FAŞİST
DİKTATÖRLÜĞÜN ROJAVA “SEFERİ” SONUÇLARI -
SURİYE
SAHASINDA JEOPOLİTİK OYUNLAR VE
TÜRK
BURJUVAZİSİNİN ULUSAL GÜVENLİK KONSEPTİ
1-İşgalin
Seyri ve İlk Sonuçları
6
Ekimde diktatör, Trump ile görüşür ve harekat hakkında bilgi
verir. Bu görüşmeden sonra da Amerikan silahlı güçleri bölgeden
çekilmeye başlar. Ancak, ABD Dışişleri Bakanı M. Pompeo,
çekilmenin harekatın onaylanması anlamına gelmediğini açıklar,
ABD yetkilileri Türkiye’yi ekonomik yaptırımlarla tehdit etmeye
başlarken. YPG de ABD’yi ihanetle suçlar.
9
Ekimde harekat başlar ve 12 Ekimde de işgalci güçler M4
karayoluna ulaşılır.
17
Ekimde ABD-Türkiye arasında imzalanan 13 maddelik Ankara Mutabakatı
ile “Barış Pınarı Harekatı”, verilen 120 saatlik süre
sonrasında Rojava devrim güçlerinin çekilmesinin gerçekleşmemesi
durumunda yeniden başlayacağı kaydıyla durdurulur.
20
Ekimde Rusya-Türkiye arasında 10 maddelik Soçi Mutabakatı
imzalanır. Rojava devrim güçlerinin verilen 150 saatlik zaman
zarfından 30 km güneye çekilmemeleri durumunda harekatın devam
edeceği açıklanır.
Ankara
Mutabakatı, Rojava devriminin tasfiyesi için ABD-Türkiye arasında
atılan ilk adımdır; oyunun ilk perdesidir.
Soçi
Mutabakatı ise Rojava devriminin tasfiyesi için Rusya-Türkiye
arasında atılan adımdır. Bu da Rojava devriminin tasfiyesi için
atılan ikinci adımdır; oyunun ikinci perdesi.
Mutabakatların
sonucuyla ilgili olarak daha önceki iki makaleden özet bir aktarma
yapalım:
Ankara
Mutabakatının 7., 9., 10. ve 11. maddeleri sorunun ne olduğunu
yeteri kadar açıklıyor:
7.
maddeye göre “Türk tarafı Türk kuvvetleri tarafından
kontrol edilen güvenli bölgedeki tüm meskun mahal (güvenli bölge)
sakinlerinin dirliği ve güvenliğini sağlayacağını taahhüt
eder, sivillerin ve sivil altyapının zarar görmemesi için azami
dikkati göstereceğini vurgular.”
Böylece
işgal edilen alan, “güvenli bölge” ilan ediliyor; işgal
meşrulaştırılıyor ve işgalci güçlerin burada varlığı ve
kalıcılığı tanınmış oluyor.
9.
maddeye göre “Her iki taraf Türkiye’nin, YPG ağır
silahlarının toplanması ve YPG tahkimatları ile tüm muharip
mevzilerinin kullanılmaz hale getirilmesi dahil, milli güvenlik
kaygılarının giderilmesini teminen bir güvenli bölge
kurulmasının devam eden önemi ve işlevselliğinde mutabık
kalır.”
Bu
maddeye göre devrim güçleri, Rojava devrimi, savunma imkanlarından
mahrum kılınıyor; devrimin resmen tasfiyesi talep ediliyor.
10.
maddeye göre “Güvenli bölge, evvelemirde Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin kontrolünde olacak ve her iki taraf,
güvenli bölgenin her veçhesiyle uygulanmasında eşgüdümü
artıracaktır.”
Bu
madde, işgal bölgesinde hakimiyetin TSK’nın, dolayısıyla
faşist
diktatörlüğün elinde olduğunu kabul ediyor.
11.
maddeye göre de “Türk tarafı Barış Pınarı Harekatı’na,
güvenli bölgeden YPG’nin 120 saat içinde geri çekilmelerini
teminen ara verecektir. Barış Pınarı Harekatı, bu geri
çekilmenin tamamlanmasını müteakip durdurulacaktır.”
Bu
madde de YPG’nin kendi ülkesinden çıkmasını, güneye, Suriye
içlerine doğru çekilmesini talep ediyor.
Soçi
Mutabakatı, Rojava’nın diğer bölgelerinde devrimin tasfiyesi
anlamına gelmektedir.
1.
“Her iki taraf Suriye'nin siyasi birliği ve toprak bütünlüğünün
muhafazasına ve Türkiye'nin milli güvenliğinin korunmasına olan
bağlılıklarını teyit ederler.”
Astana
sürecinde bu anlayış yer alır. Bu anlayışa en az saygı
gösteren ama en sık tekrar eden Türkiye olmuştur. Efrin’in,
Cerablus-El Bab hattının işgali ve son işgal bunun açık
kanıtıdır.
2.
“Terörizmin tüm şekil ve tezahürleriyle mücadele etme ve
Suriye topraklarındaki ayrılıkçı gündemleri boşa çıkarma
yönündeki kararlılıklarını vurgularlar.”
Bu
madde, her iki tarafın, değişmeyen görüşlerine karşılıklı
göz yumduklarını gösterir. Diktatör Erdoğan’ın terör örgütü
dediği YGP-PYD’yi Rusya hiçbir zaman terör örgütü olarak
tanımlamamıştır. Buna karşın Türkiye’nin Suriyelilerden
oluşan “Milli Ordusu”nu terör örgütü olarak tanımlamaktadır.
3.
“Bu çerçevede, Tel Abyad ve Ras Al Ayn'ı içine alan 32 km
derinliğindeki mevcut Barış Pınarı Harekâtı alanındaki
yerleşik statüko muhafaza edilecektir.”
Tel
Ebyad – Serekaniye hattının güneye doğru 30 km derinlikte işgal
edilmesini Rusya da kabul etmiş oluyor. Yani böylece Türkiye-ABD
arasındaki “mutabakat”, Soçi’de kabul edilen Türkiye-Rusya
arasındaki “mutabakat”la kabul edilmiş oluyor.
4.
“Her iki taraf Adana Anlaşması'nın önemini teyit eder. Rusya
Federasyonu mevcut koşullarda Adana Anlaşması'nın uygulanmasını
kolaylaştıracaktır.”
Adana
anlaşması (1998) aslında Türkiye’nin işine yarayan özellik
taşımaktadır. En azından bu anlaşma gerekçesiyle Suriye
topraklarına girmesi meşrulaşıyor. Ancak Türkiye’nin
Suriye’deki işgal harekatları bu anlaşmanın bu özelliğini
geride bırakıyor. Rusya açısından bu anlaşma, Türkiye ile
Suriye’yi aynı masaya oturtmanın; Türkiye’nin Suriye’yi
(Esad rejimini) tanımasının bir aracı olarak görülüyor. O
günler de pek uzak olmasa gerek.
5.
“23 Ekim 2019, öğlen saat 12.00'den itibaren, Rus askeri
polisi ve Suriye sınır muhafızları, Barış Pınarı Harekât
alanının dışında kalan Türkiye-Suriye sınırının Suriye
tarafına, YPG unsurları ve silahlarının Türkiye-Suriye
sınırından itibaren 30 km'nin dışına çıkarılmasını temin
etmek üzere girecektir. Bu işlem 150 saat içinde tamamlanacaktır.
Aynı saat itibarıyla, mevcut Barış Pınarı Harekât alanı
sınırlarının batısı ve doğusunda 10 km derinlikte Kamışlı
şehri hariç Türk-Rus ortak devriyeleri başlayacaktır.”
