deneme

9 Kasım 2019 Cumartesi

DİRENİŞTEN BAŞKA YOL VE ÇARE YOK - ROJAVA DEVRİMİNİN TASFİYE SÜRECİ

 

ROJAVA DEVRİMİNİN TASFİYE SÜRECİ - 
 
DİRENİŞTEN BAŞKA YOL VE ÇARE YOK!


1- Rojava Devriminin Tasfiye Süreci 
 
6 Ekimde diktatör, Trump ile görüşür ve harekat hakkında bilgi verir. Bu görüşmeden sonra da Amerikan silahlı güçleri bölgeden çekilmeye başlar. Ancak, ABD Dışişleri Bakanı M. Pompeo, çekilmenin harekatın onaylanması anlamına gelmediğini açıklar, ABD yetkilileri Türkiye’yi ekonomik yaptırımlarla tehdit etmeye başlarken. YPG de ABD’yi ihanetle suçlar.

9 Ekimde harekat başlar ve 12 Ekimde de işgalci güçler M4 karayoluna ulaşılır.
17 Ekimde ABD-Türkiye arasında imzalanan 13 maddelik Ankara Mutabakatı ile “Barış Pınarı Harekatı”, verilen 120 saatlik süre sonrasında Rojava devrim güçlerinin çekilmesinin gerçekleşmemesi durumunda yeniden başlayacağı kaydıyla durdurulur.

20 Ekimde Rusya-Türkiye arasında 10 maddelik Soçi Mutabakatı imzalanır. Rojava devrim güçlerinin verilen 150 saatlik zaman zarfından 30 km güneye çekilmemeleri durumunda harekatın devam edeceği açıklanır.
Ankara Mutabakatı, Rojava devriminin tasfiyesi için atılan ilk adımdır; oyunun ilk perdesidir.

Soçi Mutabakatı da Rojava devriminin tasfiyesi için atılan ikinci adımdır; oyunun ikinci perdesi. 
 
Her iki mutabakat da Rojava devriminin tam teslimiyeti için Türkiye, ABD ve Rusya tarafından hazırlanmıştır. Bu, Rojava devriminin tam bir tasfiyesidir veya paramparça edilmesidir. 
 
Her iki mutabakat, iki emperyalist ülkenin (ABD ve Rusya) ve bir bölgesel gücün elele vererek Rojava devrimini, Kuzey Suriye Demokratik Federasyonunu tasfiye etmeleridir.
Biraz açarsak:
Her iki emperyalist güç Türkiye ile ortaklık; mutabakat içinde Rojava devriminin özerk yapısını, halkçı-demokratik karakterini; üstyapı örgütlenmesini ve özellikle belirtmek gerekirse silahlı gücünü dağıtmayı, tasfiye etmeyi ve nihayetinde yok etmeyi hedeflemişlerdir. Bu genel saldırı ve işgal, karşı devrimci bir ittifaktır.

Rojava devrimi, 21. yüzyılın ilk devrimidir. Bu devrimin dünya halklarına, ama özellikle de bölge halklarına ışık tutan bir gücü vardır. Bu gücün büyümesi etkili olması emperyalist güçlerin ve bölge gericiliğinin çıkarlarına ters düşmekteydi/düşmektedir. Bu nedenle; bu devrimin etkisini kırmak için küresel ve bölgesel rekabet içinde olan ABD ve Rusya, bölgesel güç sömürgeci Türkiye ile ortaklık içinde bu devrimin tasfiyesini ve kazanımlarının yok edilmesini hedeflediler.

Her iki mutabakat şunu göstermektedir: Türkiye-Rusya arasındaki Soçi mutabakatı, Türkiye-ABD arasındaki Ankara mutabakatının devamıdır, tamamlayıcısıdır. Her iki mutabakat, Gire Spi-Serekaniye arasındaki bölgenin doğrudan faşist diktatörlük tarafından işgalini onaylarken, diğer bölgelerin Rusya kontrolünde Esad rejiminin hakimiyetine geçmesini onaylamaktadır. Tam da buna uygun olarak Rusya-Suriye, Gire Spi’nin batısına (Kobene) ve Serekaniye’nin doğusuna (Kamışlo’dan Irak sınırına kadar) girmiştir. Aynı şekilde, her iki mutabakatta yer aldığı gibi devrim güçleri Türkiye-Suriye sınırından başlayarak 30 km güneye sürülmeye zorlanmışlardır.
Böylece her iki mutabakat Gire Spi-Serekaniye arasındaki alanın işgalini onaylamakla, diğer alanlarda Rusya-Suriye güçlerinin varlığıyla; aynı şekilde Tel Rıfat ve Menbiç’de devrim güçlerinin çıkartılmasıyla Rojava devrimi bu güçler tarafından tasfiye ediliyor; bütün Rojava’da, Kuzey Suriye’de devrimin kurumları yıkılıyor, silahlı güçleri güneye sürülüyor.

Her iki mutabakatta Rusya ve ABD, Türkiye’nin nereye kadar gidebileceğini de belirliyorlar; işgal ettiğin bölgede en fazla 30 km güneye inebilirsin deniyor. Ama aynı zamanda devrim güçleri mutabakata uymayıp geri çekilmezlerse işgalci güçlerle karşı karşıya kalabileceklerini ve bu duruma müdahale edilmeyeceği de yer alıyor. Örneğin Rusya’nın hakimiyet alanında, sınırdan 10 km derinlikten itibaren 30 km güneye çekilmeme durumunda “Türk askeri güçleri”yle karşı karşıya kalınacağını Rusya, resmen “çekil tehdidi” amaçlı açıklamıştır.
Her iki mutabakatta Türkiye dışında Rusya ve Esad rejimine “yontulmuş” yanlar var. 
 
Her iki mutabakat, Suriye sahasında Rusya’nın, ABD’ye nazaran daha etkili inisiyatif kazandığını, ABD etkisinin görece gerilediğini göstermektedir. Her iki mutabakat, işgal alanları dışında Esad rejiminin söz sahibi olabilmesi için en büyük engel olan devrimin zayıflatılmasına neden olmaktadır. Esad rejimi güçlerinin devrim topraklarına girmesi ve kendini yeniden inşa etme çabası bunu göstermektedir.
Sonuç ortada: Rojava topraklarının tümünde işgalci güçlerin, Rusya’nın, Esad rejiminin bayrakları dalgalanıyor. ABD ise sınırdan 30 km’nin ötesinde petrol kuyularının başında bekliyor.

Unutmamak gerekir: Rusya-ABD-Türkiye arasındaki; bu “üçlü” arasındaki “kutsal ittifak”, sadece Rojava devrimiyle sınırlı kalmayacaktır. Bu, bölge devrimine, Ortadoğu’da birleşik devrime karşı atılan ilk adımdır.

