarıydı. Bu paktlara üye olan ülkelerin ulusal güvenliğinden de bu paktlar sorumluydu. Dolayısıyla bu paktlara üye olan ülkelerin kendilerine özgü ulusal güvenlik politikaları geliştirmelerinin bir anlamı yoktu.

Yeni ulusal güvenlik konseptinde yeni olan, Türk burjuvazisinin “Misak-ı Milli” anlayışıyla açıktan saldırganlık politikası güdeceğini açıklamasıdır.

Yeni ulusal güvenlik konsepti savunma eksenli değil, saldırı eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni ulusal güvenlik konsepti arasındaki temel fark budur.

Yeni ulusal güvenlik konsepti, Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisinin bir savaş programıdır; Türk burjuvazisi şimdiye kadar NATO'nun uluslararası güvenlik konseptine entegre edilmiş güvenlik konseptini artık yanlış buluyor, yeni güvenlik konseptini “tehdidi yerinde yok et” adı altında doğrudan saldırı eksenli konsept olarak geliştiriyor. Bu konseptin temel özelliklerini ana başlıklar olarak sıralayacak olursak:

Lozan bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir:
Gelişmesinin bu aşamasında Türk burjuvazisi, Lozan Antlaşmasıyla belirlenmiş olan sınırları tanımadığını ve hedefinin Misak-ı Milli olduğunu savunuyor ve bunu da Erdoğan vasıtasıyla açıklıyor.

Erdoğan'a göre Misak-ı Milli'nin o zaman gerçekleştirilememesi, birtakım zorunluluklardan dolayı kabul edilebilir, ama artık bu zorunluluğun maddi nedenleri çoktan ortadan kalkmıştır. Erdoğan, Lozan'la çizilmiş olan sınırları “Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz” diyerek reddediyor ve esas amacının saldırganlık ve başka (komşu) ülkeleri işgal etmek olduğunu açıklıyor (7). Bu, bir savaş programıdır.

Türk burjuvazisi, gelişmesinde, palazlanmasında “Lozan bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli”dir aşamasına gelmiştir. Türk burjuvazisi, “1923 psikolojisiyle hareket edemeyiz” derken aslında yeni ulusal güvenlik politikasının bir savaş, saldırganlık programı olduğunu açıklamaktadır. Bunun diktatör Erdoğan sürekli dile getirmektedir:

2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” (Eski ulusal güvenlik konsepti), “Bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir” (Yeni ulusal güvenlik konsepti).
Böylece Erdoğan, savunma eksenli ulusal güvenlik politikasından saldırı eksenli ulusal güvenlik politikasına geçme zamanının geldiğini de açıklamış oluyordu.

Diktatör Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye, hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi kaynağında, nereden geliyorsa orada yok edecek. Türkiye saldırı eksenli bu ulusal güvenlik anlayışında yalnız değil; ABD, İsrail ve dönem dönem Rusya da saldırı eksenli ulusal güvenlik politikası uygulamaktalar.

Türkiye'nin ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz:
Yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye'nin ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz. Bu, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ABD, AB, NATO ilişkilerindeki gerginliğin çelişkiye dönüşmesiyle belirginleşmiştir. Türk burjuvazisi, NATO ve ABD’ye, AB’ye ulusal güvenlik, müttefiklik konusunda güvenmediğini açıkça ilan etmektedir. Her fırsatta dile getirilen “Kendi göbeğimiz kendimiz keseceğiz” esprisiyle ifade edilen budur.

Yeni ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme konseptidir:
Bu coğrafya “belalı” bir coğrafyadır. Bu coğrafyada köleleştirilmek, bağımlılığa mahkum edilmek için kuşatılırsın veya da var olmak için kuşatırsın. (Bu iki durumun dışında üçüncü bir durum istisnai olarak mümkün olabilir. Türkiye bu istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama özellikle 1923-II. Dünya Savaşı başlangıcı arasında yaşamıştır) (8).

Kuşatılmak istemiyorsan, kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır dışında karşılamak ve imha etmek zorundasın (9).