Bu
madde bir kaç açıdan önemli:
Birincisi,
Türkiye, Suriye ordusunu Suriye-Türkiye sınırından uzak tutmak,
rejimi tanımamak anlayışından vazgeçmiş oluyor. Zaten daha
öncesinde, ABD’nin Menbiç’i terk edip boşalan alanı Rus ve
Suriye güçlerinin aldığı gün Suriye’nin askeri gücünü
kabullenmiş oluyordu. Aynı anlayışını Kobane için de yineledi.
İkincisi,
buna rağmen, sınırdan Suriye içlerine doğru 10 km’lik
derinliği Türk ve Rus güçleri kontrol ediyorlar.
Üçüncüsü,
bu maddeye göre YPG/SDG 150 saat içinde, yani 29 Ekim akşamına
kadar 32 km güneye çekilecek. Yani bu alanda; Fırat’ın
doğusunda “Barış Pınarı Harekatı” alanı dışındaki
Rojava topraklarında 30 km güneye çekilecek. Bu durumda Rojava
devrimi zemininden, yeşerdiği topraklardan kopartılmış oluyor.
6.
“Münbiç ve Tel Rıfat'tan bütün YPG unsurları silahlarıyla
birlikte çıkarılacaktır.”
Faşist,
sömürgeci diktatörlük Menbiç ve Tel Rıfat’ı işgal etmeyi
çok istedi. Ama Rusya ve İran faktöründen dolayı Tel Rıfat’ı,
ABD faktöründen dolayı da Menbiç’i işgal edemedi. Bu alanlarda
Rusya-Suriye güçlerinin varlığını Erdoğan hazmetmek zorunda
kaldı. Ancak, YPG/SDG’nin bu alanlardan da çekilmek zorunda
kalması, buralarda devrimin tasfiyesinden başka bir anlama gelmez.
7.
“Her iki taraf terörist unsurların sızmalarının
önlenmesinin temini için gerekli tedbirleri alacaktır.”
Her
iki tarafın terörist anlayışı farklı olduğu için bu maddenin
uygulaması nasıl olur, bu belli değil.
8.
“Mültecilerin güvenli ve gönüllü şekilde geri dönüşlerini
kolaylaştırmak maksadıyla ortak çalışma yapılacaktır.”
Diktatör
Erdoğan, bu maddeye dayanarak işgal alanlarına altyapı hizmetleri
sunarak Türkiye’deki mülteci konumunda olan Suriyelileri bu
alanlara yerleştirmek ve böylece demografik yapıyı değiştirmek
istiyor. Bunun ötesinde, yoğun Türkmen göçüyle de yeni bir
koridor oluşturma niyetindedir.
9.
“Bu muhtıranın uygulanmasını gözetmek ve koordine etmek
amacıyla müşterek bir denetim ve doğrulama mekanizması ihdas
edilecektir.”
İşlerlik
kazanması durumunda Rus-Türk koordinasyonu Rojava devriminin
tasfiyesini kontrol etme koordinasyonu olacaktır. Ne yani
ortaklaştırılmış bir harekat merkezi kuracaksın ve
“mutabakat”ın yerine getirilip getirilmediğini kontrol
edeceksin. Bu arada YPG/SDG’nin 30 km güneye çekilip
çekilmediğini de kontrol edeceksin.
10.
“Taraflar
Astana Mekanizması çerçevesinde Suriye ihtilafına kalıcı bir
siyasi çözüm bulunması amacıyla çalışmalarını sürdürecek
ve Anayasa Komitesi'nin faaliyetlerini destekleyecektir.”
Bakalım
Türkiye, anayasa komitesinden şimdiye kadar dışladığı Kuzey ve
Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi’ni anayasa çalışmalarında
da dışlayabilecek mi?
Her
iki mutabakat da Rojava devriminin tam teslimiyeti için Türkiye,
ABD ve Rusya tarafından hazırlanmıştır. Bu, Rojava devriminin
tam bir tasfiyesidir veya paramparça edilmesidir.
Her
iki mutabakat, iki emperyalist ülkenin (ABD ve Rusya) ve bir
bölgesel gücün elele vererek Rojava devrimini, Kuzey Suriye
Demokratik Federasyonunu tasfiye etmeleridir.
Her
iki mutabakat gereği, Rojava devrim güçleri belirlenen alan dışına
çıktıklarını açıkladılar.
Efrin’in
işgaliyle bu kantonda devrimin üstyapısı tamamen tasfiye edildi.
ABD-Türkiye ve Rusya-Türkiye mutabakatlarıyla da diğer iki
kantonda devrimin üstyapısı, askeri gücü, demokratik kurumları,
eğitimi sistemi, sağlık sistemi, asayişi, savunması tasfiye
ediliyor. İşgalci güçler, işgal ettikleri bölgelerde devrimin
üstyapı kurumlarını dağıtmak ve yerine uygun gördükleri kendi
kurumlarını kurmakla işe başladılar.
Her
iki “mutabakat” Suriye eksenli rekabette güç dengesinin
değiştiğini göstermektedir. Suriye alanında Amerikan
emperyalizminin etkisi görece azalmaktadır. Rojava devrim güçleri
ve yapılanması şimdilik etkisiz hale getirilmiştir. Bunda
Türkiye kadar Amerikan emperyalizminin ve Rus emperyalizminin payı
vardır. Türkiye soruna “ulusal güvenlik politikası”,
sömürgecilik açısından bakarken, ABD ve Rusya, küresel
rekabetin bir ayağı olarak Rojava devriminin tasfiyesine önayak
olmuşlar, bizzat katılmışlardır.
Türkiye’den
herkes (ABD, Rusya), kendi işine gelen bir ilerleme istiyor. Aynen
daha önceki işgallerde olduğu gibi. Bu sefer kantarın topuzu
Türkiye lehine biraz fazla kaçtı! Amerikan emperyalizmi,
diktatörün dayatması ve AB’yi kapıları açarım tehdidiyle
kendi aleyhine, işgal girişimi karşısında nispeten hareketsiz
bıraktı.
Şüphesiz
ki, bunda, Türkiye’nin ABD ve AB ile boy ölçüşecek güce sahip
olduğu değil, coğrafyanın jeostratejik gücü bağlayıcı bir
rol oynamıştır. Bu coğrafya, sürekli tekrar ettiğim gibi
“belalı” bir coğrafyadır. Dünya jeopolitiğinde vazgeçilemez
bir alandır. Dünya hakimiyeti peşinde olan emperyalist ülkelerin
bu hakimiyeti sağlayabilmek için öncelikle göz diktiği bir
coğrafyadır. Kuzeyden güneye, doğudan batıya veya tersi geçişin
kavşağıdır. ABD, Türkiye’ye bu gözle bakmaktadır ve
Türkiye'nin Rusya ile son dönemdeki gelişen ve derinleşen
ilişkileri göz önünde tutulursa böyle bir alanı rakibine
kaptırmamak için bu işgal sorununda adeta çaresiz kalmıştır.
Aynı
şekilde Rusya da bu coğrafyayı kendi hegemonya mücadelesi için
kullanmak isteyecektir. O da Türkiye’ye ABD’nin baktığı
jeopolitik gözle bakmaktadır. Türkiye de bu her iki güç
arasındaki bölge ve kendisi üzerine rekabet ve çelişkilerden
yararlanıyor.