Bu iki mutabakat ve şimdiye kadarki sonuçları şüphesiz ki, dersler çıkartmak bakımından da farklı çevreler tarafından daha çok tartışılır. Ancak, burada devrimin tasfiyesi bağlamında bağlayıcı önemi haiz olan şudur: Bir devrim yara alabilir, yenilebilir. Ancak, siyasi iktidar devrimci güçlerin elindeyse, bu güçler iktidarını devam ettiriyorsa karşıdevrimci saldırının sonucu, yenilgi veya yara almışlık olarak tanımlanır. Bu durumda saldırgan, işgalci güçlerle eşit olmayan koşullarda, yenilgiyi ifade eden bir anlaşma imzalanabilir. Rojava’da böyle bir durumla, süreçle karşı karşıya değiliz. Rojava’da olan, devrim güçleriyle saldırgan güçler arasında bir anlaşma değil, devrimi tasfiyeye etmeyi amaçlayan karışdevrim güçlerinin bu tasfiyeyi nasıl gerçekleştirecekleri üzerine kendi aralarındaki anlaşmadır. Bu anlaşmanın sonucudur ki, Rojava devrim güçleri, 30 km güneye çekilmeyi kabul etmişlerdir ve işgalci güçler, girdikleri her yerde siyasi temsiliyeti kendi çıkarlarına göre yeniden düzenlemeye başlamışlardır.

1-Efrin de dahil bu açık işgal ve açık işgalin olmadığı alanlarda Rusya-Suriye hakimiyeti devrimin tasfiye edilmesidir veya tasfiye ile eş anlamda bir yenilgidir. Tasfiyedir çünkü;

-Efrin’de devrimci siyasi iktidar yıkılmış, yerine işgalci güçlerin siyasi iktidarı getirilmiştir.

-Gire Spi-Serekaniye hattında 30 km derinliğe kadarki alanda devrimci iktidar yıkılmış, işgalci güçler kendi çıkarlarını temsil eden güçleri iktidar yapmakla meşguller; şehir merkezlerinde yerel meclisler oluşturuyorlar. Kendi polis merkezlerini kuruyorlar, mahkemeleri işler hale getiriyorlar vb.

-Söz konusu mutabakatlar gereği, Tel Rıfat, Menbiç, Kobene-Giri Spi, Serekaniye-Irak sınırı arasındaki alanlarda Rusya-Suriye güçleri hakimiyet kuruyorlar.

-Her iki mutabakat gereği, devrim güçleri 30 km güneye çekilmek zorunda bırakıldılar. Böylece devrim yeşerdiği topraklardan kopartılıyor;

Menbiç’ten, Tel Rıfat’tan çıkış oralarda bütün kurumlarıyla devrimin tasfiyesidir.
İşgal bölgesinden çıkış, o alanda bütün kurumlarıyla devrimin tasfiyesidir.
Rus-Türk devriye-kontrol sahasında çıkış bütün kurumlarıyla devrimin tasfiyesidir.
Siyasi iktidarın olmadığı yerde devrim tasfiye edilmiş demektir.

2- Rojava devrim ordusunun ağır silahları elinden alınıyor, mevzileri yıkılıyor ve 30 km güneye çekilmeye zorlanıyor. Bu, devrimin savunmasız bırakılması anlamına gelir. 
 
Devrim güçlerinin çekildiği bölge ne derecede Kürdistanidir, ne derece Arap topraklarıdır? Bu anlamda bu bölgede devrim ne derece yeniden yapılandırılabilir veya üs olarak değerlendirilebilir? Bunlar cevap bekleyen sorulardır.

Geriye tek bir yol kalmaktadır: Yeniden örgütlenmek ve çıkılan alanlara, devrim örgütlendiği, yeşerdiği zemine dönerek işgale karşı direnişi örgütlemektir.
Ancak, direnişin de duruma göre değişen biçimleri vardır. Bunlardan birisi de “ikili iktidar”dır. İşgal bölgelerinde devrimci iktidar ile işgalci iktidar güç dengesi tamamen bozulana kadar çatışma, mücadele içinde aynı anda varolabilirler. Böylesi durumlarda halk, devrimci güçleri dinler, takip eder, o safta mücadeleye katılır. İşgalci güç ise baskıyla, zorbalığıyla kendini var etmeye çalışır.

Söz konusu mutabakatlardan sonraki gelişmeler şunu göstermektedir: Devrimin silahlı güçlerinin mutabakatlara uyarak 30 km güneye tamamen çekilmediklerini yer yer devam eden çatışmalardan ve faşist diktatörlüğün temsilcilerinin yaptıkları açıklamalardan anlıyoruz.

Ancak şunu unutmamak gerekir: Bu mücadelede Türkiye’ye ne kadar düşman olursa olsun ne Esad rejimi, ne onun hamisi olan Rusya ve ne de Kürtlerin “dostu” olan ABD, devrimin yeniden örgütlenmesine izin vereceklerdir. En azından Türkiye, onları söz konusu mutabakatlar doğrultusunda hareket etmeye zorlayacaktır.

Yine unutmamak gerekir ki, Rojava devriminin tasfiyesinde jeopolitik rekabet belirleyici neden olmuştur; bölgemizde ABD, Rusya, Türkiye arasındaki küresel, Türkiye açısından bölgesel rekabetin ortaya koyduğu gerçeklik budur.

2- Direnişten Başka Yol ve Çare Yok

1-Sömürgeci faşist diktatörlük en modern silahlarıyla ve yerli işbirlikçileriyle saldırdı, belli alanları işgal etti. Ama direnişi kıramadı, direniş farklı biçimlerde devam etmektedir.

Rusya’nın hakimiyet alanlarında henüz bir çatışma yok, ama Rusya’ın da devrimi tasfiye eden güçlerden birisi olduğu ve hakimiyet alanlarında rejimin yeniden yapılanmasını sağlayacağı açıktır. Devrimin bu alanlarda da tasfiyesine karşı direniş zaman içinde görülecektir.

2- Devrimin savunulmasında; tasfiyenin zafere dönüştürülmesinde örgütlü devrim ve halk güçlerinin yanı sıra başka faktörlerin de belirleyici önemi haizdir:

a-Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’da Kürt ulusal birliğinin sağlanması.

b- Uluslararası dayanışmanın daha güçlü ve kapsamlı örgütlenmesi. Uluslararası dayanışmadan yoksun kalan devrimin Rojava’da yaşaması pek olanaklı değildir.
c-Özellikle Türkiye’de, Kuzey Kürdistan’da sömürgeci faşist rejime karşı mücadelenin geniş kapsamlı örgütlenmesi.

3- Rojava devriminin tecrübesi şunu göstermiştir: Dış güçlerin, somutta da ABD’nin, Rusya’nın, AB emperyalist ülkelerinin verecekleri destek ve güvenceyle yol alınamaz. Faşist diktatörlüğün saldırmasına, işgaline ABD veya Rusya izin vermez anlayışının neye mal olduğu ortada.
4-Her anlaşmanın, mutabakatın maddi zemini sahadaki güç dengesinden kaynaklanır. Bu “üçlü” bir araya gelerek Rojava devrimini tasfiye etmek için “kutsal ittifak” kurdular. Her iki mutabakat bu ittifakın sonucudur. Ancak, sahadaki güç dengesi değişkendir. Devrimin kendini yeniden örgütlemesi; siyasi ve askeri gücünü etkili kılması, sahadaki durumu devrim lehine değiştirme imkanlarını çoğaltabilir.
Bu olanakları çoğaltmak için mücadele etmeliyiz.

