KAPİTALİZMİN
GENEL KRİZİ KOŞULLARINDA BURJUVA DEVLET
‘80’li
yıllar boyunca emperyalist metropollerde arka arkaya gladio
skandalları patlamıştı. Özellikle Batı Avrupa’nın
emperyalist devletleri ve emperyalist burjuvazi, sistemin
“geleceğini” kurtarmak için o gün ortaya çıkan gladio
örgütlenmesinin “suç örgüt”leri olarak milyonların önüne
çıkarılmasına razı oldu. Özellikle İtalya’da milyonlarca
işçi ve emekçinin gösterilerinin baskısıyla gladio üyeleri
mahkemelerde mahkum oldular. Çete üyelerinin ifadeleri, II. Dünya
Savaşı sonrasında kapitalist emperyalist devlet örgütlenmelerinin
gladiolaştığı, işin doğası gereği, bir süre sonra bu
çetelerin denetim dışı eylemlere giriştikleri ve burjuva
kliklerin siyasi hesaplaşmalarının tahsildarı haline geldikleri
görüldü. Nihayet sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin ve
revizyonist blokun çöküşüyle gladio çeteleri “elde kaldı”.
Hatta eski kadronun tümden temizlenmesi gerekli hale geldi.
Batı
emperyalist ülkelerinde gladio çözülürken, Türkiye’de aynı
örgütlenmenin olduğu bizzat gladiocularca “ihbar edildi”.
Ancak, dünya çapında esen gladio aleyhtarı güçlü rüzgarlar
bile bu topraklarda bir yankı bulamadı. Her şey gizli kaldı.
3
Kasım 1996 tarihinde lüks bir Mercedes, gitti “emekçi” bir
kamyona çarptı. İnsanlık tarihinde mutlaka yer alacak bir
orjinallikle kamyona çarpan Mercedes, Türkiye’de gladio
örgütlenmesini açığa çıkardı. Devletin hemen bütün önemli
mevkilerinin gladio örgütlenmesinin ocakları; devletin siyasi,
askeri ve polis teşkilat kadrolarının yanı sıra 12 Eylül
öncesinin katil sürüleri ülküdaşların bu teşkilatın içinde
ve başında olduğu görüldü. Bu teşkilatın da arkasında ve
içinde, tüm dünyada olduğu gibi ABD, CIA ve Pentagon’un var
olduğu sır değil. Çatlı ve diğer ülkücü faşistlerin hem MİT
hem de CIA adına görevli faşist katiller içinden seçildikleri
kanıtlarıyla ortaya çıkmış bulunuyor.
Susurluk,
Pandora’nın Kutusu gibi açıldı ve son 30-40 yılda gerçekleşen
bütün faili meçhul cinayet, kayıp ve katliamların bu çetelerin
elinden çıktığı ortaya döküldü. Çiller’in devlet sırrı
diyerek açıklamaktan kaçındığı Ağar’ın Türk Gladio’su
ve kirli operasyonları, uyuşturucu bağlantısı nedeniyle nihayet
emperyalist Batı’nın da gündemine girebildi. Bugünlerde şurada
burada Türk devlet yetkilileriyle ilgili “uyuşturucu işini
destekledikleri”ne dair ifadelerin, belgelerin yayınlanması
kimseyi yanıltmasın. Bu tür bilgilerin sızmasının nedeni, artık
gladio pisliğinin sessiz sedasız ortadan kaldırılamayacak bir
duruma gelmiş olmasıdır. Bu durumun yapılacak operasyon için
“kamuoyu oluşturma” amacıyla ilişkili olduğunu anlamamız
gerekiyor. Daha kazanın yarattığı elverişli zeminde operasyon
bizzat Amerikan emperyalistlerince başlatılmıştı. Yine de, hala
daha sadece bir kaç tetikçinin tutuklanmış olması topun
ağzındaki siyasi ve polis kadrolarının elini kolunu sallayarak
dolaşması, asker kadroların hala gizli kalması operasyonun bu
cepheden ne kadar ağır yürütülebildiğini bize gösteriyor.
“Kapitalizmin
Genel Krizi Koşullarında Burjuva Devlet” başlıklı bu yazı
bütün bunların arkasındaki gerçekleri, yapısal olguları
irdeleyerek, sorulara gerekli yanıtları vermemizi sağlayacak.
Burjuva
Devlet ve Ekonomik Taban
“Devlet
biçimleri gibi hukuksal ilişkiler ne kendiliğinden ne de insan
zihninin...genel gelişmesinden hareketle kavranabilirler. Tersine
onlar, daha ziyade maddi yaşam ilişkileri içinde kök
salmışlardır…”(K. Marks, “Zur Kritik der Politischen
Ökonomie-Vorwort”, C. 13, s. 8).
Marks’ın
bu tespiti bütün devlet biçimleri için, dolayısıyla burjuva
devlet ve burjuva devlet hukuku için de geçerlidir. Doğuşundan
günümüze burjuva anayasal/hukuksal kurumların Marksist-leninist
açıdan analizi, sadece bu seviye ile sınırlanmamalıdır.
Marks’ın belirttiği “maddi yaşam ilişkileri” görece
ilişkilerdir. Bu ilişkilerdeki değişim, burjuva devlet ve devlet
hukukunda da değişime neden olmaktadır. Öyleyse, burjuva devlet
ve devlet hukuku veya anayasal kurumları üzerine Marksist leninist
analiz, bu kavramları derinlemesine ele almanın ifadesi olmalıdır.
Ancak böyle hareket edildiğinde, burjuva devlet ve devlet
hukukundaki “maddi yaşam ilişkileri”nin değişimine tekabül
eden değişim –somut gelişme– tespit edilebilir. Aksi takdirde,
genel kavram ve söylemin ötesine geçilememiş olunur. Öyleyse,
Marksist-leninist analiz, kapitalist sistem de insanların, maddi
yaşamlarının üretim ve yeniden üretim sürecinde –bunu
kapitalist toplum formasyonunun veya üretim biçiminin üretim
ilişkileri olarak da tanımlıyoruz– girdikleri toplumsal
ilişkilerin bütününü kapsamına almalıdır.
Devlet
egemenliğinin veya da devlet zorunun örgütlenme biçimi ve burjuva
düzende devlet ile vatandaş arasındaki ilişkilerin nasıl
düzenlendiği, burjuva politikacı ve hukukçuların düşüncelerinin
ve bu alanda oluşturdukları modellerin doğrudan ve öncelikli bir
sonucu değildir. Ama burjuvazi, vatandaşa bunun tam ter sini
anlatır: Yeni yasalar, yeni anayasalar, yeni burjuva
kurumlaşmalar, şu veya bu politikacının, hukukçunun, şu veya bu
bilim insanının modeli, tasarımı olarak lanse edilirler. Oysa
bunların yaptıkları, belli maddi ilişkilerin
kavramlaştırılmasından başka bir şey değildir. Burjuvazi
hukuksal, anayasal kurumlarının kapitalist üretim ilişkileri ve
bu ilişkilerden kaynaklanan hakimiyet ilişkileri tarafından
belirlendiğini, tam da bu nedenden dolayı mevcut sınıfsal ayrımın
ve dolayısıyla kapitalist toplumun bütün çelişkilerinin ifadesi
olduklarını özenle gizlemeye çalışır.
“Üretim,
dağıtım ve tüketimin gelişmesinin belli aşamalarını veri
olarak alırsanız, buna tekabül eden sosyal bir düzeni, ailenin,
kastların veya sınıfların buna uygun bir örgütlenmesini, kısaca
buna uygun bir toplumu elde edersiniz… Böyle bir toplumu veri
olarak alırsanız, buna tekabül eden siyasi bir düzeni elde
edersiniz…” (K. Marks’ın Pawel Wassiljewitsch Annenkow’a
Mektubu’ndan, 28.12. 1846, C. 27, s. 452, Alm.)
Burada
Marks, ekonomik ilişkiler ile buna tekabül eden siyasi düzeni
açıklıyor. Bunun diğer adı, altyapı ile üst yapı ve bunlar
arasındaki bağdır.
Bütün
burjuva devletler –ister emperyalist ülkelerde, isterse de Türkiye
gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde olsun– ortak ekonomik
altyapıya ve bundan dolayı da ortak karakteristik özelliklerine
sahiptirler; burjuva devletlerin yapısı, kapitalist toplumun
sosyo-ekonomik yapısı ve gelişmesi tarafından belirlenir ve bu,
burjuva devletlerin yapısının tarihi (geçici) görece olduğunu
gösterir. Burjuva devletlerin yapısı –gelişmesinin hangi
aşamasında olursa olsun– aynı zamanda sınıf mücadelesini ve
çelişkilerini de yansıtır. Burjuva devlet yapısı üzerine bu
Marksist leninist kavrayışı birkaç noktada toparlayabiliriz.
Bütün
burjuva devletlerde üretim ilişkileri, üretim araçları
üzerindeki kapitalist özel mülkiyete dayanırlar. Öyleyse,
burjuva devletin ekonomik temelleri, önemli üretim araçlarına
olan özel mülkiyettedir ve işgücünün sömürüsündedir. Üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyet, kişisel veya kolektif
biçimlerdedir. Kolektif burjuva (kapitalist) mülkiyetin en önemli
bir biçimi, devlet mülkiyetidir.
Ekonomik
taban, bütün devletlerin, somutta da burjuva devletin sınıfsal
yapısını, bu devletin görevlerini ve kullandığı yöntemleri
belirler. Burjuva devlet, kapitalist toplum formasyonuna tekabül
eden bir devlettir ve o, sömürücü bir topluma (kapitalizme) özgü
devlet tipidir. Sömürücü toplumlar olan köleciliğin ve
feodalizmin de kendilerine özgü devlet tipleri vardır: Köleci
devlet, feodal devlet.
“Biçimi
ne olursa olsun modern devlet, esas itibariyle kapitalist makinadır,
kapitalistlerin devletidir, ideal genel kapitalisttir.” (F.
Engels, Anti-Dühring, C. 20, s. 260, Alm.)
Bu
devletin temel görevi, kapitalist (burjuva) sınıfın iktidarını
korumaktan, sermayeye karlı değerlendirme koşullarını
garantilemekten ve başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm
emekçileri baskı altında tutmaktan ibarettir. Özü itibariyle
burjuva devlet, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların
karşısında sınıfsal düşmanlığın ifadesi olan, nesnellikten
kaynaklanan zorunlu bir kamu gücüdür. Burjuva devletin sınıfsal
özü, onun bütün kurumlarına nüfuz etmiştir. Örneğin,
hükümet, parlamento ve başka devletsel kurumlar, burjuva devletin
sınıfsal özünden ayrı, farklı olarak düşünülemezler. Ama
burjuva politikacılar, ideologlar ve hukukçular bunu böyle
açıklamazlarken, burjuva devletin ideolojik sınıfsal özünü
geniş yığınlar nezdinde gizlemeye çalışırlar ve burjuva
devleti, “halkın örgütlenmesi”, “tarafsız kurum”,
“özgürlükçü demokratik düzen”in ifadesi olarak açıklarlar.
Devletsel
kurumlar ve yapılar, altyapıda (ekonomik taban) etken olan
yasallıklarla, hakim sınıf veya sınıflar arasındaki ekonomik
ilişkilerle ve onun ötesinde, kapitalist toplumdaki bütün sınıf
ve sosyal tabakalar arasındaki sınıfsal ilişkilerle bağlam
içinde ele alınmalıdır. Ekonomik taban ile bu sınıflar ve
sınıflar arası ilişkiler, birbirlerinden kopuk olarak ele
alınamazlar.