Rojava
devriminin tasfiyesinde jeopolitik rekabet belirleyici neden
olmuştur; bölgemizde ABD, Rusya, Türkiye arasındaki küresel,
Türkiye açısından bölgesel rekabetin ortaya koyduğu gerçeklik
budur.
ABD,
Türkiye’yi kaybetmemek, Rusya da Türkiye kazanımını
pekiştirmek için Rojava devriminin tasfiyesinin yolunu açtılar
(Efrin) ve bizzat katıldılar (Türkiye-ABD ve Türkiye-Rusya
mutabakatları).
Açık
ki, hesap Kürtlere, Rojava devriminin güçlerine, bu devrimi
destekleyen uluslararası dayanışmaya sorulmadan yapıldı. Bunun
böyle olduğunu direnişin devamından, uluslararası dayanışmanın
gücünden anlıyoruz. Bunun böyle olduğunu, faşist diktatörlüğün
en modern silahlarını kullanarak saldırısına beklemediği bir
direnişle karşı koyuşta anlıyoruz.
Bu
direniş iradesi, bu ruh, bize umudun ABD, Rusya ve Esad rejimi
olmadığını, sadece ve sadece direniş olduğunu göstermektedir.
2-
Dar Alanda “İt Dalaşı” ve Jeopolitik Açıdan İşgalin Anlamı
Ortadoğu'nun
stratejik-jeopolitik ve ekonomik önemini birbirinden ayırmak güçtür
ve sorunun ele alınışı bakımından bazen de gereksizdir.
Kapsamlı bir analiz yapılmak isteniyorsa bu ayrımı yapmak
zorunludur (1).
Yeni
bir analize konu olacak bir değişim olmadığı için bu konu
üzerine daha önceki yazılardan kısa bir özet çıkaracağım:
Bazı emperyalist ve bölge ülkeleri için Ortadoğu’nun enerji
zenginliği belirleyici olabilir. (Örneğin,
Çin, Japonya, İran, S. Arabistan). Ancak, dünya hakimiyeti için
jeopolitika söz konusu olduğunda Ortadoğu iki açıdan önemlidir:
Birincisi; enerjinin ve bunun dünya pazarlarına sevkiyatının
kontrolü. İkincisi;
dünya hakimiyeti jeopolitikasında stratejik önemi. Bugün ve somut
olarak da Ortadoğu’da
dünya hakimiyeti
için jeopolitik güce ve yeteneğe sahip olan iki emperyalist ülke;
ABD ve Rusya karşı karşıyadır. Sahip oldukları
silah gücü ve fiziki olarak Suriye eksenli Ortadoğu oldukça dar
bir alandır. Bu alanda bu iki güç, birbirine
doğrudan dokunmadan, dolaylı olarak bir “it dalaşı”
içindedir.
Bu rekabetin içinde AB, tekil olarak Almanya, Fransa, İngiltere,
dışarıdan bakmak zorunda kalmış olan, müsaade edildiği kadar
müdahil olan “zavallı” konumunda olan
emperyalist ülkelerdir.
Sykes-Picot
Anlaşması (1916) ile Ortadoğu’yu kendi aralarında paylaşan,
siyasal haritasını belirleyen Fransa ve İngiltere'nin yerini 100
sene sonra Amerikan ve Rus emperyalizmi almıştır. Şimdi bu iki
güç, Ortadoğu’nun siyasal şekillenmesinde belirleyici rol
oynamaktadır. Ancak, bu rollerini istedikleri gibi oynayıp oynamama
konusunda Türkiye, Suriye-Irak eksenli alanda oldukça önemli
olmaktadır.
Soruna
neresinden bakarsanız bakın, ABD ve Rusya, Suriye-Irak eksenli
Ortadoğu haritasını Türkiye’yi hesaba katmadan çizecek
durumda değiller. Bu, faşist diktatörlüğün askeri ve ekonomik
bakımdan bu iki emperyalist ülke ile boy ölçüşecek durumda
olduğu anlamına asla gelmez. Bu, yaşadığımız
coğrafyanın dünya jeopolitikasındaki stratejik öneminden
kaynaklanmaktadır (2).
Nedir
bu stratejik-jeopolitik önem? Bu ayrı bir yazı konusu (3). Bu
konuda bir makale çerçevesine uygun düşen kısa bir özet
yaparsak:
“1-Türkiye
coğrafyasını merkez alırsanız doğrudan üç kıtaya (Avrupa,
Asya ve Afrika) ulaşabilirsiniz.
2-Türk
burjuvazisi, jeopolitika oluşturmasında hakimiyet alanı olarak
gördüğü bölgelere doğrudan ulaşabilmektedir (Ortadoğu, Hazar
Havzası ve Balkanlar).
3-
Türkiye coğrafyası, emperyalistler arası çelişkilerin
keskinleştiği bölgeler, dünya hegemonyası iddiasında olan
emperyalist ülkelerin geliştirdikleri jeopolitik açılım
bakımından ateş çemberinin veya Hazar Havzası, Ortadoğu ve
Balkanlar'dan oluşan üçgenin ortasında yer almaktadır:
-Balkanlarda
AB-Rusya, ABD-Rusya, AB-ABD ve Türkiye arasındaki çelişkiler, her
ne kadar bugün uyutuluyorsa da biraz kaşımakla her an patlak
verebilir ve keskinleşebilir özellikte olan çelişkilerdir.
-Kafkasya/Hazar
Havzasında ABD-Rusya, AB-Rusya, Türkiye-İran arasındaki rekabet
sonlanmamıştır. Çeçenistan-Rusya ve Gürcistan-Rusya
savaşlarından sonra bu bölgedeki rekabet “barışçıl”
yöntemlerle sürdürülmektedir. Bu bölgede emperyalistler arası
hesaplaşma sonlanmış olmaktan çok uzaktır.
-Ortadoğu'nun
durumu belli; ABD-Rusya, ABD-İran, Türkiye-İran ve diğer bölge
ülkeleri arasındaki çıkar çatışmaları vekalet savaşı
boyutlarında sürmektedir. Ortadoğu'nun haritası bu
çelişkilerin/çatışmaların nasıl sonuçlanacağına bağlı
olarak yeniden şekillendirilecektir.
4-Türkiye
coğrafyası Türk burjuvazisinin üç kıtaya doğrudan ulaşmasına
imkan vermesinin ötesinde Okyanuslara açılmasını da mümkün
kılan bir coğrafyadır. Cebelitarık Boğazı üzerinden
Atlantik
Okyanusu'na ve Süveyş Kanalı üzerinden de Hint Okyanusu’na
açılan bir coğrafya.
5-Ticari
ulaşım bakımından:
Türkiye
coğrafyası doğuyu batıya (Asya'yı Avrupa'ya) kuzeyi güneye
(Rusya'yı Akdeniz'e ve okyanuslara) bağlayan kavşaktır. Burada
söz konusu olan, özellikle kara ve deniz yollarıdır (karayolu,
demiryolu, deniz ulaşımı ve boru hatları).
Dünya
çapında enerji (petrol ve doğal gaz) kaynaklarının % 70’i
Türkiye coğrafyasının etrafında yer almaktadır. Bu enerjinin
çıkarımı ve dünya pazarlarına sevkiyatı üzerine rekabet henüz
sonlanmamıştır. Sevkiyat konusunda emperyalistler arası rekabet,
bu enerjiyi dünya pazarlarına ulaştırma çabaları Türkiye'yi
önemli kılmaktadır.
Türkiye,
Karadeniz ve Hazar havzası ülkelerinin dünyaya açılan yegane
deniz kapısıdır.