5-Ortadoğu halklarının kaderi emperyalist ülkelere ve işbirlikçileri bölgesel gerici güçlere bağlı değildir.
Ortadoğu halklarının özgür geleceği kendilerine, sergileyecekleri iradeye bağlıdır; bu özgür geleceği, kendi kaderlerini kendi ellerine aldıklarında elde etmiş olacaklardır. Ortadoğu'da yaşayan halklar (Arap, Kürt, Ermeni, Fars, Türk, Türkmen) emperyalist ülkelerin ve bölgesel gerici devletlerin/güçlerin böl ve yönet, hakim ol oyununu bozdukları ve özgürlük ve demokrasi mücadelesinde birleştikleri oranda kendi gelecekleri üzerine karar verebileceklerdir. Bu mücadele için Ortadoğu halkları, işçi sınıfı ve emekçileri kendi devrimci öznesini; örgütlülüğünü oluşturmak sorunuyla karşı karşıyadır.
Bölgemizde ezilen ve sömürülen sınıf ve toplulukların taleplerinde ortaklık, kurtuluşun, özgürlüğü ve demokrasiyi, ilerisinde sosyalizmi elde etmenin demokratik ve sosyalist Ortadoğu federasyonundan geçtiğini göstermektedir. Bu da bölgesel devrimin bir ifadesidir.

Rojava devrimi, sadece Ortadoğu'da değil, bütün dünyada yol gösterici bir rol oynamaktadır. Rojavalı Kürtler, Suriye'deki kanlı boğazlaşmanın dışında kaldılar ve yüz binlerce insanın katledilmesine ortak olmadılar. Ülkedeki iç savaş ortamının beraberinde getirdiği, ortaya çıkardığı çelişkilerden yararlanarak kendi özerk yönetimlerini oluşturdular.

Rojava devrimi, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu'yu yeniden biçimlendirme, bu nedenle “rejim değişimi” perspektifine hiç uymadığı gibi, Rus emperyalizminin çıkarlarına ve İran'ın Şii eksenli yayılmacılığına da (Irak-Suriye, Hizbullah/Lübnan) hiç uymamaktadır. Bu nedenle ABD ve Rusya'nın başını çektiği emperyalist güçler ve bölgenin sömürgeci, gerici, faşist ülkeleri Rojava devriminde ve Kanton yapılanmasında; özerk yönetimde ifadesini bulan iktidar seçeneğini, kendi kaderini bizzat tayin etme iradesini boğmak için her fırsatı kullanmaktalar. Çok sayıda rekabetçi, sömürgeci gerici ve faşist gücün “it dalaşı”na giriştikleri görece dar bir alanda devrim yapmak ve bunu başarıyla devam ettirmek için büyük bir iradeye gerek vardır.
Bu irade sadece bu devrime önderlik eden Kürt halkında değil, aynı zamanda emperyalizme ve gericiliğe, faşizme, sömürgeciliğe karşı mücadele ediyorum diyen bütün güçlerde de olmalıdır. Rojava devriminin bir parçası olma adımları, bu yönde atılan adımlardır.

3- Ahval-i Pür Melalimiz

Diktatör Erdoğan’ın “ey”leri bağlamında ve çoğunlukla Suriye eksenli Ortadoğu üzerine söyledikleri ve yaptıkları üzerine sadece “emekçi sol”un değil, diyelim ki genel anlamda “sol”un düşünceleri ne türden iflah olmaz bir öznellik/subjektivizm bataklığında çırpındığımız ve adeta bu bataklıktan çıkmamak için direndiğimizi göstermektedir. Bunları bazı makalelerimde dile getirdim. Şimdi, son saldırı ve işgalden dolayı söylenenleri de ekleyerek hal-i pür melalimizi bir kez daha göstermek istiyorum.

Bizde “sol”da duran örgüt ve kişiler bayağı kalabalık olduğu için (Örgütleri toplasanız bileşenleri saymakla bitmeyecek kadar çok olan bir anti-faşist cephe ve kişileri toplarsanız ortaya devasa bir ordu çıkar!) rastgele seçici oldum.

Putin’in, Erdoğan’ın taleplerini karşılaması sürpriz olur”; “Erdoğan Soçi’den eli boş döndü” diyenleri mi; “Soçi Anlaşması Kürtleri ezme planına fırsat vermedi” anlayışında olanları mı; işgali vesile sayıp, devrimci mücadeleye saldırarak kendine göre dönem kapatıp, yeni dönem açanları mı; ABD ve Rusya’nın Erdoğanı’ı bataklığa çekerek etkisizleştirmek istedikleri anlayışında olanları mı; “ABD emperyalizmi ile taktik ittifakın yenilgiye götürdüğünü” savunanları mı (yabancı basın); Soçi mutabakatını Rojava devriminin tabutuna çakılan son çivi olarak görenleri mi; “Kuzey Suriye’de NATO-İttifak Vakası” diyerek bundan “daha öte çılgınlık olamaz” diyenleri mi (yabancı basın) ararsınız! Bunların hepsini ve daha çoğunu “sol”da bulabilirsiniz. Özellikle de her alanda; ideolojik, örgüsel, teorik alanlarda tasfiyeciliğin diz boyunu aştığı dönemlerde kılını kıpırdatmadan, sınıf düşmanına bir taş atmadan akıl verenlerin; doğru budur, yanlış budur diyenlerin, mücadele, çatışma, savaş içinde olanları yok sayanların veya acımasızca “eleştirenler”in sayısı hiç de az olmaz. Bu türden unsurların en aktif olduğu dönemler, böylesi dönemlerdir. Sanırsınız ki, Marksizm-Leninizmi anlamak ve anlatmak bunların tekelindedir. Ne zaman ne yapılacağını sadece bunlar bilir. Bunlar aynı zamanda sinekten yağ çıkartma ustasıdırlar; görüşlerine ters düşen gelişmeleri kendi görüşlerine göre yontmakta, biçimlendirmekte bayağı mahirdirler.

Bu unsurların, avanak küçük burjuvanın, Lenin’in deyimiyle “darkafalı küçük burjuva”nın maharetleri saymakla bitmez (Daha önceki makalelerden darkafalı küçük burjuva eleştirisine birkaç örnek):

Türkiye’nin yeni ulusal güvenlik konseptiyle Türk burjuvazisinin/sermayesinin “kabına sığmazlığı”, saldırganlığı arasında bağ kuramıyoruz. Bu güvenlik konseptini analiz dahi etmiyoruz. Aslında öğretilmiş köhne anlayışımızdan vaz geçemiyoruz: Türkiye emperyalizme bağımlıdır; bir defa bağımlıysan ebediyen bağımlısın; kime bağımlıysan onun dediğinden çıkamazsın! Artık bu anlayış bir terane oldu. Yok öyle bir Türkiye. Karşımızda, yıkmak istediğimiz yeni bir güç var. Bunun nasıl bir güç olduğunu analiz edeceğimize ve sınıf mücadelesinde bunu hesaba katacağımıza hala onu küçümsemekle uğraşıyoruz. Küçümsemenin sınıf mücadelesine bir faydası varsa küçümsemeye devam edelim. Ama bir faydasının olduğunu sanmıyorum. Türkiye ile Batı, somutta da AB, ABD, NATO arasında başlangıçta ilişkilerde gerginlik giderek çelişkiye dönüşmüştür. Bir kısım “sol” bunu göremiyor, ama Putin görüyor.

