deneme

28 Temmuz 2019 Pazar

S-400 VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN ULUSAL GÜVENLİK KONSEPTİ


S-400 VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN ULUSAL GÜVENLİK KONSEPTİ

TÜRK BURJUVAZİSİNİN ULUSAL GÜVENLİK KONSEPTİNDE S-400’ÜN YERİ

Alır mı, almaz mı?”, “gelir mi, gelmez mi?”, “alırsa ne olur, almazsa ne olur?” Alırsa ABD’nin gazabı, almazsa Rusya’nın gazabı! Alındı, geldi, ama şimdilik ortalık karışmadı. Amerikan emperyalizmi Rusya’dan bu silahların alınmaması için tehdit ağırlıklı olarak elinden geleni yaptı. Silahlar, şov türünden bir nakliyatla getirilince ABD cephesindeki esip gürleme yerini, almasına aldınız ama "Daha fazla yaptırım gelebilir. Açıkçası S-400'lerin operasyonel hale getirilmemesini istiyoruz, amacımız bu" (ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo) tehdidine bıraktı. Tehditlerin yanı sıra Türkiye’ye ne kadar önem verdiklerini, stratejik ortak olduklarını daha sık açıklamaya başladılar. Amerikan emperyalizmi için ABD-Türkiye ilişkileri “çok katmanlı ve F 35 ortaklığının ötesine uzanıyor” (Pentagon), Nato için “Türkiye,... S-400’lerden çok daha fazladır” (NATO Genel Sekreteri).

K. Kılıçdaroğlu’nun “bu coğrafyada hava savunma sistemindeki açıklar kabul edilemez. Sistemin güçlendirilmesi, bu kapsamda S-400'lerin alınması gereklidir.” açıklamasıyla S-400 alımı bir biçimde devlet politikası mertebesine çıkartıldı.

ABD’nin neden Türkiye’ye hava savunma sistemi (Patriot füzeleri) satmadığı, Çin’den bu tür füzelerin alımının engellendiği ve nihayetinde Rusya’dan temin edildiği konusunda her çevre kendine göre değerlendirmeler yapmıştır ve bu gidişle daha da yapılacaktır.

Bu konuda bu denli farklı değerlendirmelerin olması, soruna bakış perspektifiyle ilgilidir; hangi açıdan bakıyorsan değerlendirme de o açıya uymak zorundadır. Bu durumda önemli olan, soruna bakış perspektifini doğrulamak olduğu için değerlendirme yanlış da olsa, ipe sapa gelmez de olsa sineye çekiliyor.

Diktatör Erdoğan’ın ABD’ye, AB’ye; Batı’ya karşı birkaç gürlemesinden ‘o, anti-emperyalist’ olamaz sonucu çıkartılıyorsa, bu, emperyalizm ve anti-emperyalizm anlayışının ne denli çürük olduğunu gösterir. Emperyalizme bağımlılığı, ‘bir kere bağımlı hep bağımlı’ bakış perspektifiyle ele alırsan, soruna emperyalizmin her şeye muktedir olduğu anlayışıyla bakıyorsun demektir. Emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmayı ‘ben yararlanırsam doğrudur, sınıf düşmanı yararlanırsa yanlıştır’ perspektifiyle ele alırsan, katedeceğin yol, şimdiye kadar katettiğin yol kadar olur, yani yerinde sayarsın.

Hiç de az olmayan bu ve benzeri, aymazlık derecesine varan “derin analizler”, bazı çevreleri kıpırdayamaz hale getirmiştir. Koskoca dünyada küçücük Türkiye’nin hal ve gidişini bir yere koyamıyoruz. Gelişmeler, kafamızda oluşturduğumuz Türkiye’nin çapını aşıyor. Olay (S-400) oldukça büyük, dünya çapında; bütün emperyalist ülkeleri ve rekabet merkezlerini doğrudan ilgilendiriyor. Olay büyük, ama kafamızda canlandırdığımız Türkiye oldukça küçük. Olayı küçültemiyoruz; herhangi bir mal ithalatına indirgeyemiyoruz. Ama aynı zamanda Türkiye’yi de büyütemiyoruz; aslından mevcut durumu ne ise öyle göremiyoruz. Bu nedenle olsa gerek, bir makalede on kere (belki de 5-10 kere) emperyalizme bağımlı, sömürge, uşak demekle sorunu çözdüğümüzü sanıyoruz.

Oysa sorun hiç de karmaşık değil, bence oldukça sade: Uluslararası ilişkilerde müttefikleşme eğiliminin belirleyici olmadığı, çok rekabet merkezli bir süreçten geçilmektedir. Eski dönemin (Sovyet sosyal emperyalizminin dağıldığı sürece kadar) uluslararası ittifaklaşmasından geriye fazla bir şey kalmamıştır. Örneğin varlığını sürdürebilmek için NATO, düşman aramaya çıkmıştır vs.