Bu
konuda Marks şöyle diyor:
“Doğrudan
üreticiden, ödenmemiş artı işin elde edilişinin özgül
ekonomik biçimi, hakimiyet ve kölelik ilişkisini belirler ve bu
ilişki, doğrudan üretimden doğar ve ona belirleyici etkide
bulunur. Ekonomik (topluluğun), bizzat üretim ilişkilerinden doğan
topluluğun bütün şekillenmesi ve böylelikle aynı zamanda onun
özgül siyasi şekillenmesi tam da bu temelde yükselir… Burada
bütün toplumsal yapının gizli temelini, en içsel sırrını ve
böylece hükümranlık ve bağımlılık ilişkisinin siyasi
formunu, kısaca, her seferki özgül devlet biçimini buluyoruz.”
(K. Marks, Kapital, C. 3, s. 799-800, Alm.)
Öyleyse;
ekonomik ilişkiler ve gelişmesi, sınıfsal ayrışmayı,
şekillenmeyi ve buna bağlı olarak da, bu gelişmenin her bir
aşamasındaki devletin yapısının yasallığını; niçin öyle
olacağını ve başka türlü olamayacağını belirler. Bunu
kapitalist üretim biçimi için somutlaştırırsak; sermaye
ilişkisi ve bu ilişkinin gelişmesi, kapitalist toplumda sınıfsal
yapılaşmayı ve aynı zamanda burjuva devletin gelişmesinin ve
yapısının temel yasallıklarını da belirler. (Serbest rekabetçi
dönemde devlet, tekelci dönemde devlet, bağımlı yeni sömürge
ülkelerde devlet ve bunların özgül gelişmelerinin aldıkları
biçimlerin nesnel nedenleri –yasallıkları–). Ama bu,
kapitalizmin sınıfsal karakterinin/yapısının farklı olacağı
anlamına gelmez.
“Karışık
biçim farklılıklarına rağmen, çeşitli ülkelerin, çeşitli
devletlerinin ortak yönleri vardır: Hepsi modern burjuva toplumun
temelinde yükseliyorlar, sadece, kapitalist açıdan bazıları az,
bazıları çok gelişmişlerdir.” (K. Marks, “Gotha
Programının Eleştirisi”, C. 19, s. 28, Alm.)
Bu
ortak özellikler şunlardır:
– Siyasi
araç olarak, toplumu yönlendirmede, sınıfsal çıkarları
gerçekleştirmek için burjuvazinin genel, toplumsal zorunlu iktidar
organı olarak;
–
İşçi sınıfı ve bütün emekçi yığınların baskı altında
tutulmaları ve burjuvazinin çıkarları doğrultusunda toplumsal ve
ideolojik olarak şekillendirilmeleri için özgün kurumların
oluşturulması;
–
Ekonomik gelişmeyi etkilemek için özgün kurumlar.
–
Uluslararası alandaki rekabetle burjuvazinin desteklenmesine ve
başka ülkelerin talan edilmesine hizmet eden kurumlar;
–
Burjuvazi ile devlet kurumlaşması arasında ortak hareket etmeyi
sağlayan mekanizmalar;
–
Burjuvazinin çeşitli fraksiyonlarını ve çıkarlarını bir bütün
haline getirmeyi amaçlayan kurumlar.
Tabii
ki bu ortak özelliklerin hepsini şu veya bu formda, en azından
Türkiye gibi orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeler ve
emperyalist ülkelerde görülmektedir.
Kapitalizmde
devlet zorunun –egemenliğinin– somut örgütlenmesi ve
uygulanması, doğrudan sınıf mücadelesinin seyrine, iç ve dış
güçler dengesine bağlıdır. Kapitalizmde uzlaşmaz sınıflar
(proletarya-burjuvazi) arasındaki mücadelenin seyri; toplumsal
muhalefetin mücadelesi, burjuvazinin çeşitli kanatları arasındaki
çıkar çatışması ve uluslararası alandaki sınıflar dengesi,
kapitalist bir ülkede burjuva devletin egemenliğinin somut
örgütlenmesinin ve uygulanmasının nasıl olduğunu
ele verir. (Burjuva demokrasisinin şu veya bu şekilde uygulandığı
ülke, gerici ve faşist diktatörlüklerin hakim olduğu ülkeler
gibi.) Demek oluyor ki, burjuva toplumun ekonomik tabanı, sınıfsal
(antagonist) çelişkilerin gelişmesi üzerinden burjuva devletin
somut örgütlenmesini ve egemenliğini uygulama formunu doğrudan
etkilemektedir.
Sınıf
mücadelesinin şiddetlenmesi ve toplumsal muhalefetin güçlenmesi,
hakim sınıfları birtakım tavizler vermeye zorlar. Geniş
yığınlar, böylelikle bazı ekonomik ve demokratik haklar elde
etmiş olurlar. Sınıf mücadelesinin gelişme seyrini doğrudan
etkilediği için burada dikkate alınması gereken bir nokta
şudur: Burjuvazi, yükselen sınıf mücadelesi karşısında
zorlandığı için mi birtakım tavizler veriyor, yoksa, Lenin’in
ifadesiyle “saldırıları bölmek ve kolayca ezmek için”
mi (C. 5, s. 67,
Alm.) bizzat, bazı reformların gerçekleştirilmesini
istiyor? Birinci durum söz konusuysa, bu, burjuvaziye karşı
mücadele eden güçlerin, örgütlü ve güçlü olduklarını
gösterir. İkinci durumda ise, yine burjuvaziye karşı mücadele
eden güçlerin örgütlü ve güçlü olmalarının yanı sıra,
geleceği göz önünde tutan burjuvazinin, kendine karşı mücadele
eden potansiyeli, daha baştan, nihai sonuca götürecek derecede
güçlenmeden ve örgütlenmeden parçalamayı ve ezmeyi planladığını
görürüz. Bu ayrımı yapmayan siyasi bir güç daha “zafer
sarhoşluğu” geçmeden yok olma, parçalanma tehlikesiyle karşı
karşıya kalabilir. Sınıf düşmanının stratejik olarak
küçümsenmesini, taktiksel küçümsemeye indirgeyenin veya bunları
birbirine karıştıranın siyasi akıbeti yenilgiden başka bir şey
olamaz.
Başta
devrimci proletarya olmak üzere emekçi yığınlar, burjuvaziye
karşı mücadelelerinin sonucunda bazı demokratik ve de siyasi
haklar elde edebilirler. Öyle ki, bu haklar, burjuva devlet
çerçevesi içinde belli yasallaşmanın, kurumlaşmanın ifadesi de
olabilirler. Ama bu, bunun böyle kalacağı anlamına asla gelmez.
Çünkü burjuvazi, verdiği tavizleri boşa çıkarmanın, geçersiz
kılmanın çabası içinde olacaktır.
Burada
unutulmaması gereken başka önemli bir nokta da şudur: Mücadele
sonucu elde edilen haklara –burjuvazinin verdiği taviz– ve
bunların kurumlaşmasına bakarak, devlet formunda ve yapısında
değişmelerin olacağı sonucuna her zaman varılamayacağıdır.
İki örnek: 1974’te, Yunanistan’da faşist cunta, mücadele
sonucu burjuva tarzda yıkılmıştır. Ama Türkiye’de elde
edilmiş bir dizi haklar olmasına rağmen faşist diktatörlüğün
hakimiyeti söz konusudur. ‘80 darbesi ve hemen sonrası yıllardaki
durumla, sonrası arasında “hak elde etme” konusunda önemli
gelişmeler olmuştur. Ama siyasi sistem yapısal olarak –faşist
diktatörlük– değişmemiştir.
Marksist
devlet teorisi ve devlet hukuku anlayışı, ekonomik taban ile
siyasi üst yapı arasındaki ilişkilerin şemalaştırılmasına
karşıdır. Aksi taktirde –şemalaştırma durumunda– burjuva
devletin kurumlarının, önemli ölçüde, tarihi, ulusal, ırksal
ve başka koşulların sonucu olduğu gözardı edilmiş olur.
“…
Aynı ekonomik taban… görünümünde sonsuz çeşitlilik ve
farklılıklar gösterebilir (ve) bu sonsuz çeşitlilikler ve
farklılıklar sadece, deneysel olarak verilen koşulların analizi
ile kavranır.” (Marks, Kapital, C. 3, s. 800, Alm.)
Kapitalizmin
Emperyalizm Aşamasında Burjuva Devlet ve Burjuva Devlet Hukukundaki
Değişmeler
Kapitalizmin,
serbest rekabetçi aşamasından tekelci aşamasına geçmesi,
kapitalist toplumun sosyo-ekonomik ve sınıfsal yapısında belli
değişmeleri beraberinde getirmiş ve bunlar, burjuva devleti,
işlevi, biçimi ve mekanizmaları açısından çok yönlü
etkilemişlerdir. Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemindeki bütün
burjuva sınıfın devletinin yerini, emperyalizmde tekellerin
devleti almıştır. Bu, birtakım nesnel koşulların sonucudur ve
bu koşullar, burjuva devlet hukuku anlayışını da
etkilemişlerdir. Bunu bir kaç noktada toparlayalım.
*
Emperyalizmde devlet ile tekeller, bütünlüklü bir mekanizma
olarak kaynaşmışlardır. Ama bu, bütün çelişkilerden arınmış
bir mekanizma değildir. Emperyalist gelişme –bu gelişmeden doğan
çelişkiler– tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmine
doğru büyümesini hızlandırmıştır. Bu sürece, I. Dünya
Savaşı ve Ekim Devrimi döneminde girilmiştir. Tekelci devlet
kapitalizmi, sınıf olarak bütün burjuvaziye değil, tekellere,
daha büyük ekonomik ve siyasi olanak sağlanmış ve süreç içinde
devlet, giderek tekellerin hizmetine girmiş, onlara, mali oligarşiye
bağımlı olmuştur.
Bu
süreç içinde gündeme gelen burjuva devletteki yapısal
değişmeler, mevcut kurumlardaki değişmeler ve yeni kurumların
oluşması, burjuva devlet hukuku anlayışındaki –anayasal–
değişmeler, fiilen siyasi dönüşümler olarak ortaya
çıkmışlardır.
Tekeller,
tekelci birlikler ve hükümet arasında personel birleşme, bu
gelişmeye bir örnektir. Burada söz konusu olan, sadece, tekelci
kapitalistlerin hükümette yer almaları değildir. Burada söz
konusu olan, aynı zamanda, hiçbir hukuksal, kurumsal çerçevesi
olmayan görüşmelerdir ki bu, günümüz koşullarında çoğu
durumlarda, hükümetin politikasını etkilemektedir. Bakanlar ve
tekel birlikleri temsilcileri (çoğu kez başkanları) arasındaki
düzenli veya da düzensiz görüşmeler. Bu türden ilişkiler
Türkiye’de de söz konusudur. Sabancıların, Koçların, TÜSİAD
başkanının hükümetle veya bakanlarla görüşmeleri.
Bu
türden ilişkilere, somut duruma bağlı olarak –örneğin toplu
sözleşme, grev, sendikal mücadele–sendikalar da
katılırlar. Böylelikle hükümetten, tekel birliklerinden ve
sendikalardan oluşan trio (üçlü grup) hiçbir devletsel, hukuksal
norma tabi olmaksızın burjuvazinin, somutta da tekelci burjuvazinin
çıkarları doğrultusunda karar alırlar. Ve hükümet bu kararları
siyasi erk olarak meşrulaştırırken, örneğin sendikalar da
kararın uygulanmasını sağlamaya çalışırlar.
*
Her alanda demokrasinin “inkarı” eğilimi, tekelci kapitalizmin
belirleyici özelliklerinden birisidir. Emperyalist ülkelerde
burjuva demokrasisi devlet biçiminin çok yönlü deforme edilmesi,
bu eğilimin doğrudan sonucudur. Daha fazla kar, sınırsız
hakimiyet için çaba, tekellerin içsel bir olgusudur. Bu olgu ve
mali oligarşinin toplum karşısındaki iktidar olma talebi ve bunu
gerçekleştiriyor olması, başta işçi sınıfı olmak üzere
bütün emekçi yığınları baskı altında tutmayı, mevcut
demokratik hakları sınırlandırmayı veya da ortadan kaldırmayı
içerir.