Sol” basında yer alan bazı değerlendirmeler, insana ister istemez “hangi dünyada yaşıyoruz” dedirtiyor. Sanki böyle bir işgal saldırısının olmayacağından, bunun da Erdoğan’ın bir “Ey”i olduğundan, ABD’nin, Rusya’nın böyle bir işgale müsaade etmeyeceğinden hareketle yazılmış yazılar... Sonrasında, işgal için harekete geçildiğinde işin kolayı da bulunuyor: ABD ihanet etti, Rusya ihanet etti, İran sessiz kaldı, Esad çabuk çark etti! Ne kadar da kendimizi başkalarının “hal ve gidişine” göre konuşlandırmışız! ABD umut, Rusya umut, hatta İran ve Esad da umut! Ya biz neyiz? “Sol” hala, Erdoğan’ın ne zaman gideceğinin hesabını yapıyor, bu işgalle düzeni kurtarmaya çalıştığını; yani savaşmasa zaten gideceğini, gitmemek için savaştığını yazıp çizmekten yorulmadık. Düşmanı doğru analiz etmemizin önündeki en büyük engelin bizzat kendimiz olduğunu; sınıfsal olmayan kin ve nefretin, duyguların analizlerimize yön verdiğini hala anlamadık.

Fırat Kalkanı” döneminde de aynı duygularla analizler yapılmadı mı? Giremez, girse de ilerleyemez, ilerlerse de bataklığa gömülür, geri çıkamaz, yenilecek, yok olacak vb. türünden değerlendirmeler şimdi Afrin için yapılmaktadır. “Sol”un bir kısmı yaşamadan o kadar kopuk ki, faşist diktatörlüğün, ekonomisiyle, siyasetiyle, psikolojisiyle; velhasıl maddi manevi bütün olanaklarıyla ve dış dünya desteğiyle bu işgale giriştiğini; Erdoğan’ın şimdiye değin olmadığı kadar güçlü olduğunu anlamak istemiyor. Evet, Erdoğan’la, Saray’la özdeşleştirilen faşist diktatörlük ekonomik, askeri ve siyasi gücünün doruk noktasında. Aksini gösteren veri var mı ortada? Yok. Niyet beyanlarını ekonomik ve siyasi analiz olarak saymazsak yok. En azından ben göremiyorum Varsa gösterelim; kanıtlayarak ekonomi krizde, hiç üretim yapılmıyor, işi inşaat sektörüyle idare ediyor diyelim; kanıtlayarak borç batağında debeleniyor, dışarıdan kredi alamıyor/bulamıyor diyelim; kanıtlayarak askeri olarak tamamen dışa bağımlı, silah, mühimmat bulamıyor, kendisi üretmiyor diyelim; kanıtlayarak siyasi olarak da yönetemiyor, yönetilmek istemeyenler, her gün olmasa da sık sık sokakları dolduruyorlar; hükümet, Erdoğan binler, on binler, yüz binler tarafından protesto ediliyor diyelim. Bunları kanıtlayarak diyemiyorsak, hiç olmazsa, en azından nasıl bir sınıf düşmanı ile karşı karşıya olduğumuzun bilincine varalım. Sadece şu Afrin işgali sorunundan dolayı ABD’nin, Rusya’nın, İran’ın, NATO’nun ve AB’nin tavrı bu durumu açıklamak için yeter de artar bile. Ama biz bu gerçeği görmek istemiyoruz. Erdoğan’ı, yenemeyeceğimiz, tahtından edemeyeceğimiz, Sarayı’nı başına yıkamayacağımız bir gladyatör yapıyoruz! Veya onu böyle bir gladyatör yaptığımız için, dışımızdaki; devrimin öznelerinin dışındaki faktörlerin etkisiyle gideceğinin; bazen de ha gitti ha gidecek durumunda olduğunun hesabını yapıyoruz. Bütün “sol” olmasa da bunun hesabını yapanlar çok. Ama Afrin’de -bugün de Fırat’ın doğusunda Serekaniye’de- işgale karşı savaşanlar da var. Örneğin MLKP. "MLKP savaşçıları Serêkaniyê ve Kobanê direnişinde Türk devleti ve çetelerinin saldırıları karşısında elde edilen zaferin ateş taşıyıcıları olmuşlardı. Şimdi Efrîn'deler, (Serekaniye’deler). Ve bu kez doğrudan faşist sömürgeci Türk devletine karşı savaşıyorlar" açıklamasını yapıyor (Etkin Haber Ajansı, 22 Ocak 2018; MLKP Rojava: Savaşçılarımız Efrîn direnişinde).

Gördüğüm kadarıyla Türk burjuvazisinin, faşist rejimin siyasi, ekonomik, askeri durumu “sol” tarafından genel anlamda pek ciddiye alınmıyor. Bu ciddiye almamanın arka planında emperyalizme bağımlılık anlayışı var. Emperyalizme bağımlılık kavramı, içeriğinde değişim olmayan bir kavram değildir. Bu kavram kapitalizmin nesnel yasasını; eşitsiz gelişme yasasını dışlamıyor. Emperyalizme bağımlılık, bağımlılığın niteliğinin tartışılır duruma gelmeyeceği; bağımlı ülkelerin yeni ilişkiler talep etmeyecekleri anlamına gelmez. Bu bir güç meselesidir; gücün yettiği kadarıyla bu sorunu tartışma konusu yapabilirsin. Erdoğan’ın da yaptığı bundan başka bir şey değildir.

Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi genel anlamda “sol” tarafından hafife alınıyor; neredeyse yok sayılıyor. Her şeyiyle dışa; emperyalist ülkelere, yabancı sermayeye, alınan ve alınacak borçlara bağımlı bir ülke hayal ediliyor. Bu türden anlayışlarla emperyalizm-bağımlı ülke ilişkileri açıklanamaz. En azından Türkiye’nin emperyalist ülkelerle ilişkisini açıklayamazsınız.
-Bu ekonomi sermaye ihraç ediyor, ama umurumuzda değil.
-Bu ülke, dünyada düne kadar gitmediği ülkelerle ticari, ekonomik, siyasi, askeri ilişkiler kuruyor, ama umurumuzda değil.
-Borçlanmasını, burjuva ekonomide kabul edilebilir bir seviyede tutuyor, ama umurumuzda değil.
-Ekonominin merkezinde üretim, sanayi üretimi duruyor, ama inşatla ayakta duran ekonomi diye açıklama yapmayı marifet sayıyoruz.
-En modern teknolojiyi silah üretiminde kullanıyor; kendi çapına göre devasa bir askeri-sanayi kompleksi kurmuş ve en modern teknolojiyle de sürekli geliştiriyor ve ürettiği silahları da Rojava’ya düzenlediği harekatlarda deniyor (kullanıyor) ama bu bizim umurumuzda değil. Öyle ki, silah ihracatçısı ülke konumuna gelmiş ama bu bizi fazla ilgilendirmiyor.
Bütün bunlara dayanarak doğrudan saldırganlığı, emperyal çıkarları, sömürgeciliği, savaşı temel alan bir ulusal güvenlik konsepti geliştiriyor ama “sol” bunu anlamayı dahi düşünmüyor. Ulusal güvenlik konseptiyle Türk burjuvazisi bundan sonrasının planını çıkartıyor. Bu, bir devrimci partinin siyasi programını doğrudan etkileyecektir, etkilemektedir, ama “sol”u fazla ilgilendirmiyor.” (1)