Kuşatmayı yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden (müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.
Bu coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşlatılmışlığı, kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır.
Bu nedenle Akdeniz'den başlayarak Irak sınırına kadar, yani Rojava'da kesintisiz bir tampon bölge oluşturulmalıdır. Ancak böyle bir tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi boğulursa Suriye ve Irak toprakları Türkiye için saldırı üssü olmaktan çıkartılmış olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi Halep-Musul hattını kendi güvenliği için savunma hattı olarak görmektedir. Halep-Musul hattı aynı zamanda Misak-ı Milli'nin güney sınırlarıdır. Bunu daha açık bir biçimde Erdoğan, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele bağlamında “Suriye ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu mücadeleyi yine sürdüreceğiz” diyerek Misak-ı Milli'nin tam sınırını çizmektedir.

Türk burjuvazisi Misak-ı Milli'yi, en azından güney kesimini kendini savunma hattı olarak gündeme getirmektedir ama Suriye’yi kast ederek, sahtekarca başka ülkelerin topraklarında gözümüz yoktur diye açıklama yapmaktan da geri kalmamaktadır. Esas amacı, Güney Kürdistan'ı da katarak Akdeniz'den İran sınırına uzanan bir koridordur; bu koridor tam da Misak-ı Milli'nin güney sınırlarını oluşturmaktadır.

Kuşatılmışlıktan kuşatmaya geçmenin Batı Trakya ve Eğe Denizi cephesi de var: Ege Denizi’nde adalar sorununun sık sık dile getirilmesi, Batı Trakya’ya ilginin canlı tutulması, şimdilik Yunanistan’ı tedirgin edebilir. Ama AB’nin dağılması veya ortak hareket edemeyecek duruma gelmesi veya da Yunanistan’ın AB şemsiyesinden mahrum kalması durumunda söz konusu adaların işgal edilmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.

Kuşatılmışlıktan kuşatmaya geçmenin Kıbrıs eksenli Akdeniz cephesi de var: Uzatmaları oynayan Kıbrıs sorunu, bölünmüşlüğün bir biçimde resmileştirilmesiyle sonuçlandırılabilir. Son dönemlerde Kıbrıs adası ve çevresinde keşfedilen enerji yatakları ve devam eden sondaj çalışmaları bu sahada rekabetin şimdiye kadar olduğundan daha da keskinleşeceğini göstermektedir. Türk burjuvazisini bu rekabet dışında kalmayacaktır.

Kuşatılmışlıktan kuşatmaya geçmenin bir de Kafkasya cephesi var: Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan'da da askeri faaliyet sürdürmektedir. Azerbaycan ve Gürcistan'ın en azından Batum bölgesi Türkiye için oldukça önemlidir. Bölge olarak Batum, Misak-ı Milli'nin sınırları içindedir. Türk burjuvazisi bu yönden gelebilecek tehdidi önlemek için bu coğrafi alanı kontrol etmek gerektiği anlayışındadır.

Bu da yetmiyor. Uluslararası alanda teröre karşı mücadele adı altında Türkiye, Irak, Somali ve Katar'da askeri üsler kurdu, Sudan’a “el attı”. Bu durumda Türk burjuvazisi, kuşatılmışlığı parçalamış olmanın ötesinde, Alman emperyalizminin Almanya'nın çıkarlarını Hindikuş'unda savunmak için Afganistan işgaline ve savaşına katıldığı gibi, Türk sermayesinin çıkarlarını korumak için Katar, Somali, Afganistan ve Sudan'a uzanmak gerekir anlayışındadır.

Proaktif” dış politika ve saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti:
Yeni ulusal güvenlik konsepti proaktif” dış politika ve saldırı eksenlidir. Açık ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifine göre açıklamaktadır.

Coğrafyanın bir ülkenin geleceğinde, güvenliğinde ne kadar önemli, evet belirleyici olduğunu Türkiye gerçeğinde görüyoruz. Burada belirleyicilik, jeopolitik çıkarlarla doğrudan ilişkilidir; bölgemizde ve dünya çapında emperyalist çıkarlar, hegemonya rekabeti içinde olan güçler, bu coğrafyayı sürekli baskı altında tutmaya, kendi çıkarları için kullanmaya çalışmışlar ve çalışmaktalar. Bu nedenle bu coğrafyada ya güçlü olursun ve böylece kolay kolay dokunulamaz olursun veya da güçsüzlüğün, bağımlılığın sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsın.