Demokrasinin
(burjuva) inkarı eğiliminin ifadesi olan emperyalizm ile demokrasi
talep eden yığınlar arasındaki –her zaman görünmese de–
giderek keskinleşen antagonizm ve bu antagonizmin ifadesi olan
mücadele, kendini çok çelişkili bir şekilde de olsa, devlet
biçimi ve devlet hukuku anlayışının değişiminde
gösterir. Yani, kapitalizmin emperyalist aşamasında devlet,
demokratik hareketleri, toplumsal muhalefeti ve yığınların
taleplerini göz önünde tutmak zorunda kalmıştır. Kapitalist
üretim biçiminin hakim olduğu bütün ülkelerde, başta işçi
sınıfı olmak üzere, geniş emekçi yığınları zorlu
mücadeleler sonucu birtakım demokratik haklar elde etmişlerdir.
Örneğin genel seçim hakkı, parti kurma, dernekleşme, sendika
kurma hakları, basın yayın hakları vs. Kapitalist ülkede, hakim
sınıf olan burjuvazi, çok çeşitli araç ve yollarla bu hakları
sınırlandırmaya veya duruma göre tamamen ortadan kaldırmaya
çalışır. Gerekirse, yasal kurumlarını, kolluk güçlerini,
mahkemesini, polisini, jandarmasını, ordusunu, istihbarat servisini
kullanır. Öyle ki, burjuva demokratik kurumları, geniş yığınları
kendine tabi kılmak için kullanır. (Seçimler, parlamento, burjuva
partiler, bu türden faaliyetin birer aracıdırlar.) Burjuvazi
bütün bu çabalarından sonuç alamadığı durumda, yani siyasi
hakimiyetini kendi demokrasi anlayışı çerçevesinde devam
ettiremediği durumda, burjuva demokrasisi devlet biçimi yerine,
sıkı merkezi örgütlenmiş terörist devlet biçimini; faşist
diktatörlüğü geçirir.
*
Ekonomik gücün, tekelcilerden oluşan nispeten küçük bir grubun
elinde toplanması, siyasi gücün de konsantrasyonuna neden
olmaktadır. Mali oligarşi, merkezileşmiş, sıkı örgütlenmiş
ve kontrol edilebilir bir iktidar mekanizmasını, çıkarlarının
en iyi bir şekilde ifade edildiği bir mekanizma olarak görür. Bu
durum kendini çeşitli şekillerde gösterir.
–
İcra gücünün (hükümetin) güçlendirilmesi, parlamentonun
siyasi ağırlığının zayıflatılması veya;
–
Parlamentoya hakim bir hükümetin işbaşında olması ve aynı
zamanda sistem partilerinin disipline edilmeleri;
–
Burjuva parlamenter kurumlaşmanın dışında olan “görünmeyen
hükümetler”in kurulması ve belirleyici güç haline gelmesi
(istihbarat kuruluşları, Türkiye’de de MGK buna tipik
örneklerdir.)
*
Kapitalizmin, daha ziyade gelişmiş olduğu ülkelerde tekelci
kapitalizme özgü saldırganlığın ifadesi olan bir iktidar gücünü
de askeri-sanayisel kompleks oluşturur. Silahlanma sanayinin nicel
ve nitel gelişmesini “normal gelişme” haline getiren bu grup,
dört bileşenden oluşur: a) Silah tekelleri, b) bu tekellerle bağ
içinde olan bankalar, c) ordu ve silahlanma politikasından sorumlu
devlet organları, d) askeri önderlik kadrolarıyla ve silahlanma
tekelleriyle işbirliği içinde olan siyasi güçler.
Askeri-sanayisel
kompleksin oluşması, devletsel iktidar mekanizmasında çok yönlü
yapısal değişimlere neden olmuştur. (Devlet ile silahlanma
sanayinin kaynaşması, askeri örgülenme özelliği gösteren baskı
organlarının genişletilmesi, istihbarat organlarının etki
gücünün giderek artması.)
*
Gelişen üretici güçlerin baskısı sonucu, devletin, tekellerin
lehine ekonomi üzerindeki giderek artan etkisi, devlet
mekanizmasında ve faaliyetinde önemli değişmelere neden olmuştur.
Devlet, ekonomik potansiyel olarak genişletilmiştir: O, önemli
üretim araçlarının sahibi durumundadır. O, tekel karlarının
garantörüdür. O, bankacıdır, sermaye temerküzünün
teşvikçisidir vs. Devletin ekonomik faaliyetinin temelini devlet
sektörü oluşturur. Bu sektör, devlet tekellerinden, devlet
bankalarından yatırımlardaki, alt yapı kurumlarındaki devlet
mülkiyetinden vb. oluşur. Hemen hemen bütün kapitalist ülkelerde
devlet, ekonomide güçlüdür, etkendir.
Burjuva
devlet, ekonomiyi, tekellerin çıkarına uygun bir şekilde
düzenlemek için, giderek kapsamlaşan kurumlar oluşturur. Bu
kurumlarda, konjonktürel gelişme, ekonomik büyüme, silahlanma
sanayi, dış ekonomik ilişkiler değerlendirilir.
*
“Ama özellikle emperyalizm, banka sermayesi çağı, devasa
kapitalist tekellerin çağı, tekelci kapitalizmin tekelci devlet
kapitalizmine doğru büyüme çağı, ‘devlet mekanizması’nın
olağanüstü bir güçlenmesini, onun ordu ve memur mekanizmasının
görülmemiş bir büyümesini… göstermektedir.” (Lenin,
Devlet ve Devrim, C. 25, s. 423, Alm.)
Lenin,
günümüzün gerçeğini, ayrıca açıklamaya gerek bırakmayacak
derecede açık formüle etmiş.
Sonuç
itibariyle:
–
Kapitalist devlet:
İster
devrimle, isterse de evrimsel gelişme sonucunda olsun, feodal
devletin yerini alan kapitalist devlet, burjuvazinin devleti (veya
Türkçe literatürde az kullanılan deyimiyle “kapitalistler
sınıfı”nın devleti), bütün halkın özgürlüğünü ve
çıkarlarını savunma iddiasını taşır. Ama yerini aldığı
feodalizm gibi kapitalizm de, sınıflı bir toplum olduğu için, bu
toplumun devleti de sınıfsal karakter taşır.
Kapitalist
toplum, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet temelinde
yükselir. Ve bu toplumda temel çelişki, toplumsal üretim ile
(veya üretimin toplumsal karakteriyle) bu üretime özel el koyuş
arasındaki çelişkidir. Sınıfsal planda, işçi sınıfıyla
burjuvazi arasındaki çelişkidir. Kapitalist devlet bu çelişki
dışında değildir, bu çelişki karşısında tarafsız
değildir. Kapitalist devlet ve yasaları (hukuksal anlayışı)
her şeyden önce mülkiyet özgürlüğünü ve özel mülkiyeti
korumak için vardır. Bundan dolayıdır ki, bütün kapitalist
devletlerin anayasalarında, özellikle özel mülkiyet kutsanır ve
garanti altına alınır. T.C mahkeme kürsülerinin arkasında yer
alan, “adalet mülkün temelidir” tümcesi, tam da bunu anlatır.
–
Ekonomik ve siyasi erk olarak kapitalist devlet:
Kapitalist
toplumda ekonomik ve siyasi ilişkiler giderek kapsamlaşır ve
karmaşıklaşır. Bu durum, yönetimde belli bir işbölümünü
beraberinde getirir. Kapitalistler, daha ziyade ekonomik faaliyete
yönelirlerken, devleti temsilcilerine bırakırlar (kapitalizmin
serbest rekabetçi dönemindeki bu gelişme, bugün, o günkü
çıplaklığıyla görülmemektedir). Bu durumda devlet, sınıf
olarak kapitalistleri ve onların özel mülkiyetini korumak
göreviyle donanmıştı. Böyle bir görev, aynı zamanda, işçilerin
ve emekçi yığınların sömürülmelerinin de korunması, zenginin
fakir karşısında korunması, mülk sahiplerinin mülksüzler
karşısında korunması anlamına geliyor.
Ekonomik
erk ve siyasi erk, diyalektik bir bütünün iki yönünü
oluştururlar. Ve birbirleriyle karşılıklı etkileşim
içindedirler. Ekonomik erk, siyasi erkin temelini oluşturur ve
siyasi erk de ekonomik erki güçlü kılar ve korur.
Biz
burada genel olarak kapitalist devletten bahsettik. Kapitalist
devleti, bir ülke bazında somutlaştırmadık. Sorunumuz bu
değil. Diğer taraftan, emperyalizme bağımlı, yeni sömürge
ülkelerdeki devlet tiplerinden de bahsetmedik. Sorunumuz bu da
değil. (Emperyalizme bağımlı yeni sömürge
ülkelerde egemenlik sistemleri, ülkede hakim ve gelişen üretim
biçimine dayalı olarak feodal-monarşik, feodal burjuva, ulusal
burjuva, burjuva feodal veya doğrudan burjuva biçimlerinde
olabilirler. Bütün bu egemenlik sistemleri veya devlet biçimleri,
gerici ve faşist karakter taşırlar.)
Bizi
ilgilendiren nokta şu: İster emperyalist veya gelişmiş
kapitalist ülkelerde olduğu gibi kapsamı giderek daraltılan
burjuva demokrasisine tekabül eden devlet olsun, isterse
emperyalizme bağımlı, yeni sömürgelerde olduğu gibi, gerici ve
faşist diktatörlük niteliğini alan devlet olsun, söz konusu olan
ve bizi ilgilendiren, kapitalizmin genel krizinin günümüzde varmış
olduğu boyutlarda sistem olarak, üretim biçimi olarak
kapitalizmin, ömrünü tarihi olarak doldurmuş olmasının devlet
olgusuna yansıması ve bu yansımanın sonuçlarını göstermektir.
Okur, karşılaştırma yapabilsin diye yukarıda burjuva devlet
anlayışının gelişme sürecini özetledik. Ömrünü tarihi
olarak doldurmuş olan kapitalizmin çürümüşlüğü, asalaklığı
vb. onun idare (devlet) ve hukuk sistemine de yansımaktadır. Şimdi
bunu göstermeye çalışalım.
Kapitalizmin
Genel Krizi ve Burjuva Devlet
Çürümüşlüğün
ve asalaklığın, mafyanın ve Gladio’nun devleti:
Kapitalizmin
genel krizi, kapitalist dünya sisteminin bütün alanlardaki krizini
kapsamına alır: Kapitalizmin genel krizi, kapitalizmin ekonomiden
politikaya, felsefeden sanata varana dek bütün yönlerini içerir.
Günümüz koşullarında bu krizin nedeni, dünya çapında
kapitalist sistemin giderek kendi çelişkileri içinde boğulmasında,
çürümesinde, asalaklaşmasında aranmalıdır. Bu krizin ne anlama
geldiği “Club of Rome”un 1991 yılı raporunda şöyle
tanımlanıyor:
“Hükümetler,
düzenli bir şekilde tekrarlanan krizlerin üstesinden gelme aracına
dönüştüler, zor bir durumdan diğerine (koşmaktan) –maliye ,
sosyal, ödeme bilançosu, işsizlik, enflasyon vb.– sarhoşa döndüler.
Her krizde, çatlaklar sadece geçici olarak macunlanıyor, tedbirler
nadiren sorunun temeline ulaşabiliyor. Uzun vadede kendini
hissettiren nedenler, çok kolayca görmezlikten geliniyorlar veya
etkisi sadece kısa bir dönem için geçerli olan tedbirlerin lehine
kavranmıyorlar.” (“Club of Rome”, “Die Globale
Revolution”, Eylül 1991)
Emperyalist
burjuvazinin temsilcileri, kendi durumlarını böyle açıklıyorlar.