Doğru analiz yapamamanın sonuçları:
1952-2000 döneminde Türkiye'nin ulusal güvenliği, NATO'nun temel ilkelerine göre şekillenmiş ve dünya jeopolitikasındaki konumu da Amerikan emperyalizminin çıkarlarına entegre edilmişti.

2000 sonrasında durumun değişmeye başladığını; 2002-2010 arasında ABD ve AB ile AKP hükümeti arasındaki uyumlu işbirliğinde çatlakların oluşmaya başladığını görüyoruz. ABD ve AB, alışık oldukları, hemen her konuda “evet” diyen Türk burjuvazisi yerine kendi sermayesinin çıkarından bahseden bir burjuvaziyle uğraşmak zorunda kaldılar. İlişkilerdeki gerilme kaçınılmaz olarak başta ulusal güvenlik olmak üzere ilişkilerin tamamına yansımaya başlamıştı. Bunun sonucu, AKP hükümetinin, ulusal güvenlik alanında kendi gücüne dayanma politikasını geliştirilmesi olmuştur. AKP hükümeti eksenli faşist rejimle başta ABD olmak üzere Batılı güçler arasında ilişkiler, özellikle ulusal güvenlik politikaları temelinde gerilmiştir; öyle ki, 15 Temmuz askeri darbe girişiminden sonra Türkiye-ABD/AB arasındaki ilişkiler, keskinleşen çelişkilere dönüşmüştür.

Var oluşunun belli bir aşamasından itibaren bölgesel ve küresel siyasi ve ekonomik gelişmelerde kendine rol biçen ülkelerin, kendilerine biçtikleri bu rol nedeniyle, ülkenin coğrafi konumunu da hesaba katarak oluşturdukları veya oluşturmaya çalıştıkları ulusal güvenlik politikalarına Türkiye tipik bir örnek oluşturur. Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasını bu çerçevede; ekonomik gücünü coğrafi konumu ile bağlam içinde ele almak gerekir.

NATO şemsiyesi altında Türkiye'de ulusal güvenlik politikası hem dar kapsamlıydı hem de nispeten tek yanlıydı. İki kutuplu dünya koşullarında, kutuplardan birisine dahil olmak ulusal güvenliğin de dahil olunan kutup tarafından belirlenmesine ve bunun da ulusal olmaktan ziyade uluslararası anlam taşımasına neden olmaktaydı. NATO ve Varşova Paktı, kapitalist ve revizyonist sistemlerin uluslararası güvenlik araçlarıydı. Bu paktlara üye olan ülkelerin ulusal güvenliğinden de bu paktlar sorumluydu. Dolayısıyla bu paktlara üye olan ülkelerin kendilerine özgü ulusal güvenlik politikaları geliştirmelerinin bir anlamı yoktu.

Emperyalizme bağımlılık koşullarında bağımsız ulusal güvenlik politikasının yerini uluslararası bağımlı “ulusal” güvenlik politikası almıştır. Uluslararası güvenlik politikasını belirleyen de, uluslararası alanda hegemonya yeteneği olan güç veya güçlerdir. Örnek olarak belirtirsek: II. Dünya Savaşından sonra kapitalist dünyanın hakim gücü olan Amerikan emperyalizmi, NATO kurulana kadar tek başına ve kurulduktan sonra da NATO çerçevesinde, ama belirleyici güç olarak, sosyalist dünyaya -SBKP 20. Kongresinden sonra da revizyonist dünyaya- karşı kapitalist dünyanın güvenliğini kendi çıkarlarına göre şekillendirerek sağlamayı hedeflemiştir.
Bu nedenle Amerikan emperyalizmi, dünya çapında rekabetini sürdürmek için NATO'yu, kapitalist dünyanın başkaca uluslararası örgütlerini ve ülkelerini sürekli kullanmıştır. Türkiye de bu amaçla kullanılan ülkelerden birisidir.

Coğrafyanın bir ülkenin kaderinde, güvenliğinde ne kadar önemli, evet belirleyici olduğunu Türkiye gerçeğinde görüyoruz. Burada belirleyicilik, jeopolitik çıkarlarla doğrudan ilişkilidir; bölgemizde ve dünya çapında emperyalist çıkarlar, hegemonya rekabeti içinde olan güçler, bu coğrafyayı sürekli baskı altında tutmaya, kendi çıkarları için kullanmaya çalışmışlar ve çalışmaktalar. Bu nedenle bu coğrafyada ya güçlü olursun ve böylece kolay kolay dokunulamaz olursun veya da güçsüzlüğün, bağımlılığın sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsın.