Güvenlik tanımlamasında coğrafi konum, Türkiye için bir gelecek sorunu derecesinde önemlidir. Bu konum Türkiye'ye uluslararası ilişkilerde pek eşi görülmeyen bir pozisyon sağlamaktadır; büyük fırsatlar verdiği gibi, büyük belalara da kaynaklık yapmaktadır. Bu konum bu coğrafyada sürekli tetikte olmayı beraberinde getirmektedir.

Yeni ulusal güvenlik konseptinin içeriği bunun nasıl bir savaş programı olduğunu açıklıyor: “Önleyici vuruş hakkı”, “düşmanı bulunduğu yerde, sınır ötesinde imha etme” kavramları yeni ulusal güvenlik konseptinin belirleyici ögeleri olmuştur. Bu savaş programının gerçekleştirilmesi için örneğin S-400’ler elzem bir savaş/savunma silahıdır.
 
Diktatör Erdoğan biraz coştuğu, gaza geldiği zaman “esas” Misak-ı Milli’yi unutup Osmanlı hayalini anlatıyor:

Birileri bize ‘Irak, Suriye, Gürcistan, Kırım, Karabağ, Azerbaycan, Balkanlarla, Kuzey Afrika ile niye ilgileniyorsunuz?’ diye soruyor. Kimse binlerce kilometre uzaktan gelip burnumuzun dibinde faaliyet gösteren ülkelere aynı cesaret ve yüksek sesle, ‘Siz burada ne arıyorsunuz?’ demiyor. Bize ne aradığımız sorulan yerlerin hiçbiri bize yabancı değil. Rize’yi Batum’dan ayırmak mümkün mü? Edirne’yi Selanik’ten nasıl ayrı düşünebiliriz? Gaziantep’le Halep’i, Mardin’le Haseki’yi, Siirt’le Musul’u nasıl birbirleri ile ilgili olmayan yerler olarak kabul edebiliriz? Hatay’dan çıkın, Fas’a kadar uğradığınız her Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkesinde bizden bir şeyler mutlaka görebilirsiniz.

Trakya’dan Doğu Avrupa’ya kadar olan coğrafyada attığınız her adımda ecdadın izlerinden birine mutlaka rastlarsınız. Tarih kitaplarında Misakı Milli’yi okuyoruz değil mi? Misakı Milli’de ne var? Eğer Misakı Milli diye bir derdimiz varsa, kusura bakmayın, o zaman bu soruyu kendi içimizde birbirimize soramayız. Tam aksine, ‘Burada üzerimize düşen görevler var’ demek durumundayız. İşin gerçeği bu. Aynı dili konuştuğumuz, aynı kültürü paylaştığımız Gazze’yi Sibirya’ya kadar kendimizden ayrı düşünebilmemiz için aslımızı inkar etmemiz lazım. Bizim kültürümüzde aslını inkar eden haramzadedir.
Irak, Suriye, Libya, Kırım, Karabağ, Bosna ve diğer kardeş bölgeler ile ilgilenmek, Türkiye’nin hem görevi hem de hakkıdır. Türkiye sadece Türkiye değildir. Bunlardan vazgeçtiğimiz gün, istiklalimizden ve istikbalimizden vazgeçtiğimiz gündür. Bizim buna hakkımız olmadığı gibi milletimiz de böyle bir duruma asla rıza göstermez. Türkiye, sadece Türkiye değildir. Türkiye, 79 milyon vatandaşıyla birlikte köklü, tarihi, kültürel ve insani bağlarla iç içe olduğu geniş coğrafyadaki yüzmilyonlarca kardeşine karşı da sorumludur.” (10).

Demirel, Adriyatik'ten Çin Seddine kadar” ekseniyle Pantürkizmi anlatırken, Erdoğan da buna “Gazze’den Sibirya’ya kadar” eksenini katarak Pantürkizmi anlatıyor. Demirel’in eksenini Finlandiya'ya, Erdoğan’ın eksenini de Hindistan’a doğru çekerseniz karşınıza bir biçimiyle-versiyonuyla Turan haritası çıkar.