Bu, çok doğru bir açıklama. Dünya kapitalizminin bu duruma
gelmesi yeni değildir. Kapitalizm, emperyalizm aşamasına
geçtiğinde tarihi olarak ömrünü doldurmuştu. Emperyalizm,
kapitalizmin en son aşamasıdır, sosyalist devrimler çağıdır.
Emperyalizm, kapitalizmin çürümüşlüğünün, tefeciliğin,
rantiyeciliğin, asalaklığın ifadesidir. Emperyalizm, üretici
güçlerin gelişmesinin önündeki temel engeldir. Emperyalizm,
ekonominin askerileştirilmesi, işsizliğin kronikleşmesi,
proletaryanın ve emekçi yığınların yoksullaşması, sosyal ve
demokratik hakların budanması, insanlığın bilgisizliğe
yönlendirilmesi demektir. Emperyalizm, bağımlı, yeni sömürge
ülkelerin talanı, emperyalist çıkarlar için kullanılması
demektir. Emperyalizm, ulusal ve enternasyonal alanda uyuşturucu
madde ticareti, spekülasyon, rüşvet, tehdit ve nihayetinde
politika ve ekonomide mafyalaşma demektir.
Ekim
Devrimi, bunu takiben Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası,
II. Dünya Savaşı sonrasında bir dizi ülkenin kapitalist
sistemden kopması ve Sovyetler Birliği’nin yanında yer alması;
sosyalist kampın kurulması, enternasyonal alanda Sovyetler Birliği
ve sosyalizmin prestijinin olağanüstü yüksekliği, dünya
kapitalizmini adeta “köşeye sıkıştırmıştı”. Dünya
kapitalizminin hareket sahası daralmıştı. Sosyalizmin bu zaferi,
kapitalizmin bütün çelişkilerini açığa çıkartan çok önemli
bir faktördü. Sosyalizmin zaferi, kapitalizmin ömrünü
kısaltmıştı. SBKP’nin XX. Kongresi’nde siyasi iktidarın
Kruşçev revizyonistleri tarafından gasp edilmesiyle, sosyalizm,
tarihinin en büyük yenilgisini aldı. Bu, kapitalist sistemin
ömrünü uzatan önemli bir faktör oldu. Ama kapitalizmin hiçbir
çelişkisi –konjonktürel durumlar hariç– yumuşamadı. Tersine
kapsamlaşarak, şiddetlenerek, derinleşerek ekonomik ve toplumsal
yaşamın seyrini belirledi.
Kapitalizm,
işsizlik sorununu çözemez:
Bu sistemde işsizlik artık
kronikleşmiştir. Ekonominin krizde olmadığı, konjonktürel
olarak en iyi olduğu dönemlerde dahi işsizler ordusu yine de
milyonlarla ifade ediliyor. Teknolojinin gelişmesi ve bunun üretimde
kullanılması, –robot, otomasyon– giderek daha çok işçinin
sokağa atılmasına neden olmaktadır. Sermayenin organik
bileşiminin yükselmesi –değişmeyen (sabit) sermayenin değişken
sermaye (işçi ücretlerine) göre devasa adımlarla artması–
rekabetin kaçınılmaz sonucudur. Kapitalist, rekabet gücüne sahip
olmak için sermayesinin organik bileşimini yükseltmek, yani daha
fazla işçiyi sokağa atmak zorundadır. Bu sayı giderek çoğalıyor
ve soru şu. Emperyalist ülkelerde 10 milyonlarla, bütün dünyada
yüz milyonlarla ifade edilen bu insanlar, yaşamlarını daha ne
kadar mevcut koşullardaki gibi, yani açlık ve sefalet içinde
sürdüreceklerdir? Emperyalist ülkelerde devletin, işsizlere
sağladığı sosyal yardım giderek makaslanmaktadır. Bu gidişle
söz konusu yardımın yasa kapsamı dışına çıkartılması veya
hukuken ortadan kaldırılması çok uzak bir geleceğin sorunu
olmasa gerek. Bağımlı, yeni sömürge ülkelerde, işsizlerin
sosyal yardım almaları ve bunu sürekli almaları olağan
değil. Kapitalist dünyadaki bu potansiyel, bir taraftan sistemi
tehdit ediyor, ama diğer taraftan da yarı aç, yarı tok
yaşayabilmek için sistemin sunduğu her türlü karanlık işlere,
apolitik yaşama ve yozluk ilişkilerine giriyorlar.
Sermaye
giderek daha büyük boyutlarda asalaklaşıyor.
Lenin,
“Emperyalizm” yapıtında “Şimdi… bir de emperyalizmin en
önemli yönünü ele alalım… Emperyalizme özgü olan
asalaklıktan bahsediyoruz” diyerek asalaklık olgusunun
emperyalist çağda önemini
belirtmektedir.
Şüphesiz
ki burjuvazi, yabancı işgücünü sömürdüğünden dolayı zaten
asalaktır. Bu anlamda asalaklık, kapitalizmin genel bir
özelliğidir. Ama kapitalistlerin, teknik buluşların üretimde
kullanılmasını, bizzat yönettikleri ve bu anlamda üretimi
kontrol ettikleri dönemlerde –kapitalizmin serbest rekabetçi
dönemi– kapitalizmin asalak karakteri bütün çıplaklığıyla
ortaya çıkmıyordu. Ama bu durum anonim şirketlerin ortaya
çıkmasıyla giderek değişmeye başlamıştır.
“Gerçek
faal kapitalistlerin idareciye, yabancı sermayenin idarecisine ve
sermaye sahibinin… para kapitalistine dönüşmesi” (K.
Marks, Kapital, C. 3, s. 452, Alm.), üretim ile kapitalistin
ayrıştığını gösterir. Üretim ile kapitalistin ayrışması da
asalak bir tabakanın oluşmasını beraberinde getirir.
Bu
ayrışma, Marks’ın deyimiyle “kapitalist üretim biçimini”
kapitalist üretim biçimi içinde ortadan kaldıran bir çelişki,
“… yeni mali aristokrasiyi, proje yapımcıları, kurucular ve
yalın direktörler görünümündeki yeni cinsten asalakları, bütün
bir dolandırıcılık sistemini…” üretir (Agk. s. 454.)
Kapitalizm,
emperyalizm aşamasına geçtiğinde, tekellerin ve mali sermayenin
hakimiyetinin tartışma götürmez olmaya başladığında,
kapitalizmin asalak karakteri de oldukça belirgin olmuş ve
kapitalizmle asalaklığın oluşturduğu diyalektik bütünlüğü
örten fazla bir şey kalmamıştı.
“Sermaye
sahipliğinin, sermayenin üretimde kullanılmasından kopması, para
sermayenin sanayi veya üretken sermayeden kopması, sadece para
sermayeden elde ettiği gelirlerle yaşayan rantiyecilerin,
sanayiciden ve sermayenin yönetimiyle doğrudan ilgili olan
herkesten kopması kapitalizmin genel özelliğidir. Emperyalizm veya
mali sermayenin hakimiyeti, ...bu kopuşun muazzam boyutlar aldığı
en yüksek aşamasıdır.” (Lenin, Emperyalizm, C. 22, s. 242,
Alm.)
Aynı
eserinde Lenin devamla şöyle der:
“Tekeller,
oligarşi, özgürlük değil de egemenlik eğilimi sorunları
gitgide artan küçük ya da zayıf ulusları zengin ya da güçlü
bir avuç ulusun sömürmesi –bütün bunlar, emperyalizmi asalak
ve çürüyen kapitalizm olarak tanımlamamızı zorunlu
kılar– belirgin özelliklerini doğurmuşlardır. Burjuvazinin
giderek artan ölçülerde sermaye ihracından gelen kazançlar ve
‘kupon kırpmakla’ yaşadığı, ‘rantiye devlet’in, tefeci
devletin yaratılması, giderek daha belirgin biçimde emperyalizmin
özellikleri olarak ortaya çıkmaktadır.” (agk., s. 305.)
“Emperyalizm,
… az sayıda ülkede…devasa sermaye birikimidir. Bir sınıfın
ya da daha doğrusu rantiyeci tabakanın, yani ‘kupon keserek’
yaşayan insanların, herhangi bir işletmede hiçbir şekilde görev
almayanların, meslekleri aylaklık olanların olağanüstü bir
şekilde büyümesi bu yüzdendir. Emperyalizmin en başta gelen
ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı rantiyecileri
üretimden iyice tecrit eden ve denizaşırı pek çok ülkeyle
sömürgelerin iş(gücünü) sömürerek yaşayan bütün ülkeye
asalaklığın damgasını vurur.” (agk, s. 281.)
“Rantiyecilerin
gelirleri, dünyanın en büyük ‘ticaret’ ülkesinin dış
ticaretinden elde ettiği gelirden beş kat daha büyüktür!
Bundan,
‘rantiyeci devlet’ veya tefeci devlet kavramı, emperyalizm
üzerine ekonomi literatüründe genel geçerli bir (kavram)
olmuştur. Dünya bir avuç tefeci devlete ve bir borçlu devletler
çoğunluğuna bölünmüş bulunmaktadır.” (s. 282)
“Rantiyeci
devlet, asalak, çürüyen kapitalizmin devletidir.” (s. 283)
Lenin’in
tespit ettiği emperyalizmin bu temel özellikleri; asalaklık ve
çürümüşlüğü günümüzde o günle -bu yüzyılın başındaki
durumuyla- karşılaştırılamayacak derecede kapsamlaşmış ve
derinleşmiştir.
Emperyalizm,
durgunluğun ve çürümenin temel nedenidir:
“Tekel,
emperyalizmin en derin ekonomik temelidir. (Ve kaçınılmaz bir
şekilde durgunluk ve çürüme eğilimine yol açar.) Tekel
fiyatları, geçici bir süre için de olsa, uygulandığı oranda
tekniksel ve diğer bütün ilerlemenin itici unsurları
durağanlaşır. Ve bu anlamda, teknikteki ilerlemeyi yapay olarak
durdurmanın ekonomik olanağı doğar.” (Lenin, Agk, s.
280/281.)
Tekeller,
teknik yenilemeleri, yeni teknik buluşları yıllarca gizliyorlar.
Öyle ki; yıllar önce bulunmuş teknolojiyi yeni buluş olarak
kullanıyorlar veya tamamen kullanmıyorlar. Ama rekabet hiçbir
zaman tamamen yok edilemiyor veya devre dışı bırakılamıyor.
Üretim masraflarını azaltmakta belirleyici bir rol oynayan
teknolojik yenilenme ve böylece azami kar devamlı, teknolojik
yenilenmeye zemin hazırlamaktadır. Ama durgunluk, üretici güçlerin
gelişmesini engellemek eğilimi, tekelciliğe özgü bir eğilimdir.
Öyle ki, bu eğilim, bazı sektörlerde ve bazı ülkelerde ekonomik
ve toplumsal gelişmeyi önemli derecede etkileyici/engelleyici bir
faktör olmaktadır.
“Ne
tarafa bakılırsa bakılsın adım başı görevlere rastlanmaktadır
ki, insanlık bunları derhal çözümleyecek
durumdadır. Ama kapitalizm bunu engellemektedir. O, dağlarca
zenginliği topladı ve insanları, bu zenginliğin köleleri
yaptı. O, tekniğin karmaşık problemlerini çözümledi,
ama teknik iyileştirmelerin gerçekleştirilmesini, milyonların
sefaleti ve bilgisizliği nedeniyle, bir avuç milyonerin dar kafalı
hasisliği nedeniyle engelledi.” (Lenin, “Zivilisierte
Barbarei” –Medenileştirilmiş Barbarlık–, “Pravda Truda”,
Nr. 6, C. 19, s. 380, Alm.)
Bunun
anlamı şudur: İnsanlık bugün ulaşmış olduğu teknolojik
ilerleme ile, örneğin enerji, beslenme, çevre temizliği, işsizlik
vb. gibi can alıcı temel sorunları çözecek durumdadır. Ama
üretim araçları özel mülkiyette olduğu için, toplumun ihtiyacı
değil de daha fazla kar üretimde yön verici olduğu için,
kapitalizm bu ve benzeri sorunları çözmez, o, bunu yapmış olsa,
kapitalizm olmaktan çıkar.