Sol”, Ortadoğu'da Türkiye’nin başta ABD olmak üzere Batılı müttefikleriyle yaşamakta olduğu gerginliğin çelişkiye dönüştüğünü, artık ABD'nin, NATO'nun bölgede sorunsuz jandarmalığını yapmaya hiç niyetinin olmadığını dahi anlamıyor. Türkiye’nin ekonomik bakımdan güçlendikçe kendi çıkarlarını önplana çıkartmaya başladığını, Gülen Hareketi'nin ordudaki tahribatına rağmen hala oldukça güçlü ve modern silahlara sahip, silah bakımından dışarıya bağımlılığını yüzde 40'lara indirmiş bir orduyla rekabet gücünü artırdığını dahi görmüyor.

Öyle ki “sol”, Türkiye'nin uluslararası alanda askeri varlığının ne anlama geldiğinin farkında bile değil. Türkiye'nin son birkaç yıla kadar BM barış gücü şemsiyesi altında çok sayıda ülkede görev alması ve askeri bakımdan uluslararası tecrübe kazanması; son birkaç yıldır, BM'den bağımsız olarak çok sayıda ülkede askeri faaliyet sürdürmesi; örneğin Somali, Katar, Irak'da mevcut üslerinin yanı sıra Arnavutluk, Azerbaycan ve Gürcistan'da üs kurma çabaları, Afganistan'da NATO kapsamında karargahı, “Sol” için de çok düşündürücü olması gerekmez mi? Gerekmesine gerekir de...

Sınıf mücadelesinde en büyük zaaf, belki, iktidarını yıkmak istediğimiz sınıf düşmanını bütün yönleriyle tanımamaktır, onu küçümsemektir.

Türk burjuvazisinin geliştirdiği yeni güvenlik politikası, Türkiye'nin jeopolitik önemini kavrayarak, kendi çıkarları için kullanarak hareket etme özgüvenine sahip olmaya başlaması, Türk sermayesinin bölgesel ve dünya çapında rekabet etme gücünün bir yansımasıdır. Bu rekabet meselesinde burjuvazinin kendi gücünü abarttığı açıktır, ama bundan hareketle onu küçümseme lüksümüz olmamalıdır.

Unutmamak gerekir ki, Türkiye Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin merkezini oluşturan ülkedir. Türkiye, bu üçgen içinde ayakta kalabilmenin ötesinde en güçlü ülkedir. Kaderi, coğrafyayla hiçbir ülkede görülmemiş derecede bütünleşmiştir. Türk burjuvazisi gücündeki gelişmeye paralel olarak bu gerçeklikten kurtulamayacağını anlamıştır. Bu coğrafyada kapitalist dünyaya rağmen sosyalizm kurduğumuzda biz de bu gerçeklikten kurtulamayacağız. Burjuvaziyle işçi sınıfının bu coğrafyada “kader ortaklığı” belki de budur!

Marks, Engels, Lenin ve Stalin’den öğrenemedik, bari Sun Tzu’dan öğrenelim
Sol” olarak bu sınıf düşmanını ve gücünü anlamanın neresindeyiz? Bu soruyu şimdiye kadar çok sordum, öyle ki gereğinden fazla sordum. Ama amacım sorduğum soruya cevap verilmesi değildir. Esas olan, genel olarak “sol”un değerlendirmeleridir. Sorunu nasıl anladığımızı bazı sorularla buraya aktarayım.

-Diktatör Erdoğan en azından 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden bu yana sürekli psikolojik savaş sürdürdü ve sürdürüyor. Ama anlamadık; bağırıyor çağırıyor, yine “Ey” çekiyor, ABD, Rusya kulağından çeker, bir şey yapamaz dedik. Demediysek de böyle düşündük. Yani sessizce Amerikan ve Rus emperyalizminin politikalarına veya da taktik tavırlarına bel bağlanırken; örneğin Putin kurtarıcı olarak görülürken, diktatör Erdoğan, Putin ile birlikte dediğini yaptı, yapıyor.

-Türkiye’nin başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerle ilişkilerindeki yaşanan gerginliğin çelişkilere dönüştüğünü anlamadık. Kafasına vururlar, ekonomiyle gırtlağını sıkarlar, sustururlar, hizaya getirirler diye düşündük, herhalde hala böyle düşünenler vardır.

-Türkiye emperyalizme bağımlıdır, efendilerinden ayrı kalamaz diye düşünmüş olmamız gerekir ki, diktatör Erdoğan’ın efendilerine karşı çıkmasını pek anlayamadık. Bunun antiemperyalistlik olacağını, Erdoğan’ın da antiemperyalist olamayacağına göre böyle bir şeyin olamayacağını düşünenler az değildir. Ne kadar “derin” bir düşünce ve analiz değil mi?

-Burjuvazi ulusal güvenlik konseptini değiştirdi, bunu hiç mi hiç anlamadık; korkudan saldırıyor demenin çok ucuz olduğunu ve politik bir değeri olmadığını anlamak istemedik. ABD, AB, NATO dışına çıkamaz dedik, ama adam çıkıyor; sana güvenmiyorum diye yüzlerine söylüyor. Sanki “baş” düşmanımızın siyasi temsilcisi değilmiş gibi davranarak hiç sorun yapmadık...

-Burjuvazi, ulusal güvenlik başkasına teslim edilemez dedi, anlamadık. Daha doğrusu bunu, Erdoğan, iktidarını kaybedecek korkusu içinde olduğu için saldırıyor diye anladık...

-Propaganda yapmanın değil, propaganda nasıl yapılmazın örneği olmak için adeta direndik; Lenin’in dediği gibi “terbiyeli yalan” bile söyleyemedik, düpedüz gerçek dışı söylemlere sarıldık...

-Gerçekliği değil, hislerimizi konuşturduk; somut durumun somut analizi yerine duygularımızı, hislerimizi analiz ettik...

-Şu hale bakın...Adam iktidarının en güçlü dönemini yaşıyor, ama biz onu iktidarını kaybetme korkusu içinde olan, krizden krize yuvarlanan biri olarak gösterdik, gösteriyoruz ve bu nedenle saldırıyor, kendini, iktidarını kurtarmaya çalışıyor dedik ve demeye devam ediyoruz...