5-
İşbirliği veya müttefiklik ilişkilerinin olmadığı koşullarda
Türkiye coğrafyası Rusya'nın Güneye (Akdeniz yönü) açılması
önünde fiziki bir engeldir. Aynı zamanda AB'nin (üyesi olan
Almanya, Fransa ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerin) Balkanlar
üzerinden Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzasına açılması önünde
fiziki bir engeldir.
6-Doğu
Akdeniz'de bulunan enerji kaynakları üzerine rekabet de Türkiye
coğrafyasını önemli kılmaktadır. Kaynakların paylaşılması
üzerine rekabetin yanı sıra üretilen enerjinin Avrupa pazarlarına
taşınması bakımından Türkiye coğrafyası tartışmasız
avantajlara sahiptir.
Bütün
bu nedenler Türkiye coğrafyasını benzersiz “belalı” bir
coğrafya yapmaktadır. Ne İran ne Yunanistan, bağımsız olsa ne
Kürdistan ve ne de Suriye bu özelliklere sahiptir”
(4).
Suriye
iç savaşının bugüne kadarki sürecinde diktatör Erdoğan
önderliğinde faşist diktatörlüğün politikasının ne denli
yanlış olduğunu, Suriye’de işgale girişirse bataklığa
gömüleceğini, zaten ABD ve Rusya’nın böyle bir girişime asla
izin vermeyeceklerini
bolca
yazıp çizdik. Öyle ki, Erdoğan’ı önce Obama’nın, sonra
Trump’ın ve Putin’in “şamar oğlanı” yaptık. Putin’e
her görüşmesinde Erdoğan’ı azarlattırdık, az kalsın Trump’a
da dövdürtecektik! Tamam, “şamar oğlanı” olsun, rezil rüsva
olsun, azarlansın, dövülsün. Ama nedense ne Putin ne Trump veya
ne ABD ne de Rusya, diktatör Erdoğan’dan, Türkiye’den
vazgeçiyorlar. Bu vazgeçememenin bir nedeni olmalıdır. Sadece
Suriye eksenli Ortadoğu söz konusu olduğunda değil. Türkiye’yi
doğrudan ilgilendiren başka rekabet alanlarında da bu “üçlü”
hep karşımıza çıkacaktır. Doğu Akdeniz’de, Kafkasya’da,
Orta Asya’da, Karadeniz’de jeopolitika üretme ve uygulama
yeteneğine sahip bu iki emperyalist gücün rekabetinde Türkiye,
biri tarafından diğerine karşı hep kazanılmak istenecektir.
Bunun ilk adımını Efrin’in işgalinde gördük. Hatırlayalım:
“Putin,
Erdoğan’ın Efrin’e girmesine, tek gözünü yumarak izin
verebilirdi. Ama iki gözünü birden yumdu; Suriye’de kendi nüfuz
alanında hava kuvvetlerini de sınırsız kullanarak Efrin’i işgal
etmesinin yolunu açtı. Bu, ufak tefek bir hesabın sonucu olamazdı.
Putin’in hesabı, sadece Suriye ve Ortadoğu ile sınırlı bir
jeopolitik oyun değildir. Rus emperyalizmi, faşist diktatörlüğün
Efrin saldırısının sonucunda bir taşla birçok kuş vuracağının
hesabını yapmıştır. Faşist diktatörlüğün ulusal güvenlik
konseptinin güney ayağı Rus emperyalizmi için oldukça çekicidir;
nihayetinde bu güvenlik konsepti, uygulanması durumunda Türkiye
ile ABD’yi kaçınılmaz olarak karşı karşıya getirecektir. Her
iki taraf da -Rusya ve Türkiye- bu hamlenin sonuçlarının
bilincindedir. Kim bilir, belki de ortak hamlenin sonuçları üzerine
de anlaşmışlardır.
Rus
emperyalizmi algılamasına göre Fırat’ın batı yakasında
Türkiye’ye “yem” olarak verebileceği Efrin var. Erdoğan
haftalarca Efrin işgaline açıktan hazırlanmıştır; psikolojik
savaş yürütmüş, toplumu sömürgeci işgale hazırlamıştır.
Bazı “sol”lar da bunu, Putin’i henüz ikna edemedi, Putin izin
vermez vb. türünden saçmalıklar doğrultusunda derin derin
“analiz” etmişler, neredeyse Putin’in erdemlerinden bahsedecek
seviyede hareket eder olmuşlardır.
Erdoğan
bütün gücüyle Efrin’e saldırırken, işgalin burayla sınırlı
kalmayacağını, sırada Münbiç’in ve sonrada Irak sınırına
kadar Fırat’ın doğu yakasının olduğunu sürekli açıklamıştır.
Menbiç, Türkiye-ABD veya Türkiye-NATO ilişkilerinde bir dönüm
noktası olabilir; burada Türkiye-ABD askeri olarak karşı karşıya
gelebilirler. Ama Menbiç’ten çıkmayı düşünmüyoruz diyen
ABD, son günlerde bu konu müzakere edilerek de halledilir demeye
başlamıştır. Amerikan emperyalizmi Menbiç’te Türkiye ile
askeri olarak karşı karşıya gelmenin en çok Rus emperyalizmine
yarayacağını, Türkiye’nin NATO’dan ve Batı “değerler”inden
kopuşunu hızlandıracağını gördüğü için söylemini
Menbiç’ten çıkmayı düşünmüyoruzdan bu konu müzakereyle
halledilebilire çevirmiştir.
Rusya’nın
ABD’yi Suriye’den çıkartma planı, Türkiye’nin Efrin’e
saldırısıyla daha da kolaylaşmıştır; Türkiye’nin Efrin’e
saldırısı Amerikan emperyalizminin Suriye’de kalıcı olma, en
azından uzun vadeli kalıcı olma stratejisine darbe vurmuştur. Bu,
Erdoğan ve Putin arasında ortaklığın bir yansımasıdır ve arka
planda Esad rejimi ve İran vardır...
Rus
emperyalizminin jeopolitikasında en iyi Türkiye, Batıdan, ABD’den,
NATO’dan giderek uzaklaşan Türkiye’dir. Putin de Türkiye’nin
Batıdan, ABD’den, NATO’dan uzaklaşması için elinden geleni
yapıyor. Neden? Erdoğan’ı çok sevdiğinden dolayı değil.
Küresel ve bölgesel jeopolitika bakımdan Türkiye eşsiz bir
coğrafyadır. Dolayısıyla bu coğrafyayı dolduran Türkiye de
oldukça önemlidir. Putin, Türkiye’nin jeopolitik konumunu
seviyor. Türkiye’nin NATO’ya üye olmasından bu yana (1952)
Rusya’nın eline devasa bir fırsat geçmiştir; Ortadoğu ve Doğu
Akdeniz’e hakim olmak için Türkiye, müttefik olması gereken bir
güçtür. Bu nedenle Türkiye’nin NATO’dan kopması, ABD’ye
sırt çevirmesi, Rus emperyalizminin stratejik bir hedefi olmuştur.
NATO’dan, Batıdan kopan bir Türkiye, küresel ve bölgesel
jeopolitik oyununda Rus emperyalizminin gücüne güç katacaktır
hesabını yapan Putin’dir.
Putin
küresel oynuyor. Türkiye’yi ABD’ye karşı bu küresel oyununa
katmak için Türkiye’ye Ortadoğu’da istediğini vermek
zorundadır. Küresel oynadığını sanan ama ancak bölgesel
oynayabilen Türkiye de istediğini şimdilik sadece Rusya’dan
alıyor. Her iki tarafın jeopolitik anlayışlarında bu ortaklık;
bu anlaşma belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu arada, Efrin
örneğinde de görüldüğü gibi olan Kürtlere oluyor.