Lenin’in
1913’te yaptığı bu gözlem, bugün yaşamın, üretimin her
alanında izlenmektedir. Emperyalizm, teknoloji hırsızlığında,
teknolojiyi kullanmada veya kullanmamada hiçbir ahlaki ve hukuksal
sınır tanımamaktadır. Onun bu alandaki eğilimi, onu barbarlığın
eşiğine getirmiştir. O, şimdi bu barbarlığına, Lenin’in
deyimiyle “medenileştirilmiş barbarlığı”na en fazlasıyla
hukuksal bir kılıf geçirebilir. Bu, barbarlığın
yasallaştırılmasından başka bir anlam taşımaz.
Kapitalizmin,
üretici güçlerin gelişmesi önünde nasıl bir engel olduğunu,
barbarlıkla, eski çağ ile en fazla kar anlayışının nasıl bir
diyalektik bütünlük oluşturduğunu Stalin şöyle açıklar:
“Kapitalizm,
yeni teknikten yanadır, şayet bu, ona en yüksek karı vaat
ediyorsa. Kapitalizm yeni tekniğe karşıdır ve el işine geçişten
yanadır, şayet yeni teknik ona, artık en yüksek karı vaat
etmiyorsa” (C. 15, s. 291, Alm.)
Sermaye
ihracı gelirleri (faiz), ülke içinde faiz, ulusal ve uluslararası
pazarlardaki (borsa) temettü gelirleri, emisyon gelirleri (hisse
senedi gelirleri), başka spekülasyon gelirleri (borsa oyunları)
günümüz kapitalist dünyasında trilyonlarla (dolar) ifade edilen
bir miktar tutmaktadır. Bu, sadece spekülasyonun, rantiyeciliğin
bilinen, tespit edilmiş olan miktarıdır.
Büyük,
çok uluslu tekeller de rantiyeleşmekteler. Onlar da gelirlerinin
önemli bir kısmı üretim dışı alanlardan elde ediyorlar.
Borsa
oyununun yanı sıra veya ondan daha önemli gelir kaynağını
devlet borçlanması oluşturmaktadır. Tekeller devleti, devlet
üzerinden de emekçi yığınları (vergi), iki türlü soymaktadır.
Birincisi, devlet tekellere sipariş vermekte, ihale ile “iş”
devretmekte ve bunları ayrıca da sübvansiyonla desteklemekte.
Bunun ötesinde devlet, cari giderlerini ancak aldığı borçla (iç
ve dış borçlanma) karşılayabilmekte. Yani tekeller, mali
kuruluşlar, rantiyeciler, devlete verdikleri borç para karşılığı
faiz almaktadırlar. Bunun hangi boyutlarda olduğunu göstermek
için bir örnek verelim: “Manager Magazin”in Ekim 1989 tarihli
sayısında Siemens tekelinin 23 milyar mark tutarındaki hazır
sermayesinin sadece 1.6 milyar marklık kısmını hisse senedine
yatırdığını, geriye kalan 21.4 milyar marklık kısmını da
bonoya/borç senedine yatırdığını öğreniyoruz. Türkiye’de
de aynı eğilim hakim. Ülkenin belli başlı tekelci gruplarının,
gelirlerinin çok önemli bir kısmını üretim dışında
sağladıkları, yani para sermayeyi bonoya/borç senedine
yatırdıkları bilinmektedir. Kumar, spekülasyon açık
oynanmaktadır.
Borsa
oyunu (kumar) akıl almaz boyutlara varmıştır. Örneğin sadece 8
sene içinde (1980-1988) borsa cirosu ABD’de 381 milyar dolardan
1.356 milyar dolara, Japonya’da 157 milyar dolardan 2.181 milyar
dolara; Almanya’da 15 milyar dolardan 174 milyar dolara çıkmıştır.
Japonya’da borsa cirosu GSMH’nin tamamına eşit olurken, ABD’de
borsa cirosu GSMH’nin yüzde 30’una eşit olmuştu. Bu oyunun
almış olduğu boyutlar, adeta sanayi kapitalizmi öncesinin
spekülasyon krizlerini yeniden gündeme getirmiştir.
Rantiyecilerin
en karlı spekülasyon alanlarından birisi de devlet
borçlanmasıdır. Devlet; bütçe açığını kapatmak, cari
harcamalar yapmak için nakit paraya ihtiyaç duyuyor. Ve bu parayı
belli bir faiz karşılığı, parası olanlardan sağlıyor. Bunun
adı, devletin iç ve dış piyasalarda borçlanması (bono vb.)
demektir. Bu alanda elde edilen kar, faiz miktarı, üretimden elde
edilen kardan oldukça yüksek olduğu için sermaye sahibi,
sermayesini üretim alanına yatırmıyor veya o alandan çekerek
rantiyeciliğe başlıyor.
Yukarıya
konuyla ilgili Lenin’in görüşlerini aktarmıştık. O günün
rantiyeci tabakası, bugün oldukça güçlü bir konuma gelmiştir.
Bu tabaka, kapitalizmin asalaklığının, çürümüşlüğünün
açık temsilcileri durumundadır.
Sermaye
ihracı; emperyalizmin asalaklığını ve çürümüşlüğünü iki
açıdan önplana çıkarıyor.
Sermaye
ihracı bazında dünya, sermaye ihraç eden ve borçlu konumda olan
ülkeler olarak ikiye ayrılıyor. Sermaye ihraç eden bir avuç
emperyalist ülke, Lenin’in deyimiyle “tefeci devlet”,
“rantiyeci devlet”, dünya devletlerinin ezici çoğunluğunu
oluşturan borçlanmış devletlerin sırtından besleniyorlar, tam
anlamıyla rantiyeci, asalak ve tefeci bir yaşam sürdürüyorlar.
İkincisi;
üretim giderek emperyalist ül kelerden bağımlı yeni sömürge
ülkelere kayıyor. Üretimin yer değiştirmesi küçümsenemeyecek
boyutlar almıştır. Bundan dolayıdır ki emperyalizmin
ideologları, “hizmet toplumu”ndan bahsediyorlar. Bu
ideologlara göre sanayi üretimi bağımlı, yeni sömürge
ülkelerde gerçekleştirilecek; “hizmet toplumu” ise sanayi
toplumunun yerini alan toplum olacak. Bu anlayış, emperyalizmin
asalaklığını, çöküş aşamasında olduğunu kabullenmenin açık
ifadesidir.
Örgütlü
suç işleme-ekonomik şu veya bu sektöründe faal olan tekelle
kriminalite (suç işleme):
Örgütlü
suç işleme, uyuşturucu madde ticareti, mafya faaliyeti, kumar vs.
emperyalizm ile diyalektik bir bütünlüğü oluştururlar. Çünkü
bütün bunlar emperyalizmin/kapitalizmin asalaklığının ve
çürümüşlüğünün ifadesidirler.
“Çoğu
kapitalist ülkelerde haydutluk, bir sanayi (sektörü) olmuştur. Ve
banka soygunculuğundan, firma baskınlarından, serbest
bırakılması için büyük miktarlarda paranın talep edildiği
insan kaçırmaya kadar uzanmaktadır.” (E. Hoca,
Emperyalizm ve Devrim, s. 148/149, Alm.)
Bugün,
kapitalist dünyada ekonomide ve toplumun her alanında haydutluk,
mafya faaliyeti “doğal”laşmıştır. Bu türden faaliyetler,
“küçük” insanların işi değil, medyada “şerefi” ile
tanınmış olan tekelci burjuvazinin işidir.
E.
Hoca’nın belirttiği gibi haydutluk ve mafyacılık gerçekten
büyük kazançların sağlandığı bir sektör olmuştur. Örneğin
daha 1980’de ABD’de mafya, petrol sanayi sektöründen sonra en
fazla cironun elde edildiği iktisadi sektör haline gelmişti.
Daha o dönemde mafyanın hesabına çalışanların veya mafya
sektöründe çalışanların sayısı 100 ile 150 bin arasındaydı.
ABD Adalet Bakanlığı’nın açıklamasına göre 1989’da sadece
uyuşturucu madde cirosu 110 milyara varıyordu. Almanya’da ise
örgütlü suç işleme sonucu elde edilen gelirin 164 milyar marka
vardığı tahmin ediliyordu (Der Spiegel, Nr. 11, 1988) 1987'de ise
en önemli sanayi dalı olan otomobil sektöründe ciro yaklaşık
210 milyar marka varıyordu. Bu miktarlar, örgütlü suç
işlemenin, uyuşturucu ticaretinin ne denli önemli bir sektör
olduğunu gösteriyor.
Burada
söz konusu olan, ekonominin şu veya bu sektöründe faal olan
tekellerin normal faaliyetlerinin ötesinde, örgütlü suç işleme
işleriyle, uyuşturucu madde ticaretiyle, haydutlukla veya her
türden mafya işleriyle uğraşmaları değildir. (Bu tekeller,
yasaları çiğneyerek, vergi kaçırarak vs. bu türden örgütlü
suç fiili içindeler). Burada söz konusu olan, faaliyet alanı
örgütlü suç işleme iktisadi kriminalite, uyuşturucu madde
ticareti ve başka her türden mafyacılık olan kurumlaşmalardır.
Bu türden kurumlaşmalar, “şerefli” şahsiyetlerin yönetiminde
ve onarın mülkiyetinde olan tekelci örgütlenmelerdir.
Uyuşturucu
madde ticareti, en karlı sektör konumundadır. Örneğin daha 1989
verilerine göre uyuşturucu madde ticaretinden elde edilen gelir 500
ila 900 milyar dolar arasında değişiyordu.
Uyuşturucu madde ticaretiyle
-üretimden satışına kadar- uğraşan mafya örgütlenmeleri
oldukça güçlenmişlerdir. Öyle ki; örneğin Panama’da general
M. A. Noriega vasıtasıyla hükümeti ele geçiren mafya, ABD’nin
müdahalesiyle devrilmiştir. Dünyanın her tarafından uyuşturucu
madde satışıyla elde dilen paralar, belli merkezlerde (Türkiye,
İsviçre, Lüksemburg, Liechtenstein vs.) yıkanarak sanayi
ülkelerine yatırım olarak aktarılıyor. Bu para transferi ve
sürekli nakit para ile ticaret, uyuşturucu madde mafyasını
dünyanın en çok nakit parasına sahip bankası konumuna
getirmiştir. Mafya, illegal parayı, sanayinin bütün sektörlerine;
hizmet sektörüne, ticaret ve transport sektörlerine yatırıyor.
Mafya, borsada oynuyor, hisse senetleri satın alıyor. Mafya,
rantiyecilere karışarak legalleşiyor. Bugün, emperyalist
ülkelerde mafyasız mali oligarşi, bağımlı yeni sömürge
ülkelerde de mafyasız işbirlikçi burjuvazi düşünülemez Mafyanın emperyalist
ekonomideki ağırlığını göstermek için bir örnek
verelim: Gazeteci Rolf Uesseler’in tahminine göre; Batı
Avrupa’da, illegal yolla elde edilerek ekonomiye yatırılan para
miktarı 700-800 milyar mark civarında. Batı Avrupa’nın 20
ülkesinde brüt yatırımların 1987’deki miktarı ise 1.440
milyar mark tutmaktadır. Demek oluyor ki; o dönemde Batı
Avrupa’nın 20 ülkesindeki toplam brüt yatırımların yaklaşık
yarısı mafya kaynaklı.
Örgütlü
kadın ticareti ve şans oyunlarından (örneğin kumar) bahsetmeyi
gerekli görmüyoruz.