-Suriye politikası çöktü, Suriye’de dışlandı dedik, ama adam, Suriye’nin siyasi geleceğini belirleyen aktörlerden birisi olarak karşımıza çıktı...

-Suriye’ye giremez, ABD, Rusya izin vermez dedik, ama adam girdi, yayılıyor ve çıkmaya da hiç niyeti yok...

-Şu hale bakın... Bir ABD’nin, bir Rusya’nın kucağında, piyon falan derken adam bayağı aktör olmuş, Suriye’de “bensiz çözüm olmaz”ı kabul ettirmiş de haberimiz olmamış!

-Cerablus’a giremez dedik, El Bab’a kadar gitti. Girse de bataklığa gömülür dedik, adam orada yeni bir düzen kuruyor. Bunu ora halkı, Esad rejimi, ABD, Rusya vs. görüyor, ama sadece biz göremiyoruz veya görmek istemiyoruz.

-Efrin’e giremez, ABD, Rusya izin vermez dedik; ABD mel mel bakarken, girmek için Rusya ile çok önceden anlaşmış. Sadece biz buna inanmak istemedik...

-Adam İdlib’e geri çıkmamak amacıyla yerleşiyor, biz hala iktidarını kaybetme korkusuyla saldıran Erdoğan'dan, Putin’in piyonu Erdoğan’dan, kendi “pisliğini” temizlemek zorunda bırakılan Erdoğan’dan bahsediyoruz...

İdlib-Afrin arasındaki bağı kuramayan anlayış ne Menbiç’i ne de Türk burjuvazisinin yeni güvenlik konseptini anlar...

-Erdoğan’ı durdurmayı, alaşağı etmeyi ekonomik krize, Batı’nın baskılarına vb. bağladık veya havale ettik ve bunu da açıkça dile getirdik. Ama bu arada, bu mücadelede özne olarak ne yapıyoruzu kendimize sormayı unuttuk...

-Ekonomisi battı, kriz Erdoğan’ı götürür dedik, ama yine olmadı...Hiçbir araştırma yapmadan adeta ekonomide kriz patlatma yarışına girdik; ekonomi inşaata dayanıyor, inşaat sektörü ekonominin motoru deme cehaletini ciddi ciddi ekonomi analizi olarak yazma cüretini gösterdik. Biz bununla uğraşırken yerli silahlarla Suriye işgallerini gerçekleştirdi...

-Silahı yok, yerlisi hava cıva demeye getirdik, Efrin’de denemediği modern teknoloji bazlı, yazılımı “yerli” silah kalmadı. Yetmedi bir de silah ihracatçısı oldu...
-Faşist diktatörlük Ege’de ve Doğu Akdeniz’de her şeyi göze aldığını açıklıyor, ama bu bizi ilgilendirmiyor...

Bu liste uzatılabilir hem de bayağı uzatılabilir. Ama anlamı yok. Bu hal ve gidişe bakınca akılma Sun Tzu’nun 2500 küsur sene önce yazdığı “Savaş Sanatı” kitapçığı geldi. Anlaşılan o ki, Marks, Engels, Lenin ve Stalin’den öğrenemedik; en azından yöntemlerini, somut durumun somut analizini yapmayı ve ona göre hareket etmeyi öğrenemedik, bari Sun Tzu’dan öğrenelim; en azından, hiç olmazsa öğrenmeye çalışalım...

Ne diyordu Sun Tzu?
Düşmanı ve kendini tanıyorsan, yüzlerce muharebenin sonucundan korkmana gerek yok. Kendini tanıyorsan, ama düşmanı tanımıyorsan kazandığın her zafer için yenilgiye uğrayacaksın. Ne düşmanı ne de kendini tanıyorsan, her muharebede yenileceksin... Gerçeklere bağlı kal”.

Nasıl bir sınıf düşmanıyla karşı karşıya olduğumuzu bir türlü anlatamadım, belki de çare Sun Tzu! (2).

Burjuva ve “sol” basında kim kazandı, kim kaybetti hesabı ayrıntılı olarak yapılıyor. Sorunun tali, esasa bağlı alt başlıkları önplana çıkartılıyor. Tabii o zaman da kazanan-kaybeden sorusunun cevabı değişebiliyor. Bu konuya aşağıda değineceğim. Ama burada vurgulanması gereken şu: Örneğin, Türkiye’nin Esad rejimini tanımak zorunda kalacağı, Menbiç’e Türkiye’nin girememesi veya Kobane’yi işgal edememesi, bazıları için çok önemli olabilir. Ama bu, Rojava devriminin tasfiye edilmesinden daha önemli değildir. Menbiç’e, Kobane’ye Rusya ve Esad rejiminin girmesi hakimiyeti, o alanlarda Rojava devriminin tasfiye edilmesi değil mi veya da tasfiye edilmesinin sonucu değil mi? Devrimin tasfiyesi söz konusuysa Menbiç’in, Tel Rıfat’ın kimin elinde kaldığının, Kobane’nin işgal edilip edilmediğinin ne önemi var?

Cerablus’un işgalinden bu yana “sol”da yazılanlara bakarsanız nakaratlaşmış bir anlayış görürsünüz: bataklığa battı, bataklığa batacak; bugün ABD’ni kucağında, yarın Rusya’nın kucağında; Rusya, ABD asla izin vermez; Putin’in azarladığı Erdoğan vs. Bu arada faşist diktatörlük 3 harekat yaptı (“Fırat Kalkanı Harekatı”, “Zeytin Dalı Harekatı” ve “Barış Pınarı Harekatı”, iki mutabakat imzaladı (ABD-Türkiye arasında Ankara Mutabakatı ve Rusya-Türkiye arasında Soçi Mutabakatı). Faşist diktatörlük her iki emperyalist güç arasındaki çelişkilerden yararlanarak üç harekat ve iki mutabakat sonucunda devrimi tasfiye ediyor, “sol” ise hala bataklığa gömülecek edebiyatı yapıyor.

Rusya ve ABD, aralarındaki küresel ve bölgesel rekabette Türkiye’nin oynadığı ve oynayabileceği rolü çok iyi görüyorlar. Bu iki emperyalist ülke arasında bu rekabet devam ettiği müddetçe Suriye sahasında işgalci, sömürgeci faşist diktatörlüğün bataklığa gömülmesine müsaade etmezler. Bu iki güçten birisi onu bataklığa iterse diğeri bataklıktan çıkartır. Bataklığa gömülmüş bir Türkiye küresel ve bölgesel rekabetlerinde ne ABD’nin ne de Rusya’nın işine yarar.

Bu harekatlar ve mutabakatlar sonucunda Suriye eksenli Ortadoğu’da vazgeçilemez olan faşist diktatörlük, Suriye’nin geleceğinin şekillendirilmesinde önemli bir rol oynayacak duruma geliyor.

Rojava devrimci güçleri, devrimin yeşerdiği topraklardan çıkartılarak, çıkartılmaya zorlanarak devrim tasfiyesi ediliyor.