Rus
jeopolitik anlayışına göre NATO’dan çıkmış, ABD’den
bağımsızlaşmış bir Türkiye, Rusya’nın Türkiye üzerinden
ABD-NATO tarafından tehdit edilemeyeceği anlamına gelir. Bu
bakımdan Türkiye’nin Rus jeopolitikasına sunacağı katkıyı
Türk burjuvazisi de çok iyi bilmektedir ve bu katkının da bir
fiyatı olmalıdır. Ama Erdoğan’ın hemen NATO’dan çıkma diye
bir derdi olmayacaktır. O da Putin’i, her an geri dönebilirimle
tehdit etmeye devam edecek ve bu fırsatı tepe tepe kullanacaktır
(5).
Bu
politikanın veya taktiğin yeni uygulama alanı Kobane ve Cizire
konton bölgeleri veya Fırat’ın
doğusu oldu. Efrin’i
faşist diktatörlüğün işgaline peşkeş çekenlerin başında
Rusya ve ABD gelmekteydi.
Rusya,
Amerikan emperyalizmine karşı bölgesel ve küresel jeopolitik
oyununda Türkiye’yi yanında görmek için Efrin’i
feda etti. Tam bir emperyalist politika.
ABD,
Türkiye’yi tamamen kaybetmemek, “sakinleştirmek” için Efrin
ilgi alanımız değil diyerek kara gücü olarak kullanmayı
amaçladığı Rojava Kürtlerini kelimenin gerçek anlamıyla sattı.
Tam bir emperyalist politika.
Bir
bütün olarak AB, Almanya, Fransa, İngiltere TSK’nın
bombardımanlarını uzaktan seyretmeyi yeğlediler, susmak zorunda
kaldılar.
Açık
ki, diktatör Erdoğan’dan çok ama pek çok korkuyorlar. Erdoğan,
kapıları açarsa ne kadar göçmen gelir diye hesap yapıyorlar.
İşte bu basit hesap hepsini kör ve sağır yapıyor.
Şimdi
de Fırat’ın doğusunda Rojava devrim güçlerinin 30 km güneye
çekilmek zorunda bırakılmasında, Menbiç ve Tel Rıfat
bölgelerinin boşaltılmasında baş rolü oynayanlar ABD ve
Rusya’dan başkası değildir.
Efrin’de
devrimi tasfiye eden Türkiye’dir; edilmesine göz yumanlar Rusya
ve ABD’dir.
Fırat’ın
doğusunda devrimi tasfiye eden Türkiye’dir, edilmesine göz
yumanlar Rusya ve ABD’dir.
Öyle
ki, ABD ve Rusya, BM-Güvenlik Konseyi’nin, Türkiye’nin
Rojava’yı
işgalini
kınama
kararına
birlikte karşı çıktılar. BM’de, birinin a dediğine diğerinin
b dediği yerde her iki ülke, işgali birlikte onaylamış oldular.
Efrin’in
işgali döneminde olduğu gibi bugün de Türk burjuvazisi, sürekli
yeni “ulusal güvenlik konsepti”nden sadece bahsetmemekte, aksine
uygulamaktadır. Peki bu sömürgeci, Kürt
ulusu
bakımından inkarcı, katliamcı politikanın
uygulanmasına
ABD ve Rusya neden göz yumuyor?
Türkiye’den
korktukları için mi? Türkiye’nin gücü altında ezilmek
istemediklerinden dolayı mı? Elbette hayır. Jeopolitik hesap çok
basit: Her biri Türkiye’yi kendi jeopolitik çıkarları için
kazanmak istiyor. Onlar, bu emperyalist ülkeler
için
Türkiye, Rojava’da özgürlüğün, demokrasinin, özyönetimin
gasp edilmesinden, katliamlardan daha önemlidir.
Sorunun
bu yönünü Türk burjuvazisi
de biliyor. Bu nedenle diktatör Erdoğan her iki
ülke arasındaki çelişkilerden yararlanıyor. Ve bu her iki ülke
arasında Suriye-Irak eksenli Ortadoğu’da ve yukarıda belirttiğim
bölgelerde rekabet var olduğu müddetçe Türk burjuvazisi bu
rekabetten, çelişkilerden yararlanmaya devam edecektir...
3-Faşist
Diktatörlüğün Rojava “Seferi”
ve Türk Burjuvazisinin Ulusal
Güvenlik Konsepti
Faşist
diktatörlüğün sınır ötesi operasyonları, somutta da “Fırat
Kalkanı Harekatı”ıyla Cerablus-Azez-El Bab alanını işgali,
“Zeytin Dalı Harekatı”yla Efrin’in işgali ve şimdi de
“Barış Pınarı Harekatı”yla Fırat’ın doğusunda kısmi
işgal ve Soçi Mutabakatına göre Rusya-Türkiye ortak devriyesiyle
kontrol, sadece Kürt özgürlük mücadelesine karşı bir
saldırganlık değildir. Şüphesiz, Türk burjuvazisinin kendine
göre vazgeçilemez amacı, Kürt ulusunun, inkarı, imhasıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana bu, Türk
burjuvazisinin bu coğrafyada bir Türk varoluş felsefesidir;
şovenizmi, ırkçılığı besleme ve yönlendirme kaynağıdır.
Ama burjuvazinin Rojava serüveni salt bununla sınırlı değildir.
Bu işgalcilik, Türk burjuvazisinin yeni ulusal güvenlik
konseptinin doğrudan uygulanmasıdır. Burjuvaziye göre güneyde
tehdit algılamasının esas aktörü Amerikan emperyalizmdir; ABD,
Kürtleri vurucu güç olarak kullanmaktadır. Bu nedenle somutta, bu
konseptin güneyde uygulanmasında, karşısında duran, düşman
olarak algıladığı güç Rojava devrimidir.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti, düşman olarak algılanan gücü sınır
ötesinde karşılamayı ve imha etmeyi, aynı zamanda ülkenin yakın
bölge; sınırlara bitişik alandaki çıkarlarını savunmayı da
içermektedir. Bunun tipik örneğini Ege sorunları ve şimdi Doğu
Akdeniz’de alevlenen enerji kaynaklı çıkar çatışmaları
oluşturmaktadır.
Türk
burjuvazisinin eski/yeni güvenlik konseptinin ana hatlarına
baktığımızda bu gerçekliği görmekteyiz:
Daha
Türkiye kurulmadan önce,
Türk Ulusal Kurtuluş
Savaşı döneminde, somutta da Sakarya Meydan Muharebesi (23
Ağustos – 13 Eylül 1921) esnasında
Mustafa Kemal ulusal güvenlik konseptini "hatt-ı
müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün
vatandır” diye
açıklıyordu. Bu,
savunma ekseli
bir ulusal güvenlik
konseptiydi (6).
II.
Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin, başta ABD olmak üzere
Batılı emperyalist ülkelerle ve onların uluslararası
örgütlenmeleriyle geliştirdiği ilişkiler, ulusal güvenlik
politikasının Amerikan emperyalizminin temsil ettiği kapitalist
dünyanın uluslararası güvenlik konseptine entegre olmasını
beraberinde getirmiştir. Daha doğrusu, Türkiye'nin 1952'de NATO'ya
üye olmasıyla birlikte, kendine özgü bir ulusal güvenlik
politikası/konsepti kalmamış, ulusal güvenlik NATO nezdinde
Amerikan emperyalizmine havale edilmişti.