Ya
Barbarlık Ya Devrim
Ya
Barbarlık Ya Sosyalizm
Yazımızda,
daha ziyade veya genel olarak emperyalist ülkelerde kapitalizmin
asalaklığından, çürümüşlüğünden ve ömrünü tarihi olarak
doldurmuş olduğundan, bu ülkelerdeki rantiyecilikten, mafya
tekellerinden ve bunların gücünden bahsettik. Emperyalizm, aynı
zamanda dünya ekonomisi demektir. Emperyalizm, bütün dünya
ülkelerinin kapitalist ekonomiye bağlanması, bu kapitalist
zincirin birer halkasını oluşturmaları demektir. Emperyalizm,
dünya ülkelerinin ezici çoğunluğunu oluşturan ülkeler
açısından bağımlılık, yeni sömürgecilik demektir. Bu,
bağımlı, yeni sömürge ülkeleri, ekonomisinden politikasına,
felsefesinden kültürüne varana kadar her alanda emperyalizmin
çıkarlarına göre şekillenen bir ilişkiler yığınıdır. Bütün
bunlar emperyalist ülkelerdeki çelişkileri olduğu gibi değil,
daha şiddetli boyutlarda bağımlı ve yeni sömürge ülkelere
yansıtan ilişkilerdir. Emperyalist ülkelerde birçok çelişki ve
yasadışılık, yozlaşma, rüşvet, asalaklık vb. görünümler
ekonominin güçlü olmasından ve toplumsal-yasal kurumlaşmanın
köklü olmasından dolayı, en azından belli bir dönem için
görülemeyebilirler veya münferit olay olarak görülebilirler. Ama
bağımlı, yeni-sömürge ülkelerin böyle bir “şansı”
yok. Kapitalizmin genel krizi ve onun yansımaları, bütün
şiddetiyle ve çıplaklığıyla bu ülkelere yansır. Bunun böyle
olmasında emperyalizmin payı büyüktür. O, birçok çelişkisini,
bu ülkelerin sırtına yıkar. Onları, kendi çıkarı için maşa
olarak kullanır.
Bütün
kapitalist ülkelerde burjuvazi, içine düştüğü çıkmazdan,
sisteme özgü çelişkilerden kurtulmak için, hakimiyetini korumak
için, kendi göstermelik demokrasi anlayışını dahi uygulamama
yollarını aramaktadır. Ve sürekli gerici ve faşist yöntemlere
başvurmaktadır. (Zaten Türkiye gibi birçok ülkede de hakim
sınıflar, iktidarlarını faşist bir diktatörlükle
korumaktadırlar.) Burjuvazi, giderek daha yoğun bir şekilde zora
başvurmakta, bu alandaki kurumlarını (polis, ordu, mahkeme, gizli
istihbarat, sivil faşist örgütler vs.) güçlendirmektedir.
Kapitalizmin
genel krizinin gelişmesi (kapsamlaşması ve
derinleşmesi/keskinleşmesi) öyle bir boyut almıştır ki, artık
üretici güçlerin gelişme eğilimi önünde belirleyici engeli
teşkil eden burjuva sistem yerinden oynamaktadır. Bu, burjuva
sistemin kendiliğinden çökeceği şeklinde kavranmamalıdır. Burada
söylemek istediğimiz açık: Burjuvazi, eski devlet anlayışıyla,
eski devlet hukuku anlayışıyla bugünün koşullarında iktidarını
devam ettirecek durumda değildir. Kapitalist devletteki değişmeler
(serbest rekabetçi dönemdeki kapitalist devlet, emperyalist
dönemdeki kapitalist devlet, tekelci devlet kapitalizmi koşullarında
kapitalist devlet, sınıfsal özü aynı olmasına rağmen bir ve
aynı devlet değildi, buna bağlı olarak devlet hukuku anlayışı
da değişiyordu) onun demokrasi ve hukuk anlayışındaki
değişmeleri doğrudan yansıtmaktadır. Soruna açıklık
getirmek için anayasa-devlet-sınıfsal öz ilişkisini biraz
açalım:
Anayasa,
ilk defa feodalizmden kapitalizme geçişte devletin temel yasası
özelliğini kazanmıştır. Tabii ki bunun burjuva devrimlerle
doğrudan ilişkisi vardır. Lenin’in dediği gibi “her
burjuva devrim nihayetinde… anayasal bir düzenin kurulmasından
başka bir şey değildir.” (“Boykota Karşı”, C. 13, s.
14, Alm.) Kapitalizmden önceki sömürücü toplumlarda
-kölecilik, feodalizm- böyle anayasal bir düzenlemeye gerek
görülmüyordu. Çünkü köleci ve feodal devlet, hakim sınıf
olan köle sahiplerinin ve feodal beylerin sınıfsal çıkarlarını
zorba devlet zoruyla koruyordu. Bu düzenlerde hukuk, hukuksuzluğun
devlet zoruyla gerçekleştirilmesiydi. Bu düzenlerde eşitsizlik,
sömürenle sömürülen arasındaki fark, yazılı olmayan hukukla
tam olarak belirlenmişti.
Kapitalizm
de bir sömürü düzenidir. Ama bu düzende durum –köleci ve
feodal düzene nazaran– oldukça değişiktir. Kapitalizmde
insanın insan tarafından sömürüsü oldukça karmaşık bir durum
arz etmektedir.
Çünkü bu toplumda her bir vatandaş hukuken eşit konumdadır.
Sömürünün karmaşık biçimine neden olan çelişki, sömürü ve
sömürülenin hukuken eşit olmaları, ama ekonomik eşitsizliğin
de yine hukuken belirlenmiş olmasıdır. Bu durumda burjuva
devlet, görünüşte, bir taraftan vatandaşların eşitliğini,
bütün halkın çıkarlarını koruyor gözükürken, diğer
taraftan da burjuvazinin siyasi ve ekonomik haklarını/çıkarlarını
tartışmasız savunmak ve korumakla karşı karşıya kalıyor. Bu
her iki yasal veya anayasal görev birbiriyle çelişmektedir. Ya
vatandaşlar, istisnasız eşittirler, ki bu durumda burjuvazinin bir
ayrıcalığı olamaz. Ya da devlet burjuvazinin devletidir, bu
durumda vatandaşların eşitliği söz konusu olamaz. Burjuva
toplumun bu çelişkisi en açık, en çıplak ifadesini anayasada
-burjuva anayasasında- bulmaktadır. Burjuva anayasa, bütün meta
sahiplerinin hukuki eşitliği ile işgücü metasının sahibi
olarak işçiler ve üretim araçlarının sahibi olarak
kapitalistler arasındaki ekonomik eşitsizliğin formülasyonudur.
Burjuva
anayasa, kapitalist toplumun sınıfları ve sosyal tabakaları
arasında, kapitalistler ile işçiler, toprak beyleri ile köylüler
vs. arasında hiçbir fark görmez. Burjuva anayasanın görevi,
antagonist sınıfsal çelişkilerin üstünü örtmektir, her bir
vatandaşın demokrasiden, özgürlüklerden eşit olarak
yararlandığı imajını uyandırmasıdır. Burjuva anayasa, hiçbir
şekilde, ekonomik eşitsizlikten bahsetmez. Tersine mülkiyeti
kutsar, korur ve her bir vatandaşın mülk sahibi olabileceğinden,
bunun önünde kısıtlayıcı hiçbir hukuksal engelin olmadığından
hareket eder. Ama tam da bu noktada, sisteme özgü bu antagonist
çelişkiyi gizleme noktasında, burjuva anayasının sınıfsal
çelişkisi açığa çıkar. Tam da bu noktada burjuva anayasa
lafta kalır, hiçbir şekilde, eşitlik gerçekleştirilemez. Nasıl
gerçekleşsin ki? Lafta hukuksal eşitlik, mülkiyet açısından
eşitsizliğin ifadesi olmak zorunda. Bu, burjuva anayasanın
çelişkisidir. Bu, sistemin, kapitalist düzenin çelişkisidir.
Bundan dolayıdır ki, hiçbir kapitalist ülkede anayasa -ne kadar
demokratik ve ne kadar gerici faşist içerikli olursa olsun- tam
anlamıyla uygulanamamıştır. Bu anlamda, örneğin Türkiye ile
Fransa anayasaları arasında nüans vardır. Bu nüans Türkiye
açısından faşist diktatörlüğün, Fransa açısından burjuva
demokrasisinin ifadesi olabilir. Buna rağmen bu, bir nüanstır.
Çünkü ister faşist diktatörlük koşullarının hakim olduğu
Türkiye’de olsun ve isterse de şu veya bu şekilde burjuva
demokrasisi koşullarının hakim olduğu Fransa’da olsun, burjuva
anayasada ifadesini bulan hukuksal eşitlik ile anayasanın gizlemeyi
hedeflediği ekonomik alandaki gerçek eşitsizlik arasındaki
çelişki, kapitalist toplum çerçevesinde hiçbir şekilde ortadan
kaldırılamaz. Bu çelişkiyi ortadan kaldırmanın yegane yolu,
sosyalist devrimdir. (Bu çelişki, her ne kadar gerçekten
demokratik olursa olsun, antiemperyalist demokratik devrimle de nihai
olarak ortadan kalkmayacaktır.)
Burjuvazi,
yükselen devrimci mücadeleyi, demokratik muhalefet düzene hizmet
eden yasal kurumlaşmalarla durduramıyorsa, buna ilaveten Türkiye
gibi emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde
emperyalistlerin çıkarlarını mevcut yasal kurumlarla tam olarak
koruyamıyorsa, böylesi durumlarda, burjuvazinin, bizzat çizdiği
hukuksal sınırları (anayasa) bizzat hiçe sayması, rafa
kaldırması gündeme gelir. Bu, açık terör rejimine, faşist
diktatörlüğe geçiştir. Bu durumda burjuvazi, bugün Türkiye’de
olduğu gibi, barbarlığın anayasasını geçerli kılar.
Barbarlığın anayasasında hukuk, hukuksuzluğun geçerli
kılınmasıdır. Burjuva anayasalar, somut tarihi koşulların
ürünüdürler. Örneğin Türkiye’de; 1921, 1924, 1961 ve 1982
anayasaları somut tarihi koşulların ürünüdürler.
Burjuva
devlet ve burjuva hukukta olduğu gibi burjuva anayasa da, bir bütün
olarak, antagonist sınıf çelişkilerinin varlığı üzerinde
yükselir veya bu çelişkilerin varlığının kabul edilmesidir. Bu
çelişkilerin gelişmesi, kapsamı ve keskinleşmesi burjuva
devletin, hukukunun ve anayasasının içeriğini, şekillenmesini ve
yeniden şekillenmesini doğrudan etkiler.
Birbirlerinden
ne denli farklı olurlarsa olsunlar, burjuva devlet, burjuva hukuk ve
anayasa, doğrudan burjuvazinin irade beyanıdır. (Bu, feodal
güçlerin de iktidarda olduğu ülkelerde burjuvazinin ve feodal
güçlerin sınıfsal irade beyanıdır.) Hangi biçimlerde –faşist
veya “demokratik”– olurlarsa olsunlar, bütün burjuva
devletler, burjuva hukuk anlayışı ve anayasalar, bir görevi
yerine getirmek zorundadırlar: Her koşul altında burjuva toplum
düzenini yasal biçim içinde dokunulmaz kılmaktır,
ebedileştirmektir. Ama, ister faşist diktatörlük koşullarında
olsun, isterse de burjuva demokrasisi koşullarında olsun, burjuva
anayasa, kapitalizmin genel krizi sürecinde işlevini, sınırlı
olarak yerine getirebilmektedir. Bu sınır, ülkeden ülkeye,
somut duruma göre genişlemenin veya daha da daralmanın ifadesi
olabilir. Ama her halükarda kapitalizmin genel krizi koşullarında
burjuva devlet, burjuva hukuk anlayışı ve anayasa meşru olmayanı
meşrulaştırmakla karşı karşıya kalmıştır.