Gire Spi-Serekaniye hattını, 30 km derinliği içinde, Efrin ve Cerablus-El Bab hattında olduğu gibi işgal ediyor ve Efrin’de olduğu gibi devrim doğrudan tasfiye ediyor ve söz konusu mutabakatlarla da Türkiye’nin işgali altında olmayan alanlarda bu işi Rusya ve ABD yapıyor.

Bu gerçeklerin yanında Menbiç’in, Kobane’nin kimin eline geçtiğinin, Esad rejiminin güçlenmesinin ne önemi var?

Üçlü ittifak”, bu “kutsal ittifak” anlaşılmadan ABD-Rusya-Türkiye arasındaki Suriye eksenli Ortadoğu’da yaşananlar anlaşılamaz:
Tahterevallinin ortasında duran diktatör Erdoğan’dır. Ağırlığı uygun gördüğü yöne veren odur. Tahterevallinin diğer uçlarında ise Putin ve Trump oturuyorlar. Diktatör her ikisiyle pazarlık yapıyor ve ona göre de tahterevallinin hareketini kendine göre kontrol ediyor. Veya bu üçlüden oluşan kantarın topuzu diktatörün elinde. Diğer bir ifadeyle, diktatör bu iki emperyalist güç arasındaki çelişkilerden yararlanıyor.

ABD ve Rusya arasındaki çelişkiler uzlaşmaya dönüşürse Erdoğan açıkta kalmaz mı diye sorabiliriz. Olabilir, mümkündür. Ancak, bu her iki emperyalist ülke sıradan emperyalist ülkeler değil; her ikisi de dünya hakimiyeti jeopolitikası üretme imkan ve yeteneği olan ülkelerdir. Küresel büyük “oyun”un iki belirleyici aktörüdür. Bu iki ülke arasındaki denge değişiminde Türkiye önemli bir konuma sahiptir. Bu denge değişimi de bugünden yarına gerçekleşecek bir değişim değildir. Bu, “Atlantik-Avrasya” arasındaki güç dengesi değişimidir. Dolayısıyla bu uzun erimli süreçte Türk burjuvazisi koparabildiği kadar taviz koparmaktan geri kalmayacaktır.

Bu durum neden dolayı uzun erimli bir süreçtir?
Sosyalist dünya ile kapitalist dünya (II. Dünya Savaşı sonrasından 1956’ya -SBKP 20. Kongresine kadarki dönem) arasında saflar belliydi. Dünya politikasının seyrini bu iki kamp arasındaki mücadele belirliyordu.

SSCB’de sosyalist iktidarın, proletarya diktatörlüğünün yıkılmasından revizyonist dünyanın çökmesine kadar olan dönemde (1956-1990/1991) de saflar belliydi; bir taraftan Amerikan emperyalizminin başını çektiği kapitalist dünya, diğer taraftan da sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin hakimiyetindeki revizyonist dünya. Bu dönemde dünya politikasını bu iki kamp arasındaki rekabet belirliyordu.

Revizyonist blokun dağılmasından sonra dünya, çok rekabet merkezli dünyaya dönüştü; emperyalist/kapitalist ülkeler arasında müttefikleşme eğiliminin yerini daha önce kurulmuş ve giderek işlevsizleşen ittifakların yıkılma süreci aldı. Bu süreç hala devam etmektedir ve görülebilir bir zamanda da sonuçlanacağa benzememektedir. Dolayısıyla çok rekabet merkezli dünyada küresel ve bölgesel rekabet gücü olan her bir ülke, kendi gücüne orantılı olarak bölgesel ve küresel rekabet etmekte ve bu rekabette geçici ittifaksal ilişkilere girmektedir.

Dünya hakimiyeti jeopolitikasında bugün için merkez olabilecek üç güç vardır; ABD, Rusya ve Çin. ABD, artık pek de işe yaramayan NATO ile ne Rusya’ya ne de Çin’e karşı savaşabilir. Rusya ve Çin’in de ABD’ye karşı savaşmak için NATO tarzında bir ittifaklaşması yok veya bu iki ülkenin ABD karşısında uzun erimli müttefiklik ilişkisi kurup kurmayacakları soru götürür. Bu nedenle ABD ve Rusya, aralarında keskinleşen çelişkileri, güdümlerindeki örgütler, tahakküm altına aldıkları devletler vasıtasıyla sürdürüyorlar; vekalet savaşları. Bu türden çelişki çözümleme işi daha ne kadar devam eder bu ayrı bir sorun. Ama her halükarda yeni kamplaşma süreci vekalet savaşları sürecinde olgunlaşmaya başlayacaktır. Bu anlamda Türkiye her iki ülke için oldukça önemlidir. ABD ve Rusya, Türkiye’yi kaybetmemek (ABD), kazanmak (Rusya) için adeta yarışıyorlar. Türk burjuvazisi de bundan nemalanıyor (3).

Rus emperyalizmi Türkiye’yi sürekli kendi safında tutmak, görmek için Kürtleri değil, gerekirse Esad’ı da, Suriye’nin bir parçasını, örneğin İdlib’i de satar. Aynısını ABD de yapar. Söz konusu iki mutabakat bunun açık bir göstergesidir.
Avanak küçük burjuva, duygularına göre konuşan ve yazan küçük burjuva, bu gerçekliği göremez. Göremez, çünkü onun düşünce tarzında belirleyici olan, öznelliktir. Bağırır, çağırır, ama gerçekliği asla kabullenmez. Çünkü gerçekliği görmesinin önündeki en büyük engel, soruna bakış tarzıdır. Perspektifi belirleyen bakış açısıdır. Avanak küçük burjuva da soruna öznellik bakış açısından yaklaştığı için perspektifsizdir. Bu nedenle bu “üçlü” (Putin, Trump, Erdoğan veya Rusya, ABD, Türkiye) arasındaki “kutsal ittifak”ı anlamaktan uzaktır. Bu, çelişkili halleriyle birbirini var eden bir ittifaktır.

Dünya çaplı jeopolitika üretme yeteneği olan ülke, stratejik düşünen, uzun erimli hesap yapan, üç-beş hamle sonrasını görmeye çalışan veya gören ülkedir. Avanak küçük burjuva ABD’nin, NATO üzerinden Rusya’yı Baltık ülkeleri, Polonya, Romanya, Karadeniz-Türkiye hattında kuşatmasında en kritik, en belirleyici hattın Türkiye olduğunu belki görür ama anlayamaz. Anlayamaz, çünkü avanak küçük burjuvanın hesabı, muhakemesi günlük değilse haftalıktır, aylıktır...