NATO
şemsiyesi altında Türkiye'de ulusal güvenlik politikası hem dar
kapsamlıydı hem de nispeten tek yanlıydı. İki kutuplu dünya
koşullarında, kutuplardan birisine dahil olmak, ulusal güvenliğin
de dahil olunan kutup tarafından belirlenmesine ve bunun da ulusal
olmaktan ziyade uluslararası anlam taşımasına neden olmaktaydı.
NATO ve Varşova Paktı, kapitalist ve revizyonist sistemlerin
uluslararası güvenlik araçlarıydı. Bu paktlara üye olan
ülkelerin ulusal güvenliğinden de bu paktlar sorumluydu.
Dolayısıyla bu paktlara üye olan ülkelerin kendilerine özgü
ulusal güvenlik politikaları geliştirmelerinin bir anlamı yoktu.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinde yeni olan, Türk burjuvazisinin “Misak-ı
Milli” anlayışıyla açıktan saldırganlık politikası
güdeceğini açıklamasıdır.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti savunma eksenli değil, saldırı
eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni ulusal
güvenlik konsepti arasındaki temel fark budur.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti, Erdoğan önderliğinde Türk
burjuvazisinin bir savaş programıdır; Türk burjuvazisi şimdiye
kadar NATO'nun uluslararası güvenlik konseptine entegre edilmiş
güvenlik konseptini artık yanlış buluyor, yeni güvenlik
konseptini “tehdidi yerinde yok et” adı altında doğrudan
saldırı eksenli konsept olarak geliştiriyor. Bu konseptin temel
özelliklerini ana başlıklar olarak sıralayacak olursak:
Lozan
bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir:
Gelişmesinin
bu aşamasında Türk burjuvazisi, Lozan Antlaşmasıyla belirlenmiş
olan sınırları tanımadığını ve hedefinin Misak-ı Milli
olduğunu savunuyor ve bunu da Erdoğan vasıtasıyla açıklıyor.
Erdoğan'a
göre Misak-ı Milli'nin o zaman gerçekleştirilememesi, birtakım
zorunluluklardan dolayı kabul edilebilir, ama artık bu zorunluluğun
maddi nedenleri çoktan ortadan kalkmıştır. Erdoğan, Lozan'la
çizilmiş olan sınırları “Bu devletin sınırlarını
gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz” diyerek reddediyor
ve esas amacının saldırganlık ve başka (komşu) ülkeleri işgal
etmek olduğunu açıklıyor (7). Bu, bir savaş programıdır.
Türk
burjuvazisi, gelişmesinde, palazlanmasında “Lozan bir
zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli”dir aşamasına
gelmiştir. Türk burjuvazisi, “1923 psikolojisiyle hareket
edemeyiz” derken aslında yeni ulusal güvenlik politikasının
bir savaş, saldırganlık programı olduğunu açıklamaktadır.
Bunun diktatör Erdoğan sürekli dile getirmektedir:
“2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” (Eski
ulusal güvenlik konsepti), “Bizi Cumhuriyet tarihimizin
tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride
bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte
bu anlayıştan gelmiştir” (Yeni ulusal güvenlik konsepti).
Böylece
Erdoğan, savunma eksenli ulusal güvenlik politikasından saldırı
eksenli ulusal güvenlik politikasına geçme zamanının geldiğini
de açıklamış oluyordu.
Diktatör
Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden
bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye,
hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi
kaynağında, nereden geliyorsa orada yok edecek. Türkiye saldırı
eksenli bu ulusal güvenlik anlayışında yalnız değil; ABD,
İsrail ve dönem dönem Rusya da saldırı eksenli ulusal güvenlik
politikası uygulamaktalar.
Türkiye'nin
ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz:
Yeni
ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye'nin ulusal güvenliği
müttefiklere bırakılamaz. Bu, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra
ABD, AB, NATO ilişkilerindeki gerginliğin çelişkiye dönüşmesiyle
belirginleşmiştir. Türk burjuvazisi, NATO ve ABD’ye, AB’ye
ulusal güvenlik, müttefiklik konusunda güvenmediğini açıkça
ilan etmektedir. Her fırsatta dile getirilen “Kendi göbeğimiz
kendimiz keseceğiz” esprisiyle ifade edilen budur.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme
konseptidir:
Bu
coğrafya “belalı” bir coğrafyadır. Bu coğrafyada
köleleştirilmek, bağımlılığa mahkum edilmek için kuşatılırsın
veya da var olmak için kuşatırsın. (Bu iki durumun dışında
üçüncü bir durum istisnai olarak mümkün olabilir. Türkiye bu
istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama özellikle 1923-II. Dünya
Savaşı başlangıcı arasında yaşamıştır) (8).
Kuşatılmak
istemiyorsan, kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır
dışında karşılamak ve imha etmek zorundasın (9).
Kuşatmayı
yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden
(müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.
Bu
coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşlatılmışlığı,
kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak
için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır.
Bu
nedenle Akdeniz'den başlayarak Irak sınırına kadar, yani
Rojava'da kesintisiz bir tampon bölge oluşturulmalıdır. Ancak
böyle bir tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi
boğulursa Suriye ve Irak toprakları Türkiye için saldırı üssü
olmaktan çıkartılmış olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi
Halep-Musul hattını kendi güvenliği için savunma hattı olarak
görmektedir. Halep-Musul hattı aynı zamanda Misak-ı Milli'nin
güney sınırlarıdır. Bunu daha açık bir biçimde Erdoğan, Kürt
Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele bağlamında “Suriye
ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu
mücadeleyi yine sürdüreceğiz” diyerek Misak-ı Milli'nin
tam sınırını çizmektedir.
Türk
burjuvazisi Misak-ı Milli'yi, en azından güney kesimini kendini
savunma hattı olarak gündeme getirmektedir ama Suriye’yi kast
ederek, sahtekarca başka ülkelerin topraklarında gözümüz yoktur
diye açıklama yapmaktan da geri kalmamaktadır. Esas amacı, Güney
Kürdistan'ı da katarak Akdeniz'den İran sınırına uzanan bir
koridordur; bu koridor tam da Misak-ı Milli'nin güney sınırlarını
oluşturmaktadır.
Kuşatılmışlıktan
kuşatmaya geçmenin Batı Trakya ve Eğe Denizi cephesi de var: Ege
Denizi’nde adalar sorununun sık sık dile getirilmesi, Batı
Trakya’ya ilginin canlı tutulması, şimdilik Yunanistan’ı
tedirgin edebilir. Ama AB’nin dağılması veya ortak hareket
edemeyecek duruma gelmesi veya da Yunanistan’ın AB şemsiyesinden
mahrum kalması durumunda söz konusu adaların işgal
edilmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.
Kuşatılmışlıktan
kuşatmaya geçmenin Kıbrıs eksenli Akdeniz cephesi de var:
Uzatmaları oynayan Kıbrıs sorunu, bölünmüşlüğün bir biçimde
resmileştirilmesiyle sonuçlandırılabilir. Son dönemlerde Kıbrıs
adası ve çevresinde keşfedilen enerji yatakları ve devam eden
sondaj çalışmaları bu sahada rekabetin şimdiye kadar olduğundan
daha da keskinleşeceğini göstermektedir. Türk burjuvazisini bu
rekabet dışında kalmayacaktır.
Kuşatılmışlıktan
kuşatmaya geçmenin bir de Kafkasya cephesi var: Türkiye,
Gürcistan ve Azerbaycan'da da askeri faaliyet sürdürmektedir.