Bunun
en tipik örneğini, burjuva devletin, illegal, burjuva hukuk
açısından da legal/meşru olmayan karanlık güçlerle işbirliği
oluşturmaktadır. Burjuva anlamda en demokratik ülkelerde de
illegal güçler, örneğin mafya, “mesleği” yolsuzluk, rüşvet,
asalaklık olan güçler, burjuva devlet içinde örgütlenmişlerdir.
Öyle ki burjuva devlet, kendi yarattığı kurumlar tarafından ele
geçirilmiştir. Gladio-kontrgerilla bunun tipik örneğidir.
Susurluk’taki trafik kazası ile ortaya çıkan gerçek, yıllardan
beri devrimci ve sosyalist basında ısrarla söylenenin en son
kanıtı olmuştur. Türk devletinin kontrgerilla-mafya devleti
olduğu gerçeği bir kez daha açığa çıkmıştır.
Sorunun
biraz tarihçesine bakalım:
Gladio,
NATO’nun bir terör örgütlenmesidir. Gladio (kılıç), NATO’nun,
‘50’li yıllarda kurduğu ve bütün NATO ülkelerinde faal
olan gizli bir örgütlenmedir. Gladio örgütlenmesi, hücre
tarzındadır ve hücreler az sayıda üyelerden oluşmaktadır. Her
bir hücre, doğrudan bir şefe bağlıdır. Bu tarzda örgütlenmeyle
Gladio, çeşitli veya gerekli gördüğü bakanlıkların ve başka
devlet kurumlarının memurlarını kolayca kendine bağlamıştır.
Gladio
örgütlenmesi açığa çıkınca, bunun Varşova Paktı’nın
saldırısına karşı koymak için NATO tarafından gündeme
getirilen bir örgütlenme olduğu açıklandı. Ama bu örgütlenmenin
ayrıntıları ortaya çıkmaya başlayınca, örgüt hakkındaki
açıklamalar da değişmeye başladı. Bu örgütlenmenin halka
karşı kurulduğu açığa çıktı. Gladio, NATO ülkelerinde
gelişen mücadelenin önünü almak, mücadeleyi örgütleyen ve
sevk eden parti ve kuruluşları ve önderlerini ve militanlarını
terör yöntemleriyle etkisiz hale getirmek için kurulmuştu. Gladio
bu mücadelesinde kriminal unsurları, mafyayı ve faşist örgütleri
de kullanmaktaydı. Öyle ki Gladio, sözüm ona devrimci militan
örgütler kurarak, onlara terörist eylemler yaptırıyordu. Örneğin
İtalya’da, Belçika’da olduğu gibi. Belçika Gladio’su
“devrimci hücreler” örgütlemiş ve yanılmıyorsak 1980’de
–o büyük grev hareketlerinin olduğu dönemde– süpermarketlere
yapılan saldırılarla katliamlar gerçekleştirilmişti.
Türk
Gladiosu 1952 yılında “Seferberlik Tetkik Kurulu” adı altında
kurulmuştur. Amerikan askeri yardım örgütü JUSMAT ile aynı
binayı paylaşmıştır. “Seferberlik Tetkik Kurulu” subayı
olarak Elazığ’da görevlendirilen Alpaslan Türkeş, Türk
Gladio’sunun ilk şeflerindendir. Türk Gladio’su 1965’te
“Özel Harp Dairesi” adını almıştır. Bu örgüt 1991’de
tümen seviyesine çıkartılmış ve adı da “Özel
Kuvvetler Komutanlığı” olarak değiştirilmiştir. Adı ne
olursa olsun, kamuoyunun kontrgerilla diye tanıdığı örgüt, Türk
Gladio’sudur. Gladio örgütlenmesinin olduğu ülkelerde bu
örgüt ne denli etkindir, bu ayrı bir araştırma konusu. Ama
soruna Türkiye açısından baktığımızda şunu görmekteyiz.
Türk Gladiosu, devletin sıradan etkisi veya faaliyeti, yasal
yaptırımlarla kontrol altında tutulan, burjuva hukuk anlayışında,
düzenin kendi anayasal anlayışında meşruluğu olan bir örgüt
olmaktan çoktan çıkmıştır. Gladio, devletin gerek görülen
bütün kurumlarında örgütlenmiştir.
Türkiye’de
Gladio’nun örgütlenmediği ve yönlendirmediği hemen hemen
hiçbir burjuva kurum yoktur. Ordu, polis, jandarma, burjuva
partiler, başka devlet yanlısı sivil kurumlaşmalar bu örgütün
yuvalandığı yerlerdir. Bu örgütlenme, birkaç subayın, birkaç
polisin veya sivil şahsiyetin işi olarak algılanmamalıdır. Bu,
bu örgütlenmeyi küçümsemeye götürür. Türkiye’de Gladio,
devlet demektir. Türkiye’de Gladio, ordu demektir. Türkiye’de
Gladio, jandarma demektir. Türkiye’de Gladio, MİT
demektir. Türkiye’de Gladio, MHP demektir. Türkiye’de Gladio,
TBMM demektir. Tükiye’de Gladio, hükümet demektir. Türkiye’de
Gladio, Kürt ulusunun katledilmesi demektir. Türkiye’de Gladio,
uyuşturucu madde ticareti demektir. Türkiye’de Gladio, mafya
demektir. Türkiye’de Gladio, silah kaçakçılığı demektir.
Türkiye’de Gladio, MGK ve faşist diktatörlük
demektir. Türkiye’de devletin kendisi Gladio’laşmıştır.
Çünkü bu örgüt, devlet örgütlenmesi göz önüne getirilirse
yukarıdan aşağıya doğru bir örgütlenmedir.
İtalya
Cumhurbaşkanı Cosiga, Gladio’yu koordine etme görevinin,
NATO ülkelerinde cumhurbaşkanlarında olduğunu açıklamıştır.
Cumhurbaşkanı,
Başbakan (Hükümet), Genelkurmay, Emniyet Genel Müdürlüğü,
MİT=Gladio
Özellikle
Türkiye’de Gladio, basit bir özel savaş örgütlenmesi olmaktan
çıkmıştır. Bu örgüt, Türk burjuva devletinin
örgütlenmesini, burjuvazi devlet hukuku anlayışını, anayasa
anlayışını, bir kapitalist ülke olarak Türkiye’de hakim
sınıfların yönetme anlayışını ve bunun meşrulaştırılmasını
(anayasal) belirleyici derecede etkilemiştir. Türkiye’de
demokrasi, hukuk anlayışı, anayasa, özellikle 1970’lerin
başından bu yana adım adım Gladio’laşmıştır. Gladio ve
kontrgerilla, görülen veya görülmeyen faaliyetiyle Anadolu
coğrafyasının toplumsal yaşamını şekillendirmektedir. Bu
anlamda, Tansu Çiller örgütü, Ağar çetesi, Söylemezler çetesi,
Ağansoy çetesi, Çatlı çetesi veya Çakıcı çetesi gibi
ayrımlar pek doğru değildir. Esas olan, bütünün kendisidir. Bu
çeteler, ekipler veya mafya grupları nüfuz sahibi olma ve avanta
koparma mücadelesi vermekten öte bir şey yapmıyorlar. Şu çete
veya bu çete, bunların bütünü Gladio-mafya
örgütlenmesidir. Bunların bütünü devlettir.
Gladio,
sadece bir özel savaş örgütlenmesi olarak kalmamıştır. Bu
örgüt, mafya ile bütünleşmiştir. Çete biçimindeki farklı
yapılanma veya rekabet de buradan kaynaklanıyor. Ama Gladio tektir,
şu veya bu mafyayı veya şu veya bu ülkücü mafyayı atına
koşabilir, şu veya bu mafya ile birleşebilir. Ama tepede, en üst
kurumlaşmada bir ayrılık yoktur, merkezi tektir ve CIA’ya
bağlıdır, onun şubesidir. O halde Türk Gladiosu, aynı zamanda
CIA’nın, ABD emperyalizminin emrinde ve kontrolünde olan, onun
gerekli gördüğü faaliyetleri de yürüten bir örgüttür.
Gladio-mafya
örgütlenmesinin gelir kaynakları ve faaliyet alanları, onun ne
türden bir örgütlenme olduğunu çok açık bir şekilde
göstermektedir.
Gelir
kaynakları:
Devlet
desteği (sivil ve askeri):
-Uyuşturucu
madde ticareti
-
Silah kaçakçılığı
-
Karapara aklama
-
Çek-senet tahsilatı
-
Arazi yağması
-
Rant gelirleri
-İhale
takipçiliği
-İş
adamlarından ve karanlık faaliyetlerden alınan haraçlar
Görev
alanları:
-Sabotaj
-Adam
öldürme (ilericileri, yurtseverleri komünistleri, rakip çete
unsurlarını)
3-Kitlesel
katliam
-Faili
meçhul cinayetler
-Kirli
savaş
-Gasp
-Devrimci
örgütlere sızma ve yönlendirme
-Provokatörlük
-Ajanlık
-Savaş
kışkırtıcılığı
-Adam
kaçırma ve fidye isteme
-Yabancı
istihbarat örgütleriyle işbirliği (Örneğin CIA, MOSSAD)
Bileşimi:
-Cumhurbaşkanı
-Başbakan
-Bütün
bakanlar
-Polis
teşkilatı
-Jandarma
teşkilatı
-Ordu
-Milletvekilleri
-Korucubaşları
-Silah
kaçakçıları
-Uyuşturucu
madde tüccarları
-Kumarhane
sahipleri
-Diğer
rantiyeciler
-Holding
sahipleri
-MİT
-
Sivil-faşist örgütlenmeler (MHP-BBP)
-Ülkücü
mafya
-CIA
Amaç-siyasi
eğilim:
-Kapitalist
düzeni korumak
-Yasa
tanımamak
-Şovenizm-faşizm
-Emperyalizmin
çıkarlarını korumak
-
Kapitalist düzene karşı mücadeleyi bastırmak
-Demokratları,
devrimcileri, komünistleri imha etmek vs.
-Halkı
sindirmek, kişiliksizleştirmek
-Özgürlük
ve demokrasi düşmanlığı.
Susurluk’taki
kaza vesilesiyle bir daha kanıtlanmış olan bu gerçek, aynı
zamanda şunu da göstermektedir: Söz konusu olan kişiler, Ağar,
Çatlı, Bucak ve bu çete vesilesiyle anılan diğer unsurlar veya
olayın kendisi buz dağının (Eisberg-Aysberg) sadece görünen –su
üstünde olan kısmıdır. Olayı kapatmak için şu veya bu
Gladio-mafya unsuru -örneğin Ağar- kurban edilir. Bu doğaldır.
Önemli olan, bir-iki siyasi sıyrıkla bu badireyi atlatmaktır.
Burjuvazi, bugün, bununla uğraşmaktadır. “Gladiole”lar (küçük
kılıçlar) feda ediliyorlar, Gladio düzeni daha fazla teşhir
olmasın diye. “Büyük kılıçlar” ise (Cumhurbaşkanı,
Genelkurmay, Başbakan vs.) temiz toplum narası atıyorlar,
“gidilebilecek yere kadar gidilsin” diyorlar. Ama aynı zamanda
olayın bir an önce sonuçlandırılmasını istiyorlar. Yargı
olaya el atmış ve sonuçlandıracaktır! Gladio’nun mahkemesi,
Gladio’nun yargısı, Gladio’yu yargılayacak! “Temiz”
toplum isteyenler, toplumda temiz bir yer bırakmayanlardır. Toplumu
kirletenlerdir. Başka türlü de yapamazlardı. Çünkü
emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin sınıfsal çıkarları
“kirli” toplumu kaçınılmaz kılıyordu. Kapitalizmin genel
krizi koşullarında
başka yol da yok! Yazımızın başlığına dönelim: Kapitalizmin
genel krizi koşullarında burjuva devlet! Sorunu ele alışımızdan
anlaşılacağı gibi burjuva devletin değişimi, sadece Türkiye’ye
özgü bir gelişme değildir. Bu, evrensel gelişmenin Türkiye’ye
yansımasıdır, kapitalizmin genel krizinin Türkiye’deki devlet
yapısını, devlet hukukunu etkilemesidir.