Yukarıdaki anlatımıyla Erdoğan Osmanlıdan kalma yakın coğrafyanın hamisi olduğunu söylüyor; buralardan sorumluyuz diyerek bu ülkeler üzerinde hak iddiasında bulunuyor. Bugün yoğun bir biçimde, savaş haliyle güney sınırlarında sorunlaştırılan ulusal güvenlik konsepti, yarın bu bölgelerde de uygulanacaktır. Eğe ve Batı Trakya söylemleri bunun açık ifadesidir.

Erdoğan'ın Misak-ı Milli'si “bitlenmiş” Türk burjuvazisinin, sermayesinin niyetidir, saldırganlığının açık ifadesidir. Yeni “güvenlik konsepti” ile bağlam içinde bütün dünyaya ve özellikle de komşu ülkelere verilen mesaj şudur: Düşman diye tanımladığı Kürt özgürlük hareketi ve devrimci örgütlerin mücadelesini ülke sınırları içinde değil de ülke sınırları dışında karşılayacağız. Onları yok etmek için gerekirse komşu ülkelere girip oralarda operasyon yapacağız! Söylenen bu. Ama bu, sorunun bir yanı. Esası ise Misak-ı Milli kavramıyla Türkiye'ye yeni sınırlar çizmesidir:

-Cerablus Misak-ı Milli'nin gerçekleştirilmesinin ilk adımıdır; Suriye bölünecektirin veya bölünmelidirin Türkiye açısından ilk adımıdır. İkinci adım Efrin’dir, üçüncü adım Menbiç, dördüncü adım Fırat’ı doğusundan İran sınırına kadar Kürdistan olacak.

-Ancak, Efrin’in işgalinden sonra öncelik sıralaması değişti, ama plan/amaç değişmedi. Menbiç ve Tel Rıfat’ı işgal edemeyen Türkiye, Rojava’nın bir kısmını işgal etti, söz konusu mutabakatlarla Rojava devrim güçlerinin Tel Rıfat ve Menbiç’ten çıkmalarını, diğer alanlarda da 30 km güneye gitmelerini dayattı.

-Aylardır, dünya kamuoyuna pek yansımadan sürdürülen Güney Kürdistan’da “Pençe Harekat”ları ile Rojava’dan İran sınırına uzanan Güney Kürdistan topraklarının işgaline dönüştürülecektir. Gerçekleştirilip gerçekleştirilememesinden bağımsız olarak amaç bu.

Misak-ı Milli, belli bir dönem Türk şovenizmi için önemli bir malzeme olmuştur. Ama şimdi, Erdoğan'ın ağzından Misak-ı Milli, sadece şovenizmi körüklemek için bir araç olmaktan çıkmış, Türk burjuvazisinin yakın coğrafya jeopolitiğinde belirleyici önemi olan bir vizyona, savaş programına dönüşmüştür...

























Devam edecek: Rojava devriminin tasfiye süreci - Direnişten başka yol ve çare yok!


Dipnotlar/açıklamalar:

1)Bkz.: http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; Ortadoğu Cehennemi, Dar Alanda Jeopolitik “İt Dalaşı”, Ekim 2015.

2)Bkz.: İ. Okçuoğlu; Emperyalist Küreselleşme ve Değişen Güçler Dengesi,Sınırsız yayınevi, Ocak 2019.

3)İ. Okçuoğlu; agk.

4). İ. Okçuoğlu; http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; “IŞİD'e Karşı Savaşın Jeopolitikası - “Belalı” Coğrafya” Aralık 2014.

5) Bkz.: http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; Faşist Diktatörlüğün Afrin “Seferive Rojava Devriminin Geleceği - Suriye Sahasında Jeopolitik Oyunlar ve Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konsepti.

6) Mustafa Kemal çeşitli vesilelerle yaptığı açıklamalarda Misak-ı Milli sınırlarını tanımlamıştır. Bu bağlamda ilk açıklamasını 1 Mayıs 1920’deki Meclis konuşmasında ve son açıklamasını da 30 Ocak 1923 tarihinde yapmıştır. Misak-ı Milli tanımlaması şöyle:
Bu hudut İskenderun körfezinin güneyinden, Antakya’dan, Halep ile Katma istasyonu arasında Carablus köprüsünün güneyinde Fırat nehrine ulaşır. Oradan Deyrizor’a iner, oradan doğuya uzatılarak Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi içine alır.
Bu hudut, ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt unsurlarıyla meskûn vatan parçasıdır.”