Azerbaycan ve Gürcistan'ın en azından Batum bölgesi Türkiye için
oldukça önemlidir. Bölge olarak Batum, Misak-ı Milli'nin
sınırları içindedir. Türk burjuvazisi bu yönden gelebilecek
tehdidi önlemek için bu coğrafi alanı kontrol etmek gerektiği
anlayışındadır.
Bu
da yetmiyor. Uluslararası alanda teröre karşı mücadele adı
altında Türkiye, Irak, Somali ve Katar'da askeri üsler kurdu,
Sudan’a “el attı”. Bu durumda Türk burjuvazisi,
kuşatılmışlığı parçalamış olmanın ötesinde, Alman
emperyalizminin Almanya'nın çıkarlarını Hindikuş'unda savunmak
için Afganistan işgaline ve savaşına katıldığı gibi, Türk
sermayesinin çıkarlarını korumak için Katar, Somali, Afganistan
ve Sudan'a uzanmak gerekir anlayışındadır.
“Proaktif”
dış politika ve saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti:
Yeni
ulusal güvenlik konsepti ”proaktif”
dış politika ve saldırı eksenlidir.
Açık ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında
jeopolitik açılımını gerçekleştirmek için saldırgan
olacaktır; bunu da tehdide karşı proaktif olmak, önleyici
tedbirler almak; tehdidi sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek
perspektifine göre açıklamaktadır.
Coğrafyanın
bir ülkenin geleceğinde, güvenliğinde ne kadar önemli, evet
belirleyici olduğunu Türkiye gerçeğinde görüyoruz. Burada
belirleyicilik, jeopolitik çıkarlarla doğrudan ilişkilidir;
bölgemizde ve dünya çapında emperyalist çıkarlar, hegemonya
rekabeti içinde olan güçler, bu coğrafyayı sürekli baskı
altında tutmaya, kendi çıkarları için kullanmaya çalışmışlar
ve çalışmaktalar. Bu nedenle bu coğrafyada ya güçlü olursun ve
böylece kolay kolay dokunulamaz olursun veya da güçsüzlüğün,
bağımlılığın sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsın.
Güvenlik
tanımlamasında coğrafi konum, Türkiye için bir gelecek sorunu
derecesinde önemlidir. Bu konum Türkiye'ye uluslararası
ilişkilerde pek eşi görülmeyen bir pozisyon sağlamaktadır;
büyük fırsatlar verdiği gibi, büyük belalara da kaynaklık
yapmaktadır. Bu konum bu coğrafyada sürekli tetikte olmayı
beraberinde getirmektedir.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinin içeriği bunun nasıl bir savaş
programı olduğunu açıklıyor:
“Önleyici
vuruş hakkı”, “düşmanı bulunduğu yerde, sınır ötesinde
imha etme”
kavramları yeni ulusal güvenlik konseptinin belirleyici ögeleri
olmuştur. Bu savaş programının gerçekleştirilmesi için
örneğin S-400’ler elzem bir savaş/savunma silahıdır.
Diktatör
Erdoğan biraz coştuğu, gaza geldiği zaman “esas” Misak-ı
Milli’yi unutup Osmanlı hayalini anlatıyor:
“Birileri
bize ‘Irak, Suriye, Gürcistan, Kırım, Karabağ, Azerbaycan,
Balkanlarla, Kuzey Afrika ile niye ilgileniyorsunuz?’ diye soruyor.
Kimse binlerce kilometre uzaktan gelip burnumuzun dibinde faaliyet
gösteren ülkelere aynı cesaret ve yüksek sesle, ‘Siz burada ne
arıyorsunuz?’ demiyor. Bize ne aradığımız sorulan yerlerin
hiçbiri bize yabancı değil. Rize’yi Batum’dan ayırmak mümkün
mü? Edirne’yi Selanik’ten nasıl ayrı düşünebiliriz?
Gaziantep’le Halep’i, Mardin’le Haseki’yi, Siirt’le Musul’u
nasıl birbirleri ile ilgili olmayan yerler olarak kabul edebiliriz?
Hatay’dan çıkın, Fas’a kadar uğradığınız her Ortadoğu ve
Kuzey Afrika ülkesinde bizden bir şeyler mutlaka görebilirsiniz.
Trakya’dan
Doğu Avrupa’ya kadar olan coğrafyada attığınız her adımda
ecdadın izlerinden birine mutlaka rastlarsınız. Tarih kitaplarında
Misakı Milli’yi okuyoruz değil mi? Misakı Milli’de ne var?
Eğer Misakı Milli diye bir derdimiz varsa, kusura bakmayın, o
zaman bu soruyu kendi içimizde birbirimize soramayız. Tam aksine,
‘Burada üzerimize düşen görevler var’ demek durumundayız.
İşin gerçeği bu. Aynı dili konuştuğumuz, aynı kültürü
paylaştığımız Gazze’yi Sibirya’ya kadar kendimizden ayrı
düşünebilmemiz için aslımızı inkar etmemiz lazım. Bizim
kültürümüzde aslını inkar eden haramzadedir.
Irak,
Suriye, Libya, Kırım, Karabağ, Bosna ve diğer kardeş bölgeler
ile ilgilenmek, Türkiye’nin hem görevi hem de hakkıdır. Türkiye
sadece Türkiye değildir. Bunlardan vazgeçtiğimiz gün,
istiklalimizden ve istikbalimizden vazgeçtiğimiz gündür. Bizim
buna hakkımız olmadığı gibi milletimiz de böyle bir duruma asla
rıza göstermez. Türkiye, sadece Türkiye değildir. Türkiye, 79
milyon vatandaşıyla birlikte köklü, tarihi, kültürel ve insani
bağlarla iç içe olduğu geniş coğrafyadaki yüzmilyonlarca
kardeşine karşı da sorumludur.” (10).
Demirel,
“Adriyatik'ten
Çin Seddine kadar”
ekseniyle
Pantürkizmi
anlatırken, Erdoğan da
buna
“Gazze’den
Sibirya’ya kadar” eksenini
katarak
Pantürkizmi
anlatıyor. Demirel’in eksenini Finlandiya'ya,
Erdoğan’ın eksenini de Hindistan’a doğru çekerseniz karşınıza
bir
biçimiyle-versiyonuyla Turan
haritası çıkar.
Yukarıdaki
anlatımıyla Erdoğan Osmanlıdan
kalma yakın coğrafyanın hamisi olduğunu söylüyor;
buralardan sorumluyuz diyerek bu ülkeler üzerinde hak iddiasında
bulunuyor. Bugün yoğun bir biçimde, savaş haliyle güney
sınırlarında sorunlaştırılan ulusal güvenlik konsepti, yarın
bu bölgelerde de uygulanacaktır. Eğe ve Batı Trakya söylemleri
bunun açık ifadesidir.
Erdoğan'ın
Misak-ı Milli'si
“bitlenmiş” Türk burjuvazisinin,
sermayesinin niyetidir, saldırganlığının açık ifadesidir. Yeni
“güvenlik konsepti” ile bağlam içinde bütün dünyaya ve
özellikle de komşu ülkelere verilen mesaj şudur: Düşman
diye tanımladığı Kürt özgürlük hareketi ve devrimci
örgütlerin mücadelesini ülke sınırları içinde değil de ülke
sınırları dışında karşılayacağız. Onları yok etmek için
gerekirse komşu ülkelere girip oralarda operasyon yapacağız!
Söylenen
bu.