Artık
söz konusu olan, feodalizme karşı mücadele eden, yeniyi temsil
eden ve bundan dolayı da tarihi ilericilik misyonu olan burjuvazi
değildir. Artık söz konusu olan, bu burjuvazinin ekonomik varoluş
koşulunu oluşturan ve yine feodal üretim biçimine göre tarihi
ilerici konumda olan kapitalizm de değil. Esas olan burjuvazinin ve
kapitalizmin sonraki dönemlerde şu veya bu ülkede oynamış
oldukları tarihi ilerici rolü bir kenara bırakırsak, kapitalizmin
çürümeye başlaması, en azından üretici güçlerin karakteri
ile üretim ilişkileri arasındaki uyumluluk yasasının uyumsuzluğa
dönüşmesi; yani, kapitalizmin İngiltere, ABD, Fransa vb.
ülkelerde sanayi devrimlerinin sonuçlandığı (dönem olarak 19.
yy’ın ilk yarısı) dönemlerden beri üretici güçlerin
gelişmesi önünde engel olmasıdır. Daha o zaman Marks ve Engels
bu tespiti yapıyorlardı. Üretici güçlerin gelişmesi önünde
engel olma, bunun sonucu olarak gündeme gelen kapitalizme özgü
özelliklerin bütün çıplaklığıyla görülmesi, ancak 20.
yy’dan itibaren açığa çıkmaya başlamışlardır. Kapitalizmin
en son aşaması olan emperyalizm, çürüyen, asalaklaşan,
rantiyeleşen, tekelleşen, işsizliği kronikleştiren, üretimde
durağanlığa neden olan, yolsuzluğu, rüşveti, uyuşturucu
ticaretini her türlü karanlık işleri-mafya
faaliyetini-meşrulaştıran kapitalizmin, tarihi olarak ömrünü
doldurmuşluğunun ifadesidir.
Böyle bir sistem, hakimiyetini sürdürmenin bir yolu olarak geniş
yığınları yozlaştırırken, toplumsal çürümeye iterken,
kendisi de çürümüş oluyordu. Lenin’in Emperyalizm yapıtında
bahsettiği kupon kesiciler, rantiyeciler, devlet olarak
rantiyecilik, kapitalizmin varabileceği en son yozluk, asalaklık
aşaması olarak toplumsal bir güç olmanın, hakim sınıfların
bir kısmını oluşturmasının ötesinde, mafya ile de birleşerek
devleti ve toplumu yönlendiren bir güç olmuştur. Gladio’lu
mafyalı rantiyeciler, devletin, toplumun zirvesine yerleşmiş
durumdalar. Bu en azından Türkiye’de böyle. Bu asalaklar ve
hırsızlar, Türkiye’de işbirlikçi burjuvazinin ve büyük
toprak beylerinin önemli bir bölümünü oluşturuyorlar. Bu
unsurlar, Türkiye gibi burjuva kültürün, burjuva demokrasi
anlayışının, burjuva kurumlaşmaların henüz
gelenekselleşmediği, feodalizmin etkisini sürdürdüğü ülkelerde
gelişmelerinin en iyi ortamını bulmuşlardır. Emperyalizm, yerli
burjuvazi, feodal ve burjuvalaşmaya yüz tutmuş feodal güçler! Bu
üç gücün bileşiminin bazı özellikleri vardır: Bunlar,
hiçbir toplumsal değer tanımıyorlar. Onların tanıdığı yegane
değer, değersizliktir. Onlar açısından suç ve ihanette hiçbir
sınır yoktur. Onlar, her türlü ahlak anlayışından
yoksundurlar. Tanıdıkları ve benimsedikleri yegane “ahlak”,
ahlaksızlıktır. Onlar, yasa tanımazlar. Tanıdıkları ve
benimsedikleri yegane yasa, kanunsuzluktur. Yaşamlarında (yozlaşma,
skandal, sefahat, sosyete fuhuşu, çürüme vs.) ölçü
tanımazlar. Tanıdıkları yegane ölçü, ölçüsüzlüktür.
Onlar, kapitalist barbarlığın temsilcileridir.
Klasik
burjuva devlet, klasik burjuva devlet hukuku ve anayasası kapitalist
barbarlığın önünde engeldir. Kapitalist barbarlığın tam
hakimiyeti, burjuva devlet yapılanmasını ve yasal anlayışını
değişime uğratmakla mümkün olacaktır. Devlet, bütün
kurumlarıyla barbarlığın devleti, yasalar barbarlığın yasası
olmalıdır. Göstermelik de olsa, “bağımsız” yargı organları
olmamalıdır. Muhalif medya olmamalıdır. Barbarlığın önündeki
bütün burjuva kurumsal engeller, barbarlığın araçlarına
dönüştürülmelidir. Başbakan’a önce “fasa fiso”, sonra da
“araştıracağız” dedirten koşullar ortadan
kaldırılmalıdır. Kapitalist barbarlığın devleti, hesap
vermemenin devletidir. Göstermelik de olsa, hesap soran koşullar
ortadan kaldırılmalıdır.
Kapitalist
barbarlığa Gladio-mafya devleti veya diktatörlüğü tekabül
etmektedir. Bu, emperyalizm-hakim sınıf-mafya
diktatörlüğüdür. Hakim sınıflar mafyalaşmıştır veya
mafya, hakim sınıf mertebesindeki siyasi yerine tam anlamıyla
yerleşmiştir.
Geleneksel
burjuva toplumda artı değer, sanayi kapitalistleri, ticaret
kapitalistleri, bankacılar ve toprak beyleri arasındaki paylaşılır
ve yönetim, burjuvazinin üreten kesiminin elindedir. Yani sanayi
burjuvazisi (emperyalist ülkelerde mali oligarşi, Türkiye gibi
ülkelerde sanayi burjuvazisi ve büyük toprak beyleri). Şimdi,
artı değerden pay alanlar arasında rantiyeciler ve mafya da yer
almaktadır. Bu tabaka daha önce de payını alıyordu. Ama bugün
veya 21. yy’a girerken, 20.yy’ın başındaki rantiyecilik
yerini, örgütlü ve mafya ile birleşmiş bir rantiyeciliğe
bırakmıştır. Bu kesim, Türkiye örneğinde görüldüğü gibi
siyasi iktidarı elinde tutan kesimdir. Ve ekonomi politikasını
(uyuşturucu madde ticareti, silah kaçakçılığı, kumarhane
gelirleri, faiz vs.) empoze etmektedir. Bu kesim Gladio-mafya
devletini ve hukuklarını (hukuksuzluk) temsil etmektedir.
Türkiye’de faşist diktatörlüğün diğer adı, Gladio-mafya
diktatörlüğüdür.
Siyasi
erk, üretmeyen ama yağmalayan kesimin elindedir. Bu kesim, devleti,
kurumlarını, siyasi partileri kendi anlayışı doğrultusunda
şekillendirmektedir. Yani Gladiolaştırmakta ve
mafyalaştırmaktadır. Mafya ile bağı olanların Cumhurbaşkanı,
Başbakan olmaları, o ülkede mafyalaşmanın boyutlarını
göstermez mi? (Özal, Çiller) Faşist mafya unsuru Çatlı’nın
“şerefli”, “yurtsever” ilan edilmesi, mafya şeflerinin
cenaze törenlerine resmiyet verilmesi (bayrak, çelenk) ve siyasi
kadroların bu törenlerde boy göstermesi, siyasi erkin kimlerin
elinde olduğunu göstermiyor mu? Bu, diyalektik bir gelişmedir.
Serbest rekabetçi dönemde devlet ve toplum yaşamında münferit
olarak ortaya çıkan olgular, emperyalizme geçişle, yavaş yavaş
“normal” olgulara dönüşmüşlerdir. Emperyalist merkezlerdeki
bu gelişme, bağımlı, yeni sömürge ülkelere daha kapsamlı ve
şiddetli yansımıştır.
Şimdi
ne olacak? Ya kapitalist barbarlık yasallaştırılacak ya da bu
sistem yıkılacak. Gladio-mafya devleti, hukuk dışı bir
devlettir. Bu devlet, en ağır sömürünün, en ağır baskının,
Kürt ulusunu katletmenin, en derin ve kapsamlı yozlaşmanın,
çürüme ve yağmalamanın devletidir. Şimdi sıra, bu özellikler
taşıyan devleti meşrulaştırmakta. Böyle bir devlet, bir
taraftan toplum, saydığımız özellikleri kanıksatılarak
tepkisizleştirilerek, diğer taraftan da hukuken yasallaştırılarak
meşrulaştırılacaktır. Klasik burjuva düzende şiddet hukuka
bağlanır. Ama Gladio-mafya diktatörlüğünde hukuk şiddete
bağlanır. Şimdi sıra şiddetin, yağmalamanın, yozluğun,
çürümüşlüğün vs. hukukunu formüle etmekte ve
kurumlaştırmaktadır. Bugünkü Türkiye’de, devlet ve hukuksal
yapılanması, şiddeti, mafyacılığı sınırlıyor, cendere
içinde tutuyor. Şimdi sıra, bu sınırların ortadan
kaldırılmasındadır. Kapitalist barbarlık, bu gelişmeleri
kaçınılmaz kılıyor. Kapitalist barbarlık, devletin, kendi
yasasına, devlet anlayışına göre yasa dışı olan
örgütlenmesini meşru kılmak, yasallaştırmak anlamına
gelmektedir.
Ya
da bu sistem yıkılacaktır, yıkılmak zorundadır ve bu sistemi
yıkacağız.
Burjuva
basının dangalak kalemşorleri temiz toplum istiyorlar.
Demirel'den, ordudan, siyasi partilerden medet umuyorlar. Susurluk
aydınlatılsın, toplum temizlensin diyorlar. Ama bu "Müslüman
mahallesinde salyangoz" satmaya benziyor. Gladio'nun başından,
mafyanın siyasi temsilcilerinden temiz toplum nasıl beklenir? Hangi
amaç güdülmüş olursa olsun burjuva basın sorunu güncel tuttu.
Sorunun, güncel tutulması olumludur. Hesap sorulsun, suçlular
ortaya çıkarılsın, bağımsız yargı vb. talepler ise
Gladio-mafya devletini, ufak tefek sıyrıklarla temize çıkartma
istemidir. Birilerinden "hesap" sorulacak ve düzen
kurtarılmış olacak! Aynen böyle olacak. Düzenin kurtarılması
için hükümletin istifası bile söz konusu olabilir. Önemli olan
Ali- Veli değil, önemli olan Gladio-mafyanın devlet olarak
kurtarılmış olmasıdır. Bu kuruma dokunmak, hakim sınıflara ve
emperyalizme dokunmak demektir.
Gladio'yu
dağıtmak, mafya yapılaşmasını dağıtmak, her şeyden önce
MGK'yı dağıtmak,, bu düzeni dağıtmak anlamın gelir. Bu ise
devrimin sorunudur. Türkiye'de devrimin nedenidir. Bu düzen,
Gladio-mafya diktatörlüğü veya Gladio-mafya cumhuriyeti veya da
Gladio-mafya cenneti, gerçek anlamda, sosyalizmin yolunu açacak
olan antiemperyalist demokratik devrimle yıkılacaktır. Geniş
yığınların temiz toplum umudunun yönlendirildiği, devletin, her
zamankinden daha yoğun olarak teshir olduğu bu süreçte, gerçek
temizliğin, gerçek kurtuluşun yolu her vesile ve araç ile
anlatılmalıdır,
Ya
kapitalist barbarlık ya devrim!
Ya
kapitalist barbarlık, ya sosyalizm!
Proleter Doğrultu, Sayı 9, Ocak - Şubat 1997