(7)Misak-ı Milli anlayışına M. Kemal sosunu bulaştırarak, kendine Kemalist diyen çevreleri de bu açılıma katmak isteyen diktatör Erdoğan, Misak-ı Milli sınırları içinde ve dışında sahip çıkılması gereken bir tarihin; kast ettiği coğrafyada “bu milletin geçmişi”nin olduğunu ifade ediyor. Kurtuluş savaşının hedefinin Misak-ı Milli sınırlarına sahip çıkmak olmasına rağmen, bu hedefe ulaşılamadığını açıklıyor. Bahsettiği bu coğrafya, şimdiki sınırları çevreleyen İran hariç yakın alandır; 2,5 milyon kilometrekare ile bu alanı kast ediyor ve 780 bin kilometrekareye çekilmişliği kabullenmenin hata olduğunu açıklıyor: “Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır”.

8) Türkiye bu istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama özellikle 1923-II. Dünya Savaşı başlangıcı arasında yaşamıştır. Her iki dünya savaşı arasında Türkiye-Sovyetler Birliği arasındaki dostluk ilişkileri gelişmiş, Türkiye ve Batılı emperyalist ülkeler arasında ilişki mesafeli kalmıştı (Bu ilişki öncelikle Almanya-Türkiye arasında giderek Almanya lehine bozulmaya başlamıştı). II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin Batı dünyasına kapağı atma, bu istisnai durumu ortadan kaldıran adım olmuştur.

9) Esas hedef, “sinekler” değil, bataklıktır; yani tehdidin kaynağı esas hedeftir. Bu durumda Suriye ve Irak üzerinden Türkiye'yi tehdit edenler hedef alınacaktır. Suriye ve Irak üzerinden tehdidi Türk burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük Hareketiyle sınırlamamaktadır; onun algılamasına göre Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler bunu “terör” örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri belli devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi, devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri, Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu terör örgütleri nerede konuşlanmışlarsa (bataklık) orada imha edilmelidir. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bu ve yakın coğrafyada çıkarları olan ülkeler, Türkiye'nin terörle meşgul olmasını ve başka bir şey yapacak durumda olmamasını istiyorlar. Bu durumda Türkiye bu yüzyılı kaybedecektir; kaybetmesini isteyen ülkeler kazanacaktır. O halde Türkiye bu yüzyılı kaybetmemek için kaybetmesini isteyen ülkeleri yönlendirdiği terör örgütleri üzerinden vurmalıdır.
Bugün için bu örgütler Türkiye'yi Irak ve Suriye üzerinden vurdukları için Türkiye de onları Suriye ve Irak topraklarında vurmalıdır. Bu nedenle Suriye'ye girilmiştir. Bu nedenle Güney Kürdistan’da “Pençe Harekatı” sürdürülmektedir.

10)Rize'de üniversitenin akademik açılış yılında yaptığı konuşmadan, 17.10.2016.

*

1) Bu makalede ele alınan konular için bkz.:

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I), 2 Eylül 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II),13 Ekim 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; MUSUL “SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12 Kasım 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV), 30 Aralık 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli
-“Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son makale), 14 Mart 2017.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; Türkiye’nin İdlib “Seferi” ve “Sol”un Çaresizliği! Veya Şimdi de Putin’e “Piyon” Olmak.
-http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; Afrini İşgal Girişimi Sömürgeciliktir, Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Politikasının Bir Sonucudur.
-http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;“Fırat Kalkanı Harekatı” ve “Zeytin Dalı Harekatı” Türk Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik Konsepti’nin Uygulamasıdır.

-http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;S-400 ve Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konsepti
Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konseptinde S-400’ün Yeri.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; Rojava Devriminin Geleceği Tehlikede - “Mutabakat” Fırat’ın Doğusuna “Seferi” Şimdilik Engelledi.