Ama bu, sorunun bir yanı. Esası ise Misak-ı Milli kavramıyla
Türkiye'ye yeni sınırlar çizmesidir:
-Cerablus
Misak-ı Milli'nin gerçekleştirilmesinin ilk adımıdır; Suriye
bölünecektirin veya bölünmelidirin Türkiye açısından ilk
adımıdır. İkinci adım Efrin’dir, üçüncü adım Menbiç,
dördüncü adım Fırat’ı doğusundan İran sınırına kadar
Kürdistan olacak.
-Ancak,
Efrin’in işgalinden sonra öncelik sıralaması değişti, ama
plan/amaç değişmedi. Menbiç ve Tel Rıfat’ı işgal edemeyen
Türkiye, Rojava’nın bir kısmını işgal etti, söz konusu
mutabakatlarla Rojava devrim güçlerinin Tel Rıfat ve Menbiç’ten
çıkmalarını, diğer alanlarda da 30 km güneye gitmelerini
dayattı.
-Aylardır,
dünya kamuoyuna pek yansımadan sürdürülen Güney Kürdistan’da
“Pençe Harekat”ları ile Rojava’dan İran sınırına uzanan
Güney Kürdistan topraklarının işgaline dönüştürülecektir.
Gerçekleştirilip gerçekleştirilememesinden bağımsız olarak
amaç bu.
Misak-ı
Milli, belli bir dönem Türk şovenizmi için önemli bir malzeme
olmuştur. Ama şimdi, Erdoğan'ın ağzından Misak-ı Milli, sadece
şovenizmi körüklemek için bir araç olmaktan çıkmış, Türk
burjuvazisinin yakın coğrafya jeopolitiğinde belirleyici önemi
olan bir vizyona, savaş programına dönüşmüştür...
Devam
edecek: Rojava devriminin
tasfiye süreci - Direnişten
başka
yol
ve çare
yok!
Dipnotlar/açıklamalar:
1)Bkz.:
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
Ortadoğu Cehennemi, Dar Alanda Jeopolitik “İt
Dalaşı”, Ekim 2015.
2)Bkz.:
İ. Okçuoğlu; Emperyalist Küreselleşme ve Değişen Güçler
Dengesi,Sınırsız yayınevi,
Ocak
2019.
3)İ.
Okçuoğlu; agk.
4).
İ.
Okçuoğlu; http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
“IŞİD'e
Karşı Savaşın Jeopolitikası - “Belalı” Coğrafya” Aralık
2014.
5)
Bkz.:
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
Faşist
Diktatörlüğün Afrin “Seferi”
ve
Rojava Devriminin Geleceği - Suriye
Sahasında Jeopolitik Oyunlar ve
Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konsepti.
6)
Mustafa Kemal çeşitli vesilelerle yaptığı açıklamalarda
Misak-ı Milli sınırlarını tanımlamıştır. Bu bağlamda ilk
açıklamasını 1 Mayıs 1920’deki Meclis konuşmasında ve son
açıklamasını da 30 Ocak 1923 tarihinde yapmıştır. Misak-ı
Milli tanımlaması şöyle:
“Bu
hudut İskenderun körfezinin güneyinden, Antakya’dan, Halep ile
Katma istasyonu arasında Carablus köprüsünün güneyinde Fırat
nehrine ulaşır. Oradan Deyrizor’a iner, oradan doğuya uzatılarak
Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi içine alır.
Bu
hudut, ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı
zamanda Türk ve Kürt unsurlarıyla meskûn vatan parçasıdır.”
(7)Misak-ı
Milli anlayışına
M. Kemal sosunu bulaştırarak,
kendine Kemalist
diyen çevreleri de bu açılıma katmak isteyen diktatör Erdoğan,
Misak-ı Milli sınırları içinde ve dışında sahip çıkılması
gereken bir tarihin;
kast ettiği coğrafyada “bu milletin geçmişi”nin olduğunu
ifade ediyor. Kurtuluş savaşının hedefinin Misak-ı Milli
sınırlarına
sahip
çıkmak olmasına rağmen, bu hedefe ulaşılamadığını
açıklıyor.
Bahsettiği bu coğrafya, şimdiki sınırları çevreleyen İran
hariç yakın alandır; 2,5 milyon kilometrekare ile bu alanı kast
ediyor ve 780 bin kilometrekareye çekilmişliği kabullenmenin hata
olduğunu açıklıyor: “Asıl
vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip
kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz
işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri
böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki
bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi
bize unutturmaktır”.
8)
Türkiye
bu istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama özellikle 1923-II. Dünya
Savaşı başlangıcı arasında yaşamıştır. Her iki dünya
savaşı arasında Türkiye-Sovyetler Birliği arasındaki dostluk
ilişkileri gelişmiş,
Türkiye ve Batılı emperyalist ülkeler arasında ilişki
mesafeli kalmıştı
(Bu ilişki öncelikle Almanya-Türkiye arasında giderek Almanya
lehine bozulmaya başlamıştı). II. Dünya Savaşı sonrasında
Türkiye'nin
Batı
dünyasına kapağı atması,
bu istisnai durumu ortadan
kaldıran adım olmuştur.
9)
Esas hedef, “sinekler” değil, bataklıktır; yani tehdidin
kaynağı esas hedeftir. Bu durumda Suriye ve Irak üzerinden
Türkiye'yi tehdit edenler hedef alınacaktır. Suriye ve Irak
üzerinden tehdidi Türk burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük
Hareketiyle sınırlamamaktadır; onun algılamasına göre
Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler bunu “terör”
örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar. Türk
burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri belli
devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi,
devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak
görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları
için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde
olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri
üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin
Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri,
Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu
terör örgütleri nerede konuşlanmışlarsa (bataklık) orada imha
edilmelidir. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bu ve yakın
coğrafyada çıkarları olan ülkeler, Türkiye'nin terörle meşgul
olmasını ve başka bir şey yapacak durumda olmamasını
istiyorlar. Bu durumda Türkiye bu yüzyılı kaybedecektir;
kaybetmesini isteyen ülkeler kazanacaktır. O halde Türkiye bu
yüzyılı kaybetmemek için kaybetmesini isteyen ülkeleri
yönlendirdiği terör örgütleri üzerinden vurmalıdır.
Bugün
için bu örgütler Türkiye'yi Irak ve Suriye üzerinden vurdukları
için Türkiye de onları Suriye ve Irak topraklarında vurmalıdır.
Bu nedenle Suriye'ye girilmiştir. Bu nedenle Güney Kürdistan’da
“Pençe Harekatı” sürdürülmektedir.
10)Rize'de
üniversitenin akademik açılış yılında yaptığı
konuşmadan, 17.10.2016.
*
1)
Bu makalede ele alınan konular için bkz.:
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I),
2 Eylül 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası –
II),13 Ekim 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
MUSUL “SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12
Kasım 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV),
30 Aralık 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli
-“Renkli
Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son makale), 14 Mart 2017.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
Türkiye’nin
İdlib “Seferi” ve “Sol”un Çaresizliği! Veya
Şimdi de Putin’e
“Piyon”
Olmak.
-http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
Afrin’i
İşgal Girişimi Sömürgeciliktir, Türk
Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Politikasının
Bir
Sonucudur.
-http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;“Fırat
Kalkanı Harekatı” ve
“Zeytin
Dalı Harekatı” Türk Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik
Konsepti’nin
Uygulamasıdır.
-http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;S-400
ve
Türk
Burjuvazisinin
Ulusal Güvenlik Konsepti
Türk
Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konseptinde S-400’ün Yeri.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
Rojava
Devriminin Geleceği Tehlikede - “Mutabakat”
Fırat’ın Doğusuna “Seferi”
Şimdilik Engelledi.