1952’den bu yana önce sosyalist Sovyetler Birliği’ne, sonra da revizyonist, sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’ne karşı kapitalist dünyanın güney hattının bekçisi olan Türkiye’nin bu görevi yerine getirmemekle Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası jeopolitikasında onarılamaz bir yara, gedik açıyor olmasının ne anlama geldiği avanak küçük burjuvazinin anlama/kavrama kapasitesini aşar.
Bu hattın Türkiye sahasında kopması Amerikan jeopolitikası ve Rusya’yı çevreleme stratejisi için bir yıkımdır ve Rus emperyalizminin, bu hattın kopması için neleri feda edebileceğini avanak küçük burjuva anlamaktan oldukça uzaktır. Bu hattın işlevsiz kalmasıyla Rusya’nın Karadeniz üzerinden dünyaya açılma yolunun açılacağının, güneyden çevrelenme tehdidinin ortadan kalkacağının Rus emperyalizmi jeopolitikası açısından ne anlama geldiğini, bu bakımdan Türkiye’nin stratejik önemini Putin anlıyor, ama avanak küçük burjuvada bunu anlama kapasitesi yoktur. Çünkü o, Suriye’yi Suriye olarak görür. Buradaki oyunun dünya hegemonyası jeopolitikasındaki yerini göremez. Bundan dolayıdır ki, sinekten yağ çıkartırcasına Menbiç’in, Tel Rıfat’ın veya şuranın buranın kimin kontrolünde olacağı hesabını yapar; Suriye sahasında Türkiye-Rusya, Türkiye-ABD ilişkisini/rekabetini, bu “üçlü” arasındaki o “kutsal ittifak”ı anlayamaz.
Küresel ve bölgesel jeopolitik “oyunlar” ve çıkarlar bu “üçlü”yü birbirine bağlamıştır. ABD bir yere kadar Türkiye’nin üzerine gidebilir. Rusya da öyle. Her ikisi de Türkiye’yi küresel jeopolitik amaçları için kazanmak istiyor. Bu da Türkiye üzerindeki baskıyı sınırlıyor, Türk burjuvazisine direnme ve kendi çıkarlarına tekabül eden tavizler koparma imkanı veriyor. Diktatör tam da buna oynuyor ve sürekli kazanıyor.

Kendimizi kandırmayalım: Ne ABD’nin ne de Rusya’nın Suriye sahasında Türkiye’ye birşeyler vermeme lüksü vardır; biri birşeyler verirse diğeri de eş değerde birşeyler verecektir. Her iki mutabakat bunun böyle olduğunu göstermiyor mu?

Doğu Akdeniz’de emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesinin bir üst aşamasında karşımıza yine bu “üçlü ittifak” çıkacaktır. Avanak küçük burjuva muhtemelen Yunanistan’ın deniz hakkının Türkiye tarafından işgalinden, Kıbrıs Rum kesiminin deniz sahasının işgalinden bahsedecektir. O kadar da avanak olamaz diye düşündüğüm için muhtemelen diyorum. Avanak küçük burjuvanın, Türkiye, Doğu Akdeniz’den çıksın korosuna hangi biçimde katılacağını göreceğiz. Belki de şöyle düşünülüyor: Bugün Türkiye Doğu Akdeniz’de olmasın, yarın sosyalist devrimi gerçekleştirince Doğu Akdeniz’deki ulusal hakkımızı geri almak için kapitalist dünyaya karşı savaş açarız!

Türkiye-ABD, Türkiye-Rusya arasında hiç mi “itiş-kakış” olmayacak? Şüphesiz ki, olacak ve oluyor da. Ne ABD ne de Rusya, Türkiye’yi kendilerine denk düşen bir güç olarak görüyorlar, görmeyecekler de. Fırsatını buldukça Türkiye’nin ümüğüne çökerler. Ancak, aralarındaki küresel rekabet sürdüğü müddetçe bunu beraber yapmazlar. ABD-Rusya arasında Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu/Doğu Akdeniz üçgenindeki bu “it dalaşı” devam ettiği müddetçe Türk burjuvazisi onlar arasındaki çelişkilerden nemalanmaya devam edecektir. İleride, yakın gelecekte işin içine Çin karıştığında ne olur, o şimdiden bilinmez. Ama her halükarda Çin’in işe nasıl karıştığına bağlı olarak yeni pozisyonlar alınır.

Avanak küçük burjuva, “göçte öküzün ezdiği otun hesabını yapıyor”; Göçe bakmıyor, ne anlama geldiğini anlamaya çalışmıyor, “şu da var, bu da var” ile uğraşıyor, sinekten yağ çıkartıyor. Öyle ki, koruyucu “melek” arıyor ve buluyor da. Bu “melek” Putin’dir...

Bir kısmı, tasfiye edilen devrimi değil de, biz bunun devrim olmadığını söylemedik miyle uğraşıyor...

Bir kısmı, Esad rejiminin sınıra yeniden döndüğünü, güçlendiğini neredeyse kutlayacak moda geçmiş durumda...

Bir kısmı, ABD ile ittifakın sonucu bu olur havasında “zil takıp oynayacak” duruma gelmiş; tam oynayamıyor, ama hissettiriyor...

Bunların hepsi aynı tornadan çıkmışlar; hepsi öznelci; hepsi hislerini, duygularını yazıya dökmüşler. Bunların hepsi bu öznellikleriyle, bu subjektivizmle koro halinde hareket ediyorlar; her biri kendi açısından...

Hiçbiri, orada bir devrim oldu, şimdi yok edilmekle karşı karşıya, bir ucundan da ben tutayım, bir taş da ben atayım demiyor...

Bu mutabakatlar ve “Barış Pınarı Harekatı”yla ABD’nin kaybettiğinden, Rusya’nın, Esad rejiminin kazandığından bahsediyorlar. Peki, Rusya ve Esad rejiminin kazanması Rojava devriminin kazanması anlamına mı geliyor, yoksa kaybetmesi anlamına mı geliyor? Burada kocaman bir suskunluk var; evet desen olmuyor; çünkü Türkiye ile Soçi mutabakatını imzalayan Rusya’dır. Bu mutabakatın amacı Türkiye kazansın, Rojava devrimi tasfiye edilsindir. Avanak küçük burjuva bunu; devrimin tasfiyesini görmüyor, ayrıntıya dalıyor; Putin’e Esad’a umutla bakıyor; Kürtlere kurtarıcınız bunlardır demeye çalışıyor.

Tabii, fırsatçılar da var; bu işgali bahane ederek orada mücadele edenleri, genel eleştiri bombardımanına tutuyorlar, durumdan “vazife” çıkartmaya çalışanlar...

Rojava devrimini savunan, direnişi yükselten Kürt halkının, devrimcilerin, komünistlerin ufku, güneşin dolaşamayacağı kadar büyüktür, geniştir. Bu ufuk; her tarafta gericiliğe, sömürgeciliğe, faşizme karşı mücadele, bitmez-tükenmez enerjimizin, davaya inancımızın kaynağıdır...
 
*

1) http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2018/02/fasist-diktatorlugun-afrin-seferi-ve.html (Faşist Diktatörlüğün Afrin “Seferi” Ve Rojava Devriminin Geleceği - Suriye Sahasında Jeopolitik Oyunlar Ve Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konsepti, 4 Şubat 2018)

2) http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2018/03/firat-kalkani-harekati-ve-zeytin-dali.html#more (“Fırat Kalkanı Harekatı” ve “Zeytin Dalı Harekatı” Türk Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik Konsepti’nin Uygulamasıdır, 18 Mart 2018)

3) Bkz.: İ. Okçuoğlu; EMPERYALİST KÜRESELLEŞME VE DEĞİŞEN GÜÇLER DENGESİ, Töz yayınları, Ocak 2019.