Güvenlik tanımlamasında coğrafi konum, Türkiye için bir gelecek sorunu derecesinde önemlidir. Bu konum Türkiye'ye uluslararası ilişkilerde pek eşi görülmeyen bir pozisyon sağlamaktadır; büyük fırsatlar verdiği gibi, büyük belalara da kaynaklık yapmaktadır. Bu konum, bu coğrafyada sürekli tetikte olmayı beraberinde getirmektedir. Bu coğrafi konum kapitalist Türkiye için olduğu kadar, kapitalizm tarafından çevrelenmiş olası sosyalist Türkiye için de geçerlidir.

Bu koşullar göz önünde tutulursa aşağıdaki sorulara cevap vermek kolaylaşır(1).

1-ABD hava savunma sistemini (Patriot) neden satmadı?
2-Rusya hava savunma sistemini (S-400) neden sattı?
3-Bu alış-verişin Türkiye açısından önemi veya da S-400’lerin Türk burjuvazisinin yeni ulusal güvenlik konseptindeki yeri nedir?

Türkiye, NATO’ya üye olduktan bu yana sürekli olarak emperyalizme bağımlı kalmıştır, Amerikan emperyalizminin en sadık uşağı olmuştur, bu konumunda bir değişme olmamıştır, ama yine de S-400’leri almıştır değerlendirmesi yapılıyorsa, bu, insanı böyle düşünmeye götüren perspektifin ne denli zavallı olduğunu gösterir.

Doğrudur, Türkiye, esasen II. Dünya Savaşı sonrasından itibaren emperyalizmle ilişkilerini politik, ekonomik, askeri alanlarda yoğunlaştırmıştır; emperyalizme bağımlı, tam bir yeni sömürge olmuştur. Bu, doğrudur. Bu süre içinde Türkiye’nin savunması (kara, deniz, hava) NATO’ya havale edilmiştir. Bu da doğrudur.
Ancak, özellikle bu yüzyılın başından itibaren Türk tekelci sermayesi, dışarıya açılım çabalarını yoğunlaştırmıştır. Bu da ifadesini burjuvazinin çevresine bakışında bulmuştur. Bu dönemde Türkiye’nin ABD/AB ile ilişkilerinin gerilmesi, bazılarında çelişkiye dönüşmesi, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlaması, ulusal güvenlikten bahseder olması hiç tesadüfi değildir.

1-ABD hava savunma sistemini (Patriot) neden satmadı?

Türkiye’nin ABD’den teknoloji transferiyle birlikte Patriot füzesi alma talebi ABD Kongresi’ne takıldı”; “ABD’nin Türkiye’ye Patriotları satmaktan imtina etmesi batı değerler sisteminden derece derece çıkışımıza bir tepki olarak gündeme gelmiştir”; “Batı askeri ittifakının gereklerini yerine getiren yani batı değerler sisteminden kopmayan bir Türkiye’ye ABD’nin, Pentagon, Beyaz Saray, Kongre, Patriot satmamasının bir mantığı yoktur ve bu satmama keyfiyeti zaten gündeme gelmez”.

Bu ve benzeri değerlendirmeler “sol” ve burjuva basından bolca yapılmıştır. Teknoloji transferi kabul edilmediği için, Kongre’ye takıldı, Batı değerlerinden uzaklaştığı için Patriotlar verilmedi, Aksi taktide neden vermesin!

Amerikan emperyalizmi, Türkiye’ye hava savunma sistemi Patriotları vermediyse bunun temel nedeni, Türkiye hava sahasını eskisi gibi kontrol etmek istemesindendir. Türkiye’nin kendi hava sahasını bizzat kontrol etmesi, bağımsız hava savunma sistemi (teknoloji) geliştirmek için bir adım daha ilerlemesi demektir. Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası rekabetinde çok önemli coğrafi bir konuma sahip olan Türkiye’yi alışık olduğu bağımlılık ilişkisi çerçevesinde tutması için, böyle bir imkanın Türkiye’nin elinde olmaması gerekirdi. ABD, ekonomik, siyasi vb. baskı ve ambargo uygulaması ve tehdidiyle buna oynadı ve kaybetti.

2-Rusya hava savunma sistemini (S-400) neden sattı?

Rusya’nın Türkiye'den istediği “çok fazla” bir şey yok; NATO'dan çıkmasını, Batı ile bağlarını kopartmasını istemiyor. Sadece, ABD'den ne kadar uzak durursan o kadar iyi olur diyor. Tabii ki, bu uzaklık görecedir; şimdi Türkiye, Rusya’ya S-400’leri alacak kadar yakın dururken, NATO’ya, hava sahasının kontrolünü sağlayacak teknolojiye sahip olduğu kadar uzak duruyor.

Rusya'nın, bir NATO ülkesi olan Türkiye'ye S-400 satacak kadar yakın olması ve askeri alanda işbirliğinin derinleştirileceği sinyalinin verilmesi, başta ABD olmak üzere Batı dünyası açısından hazmedilebilir bir durum değildir. Ne de olsa Türkiye, askeri gücü ve coğrafi konumu bakımından herhangi bir NATO ülkesi değildir. NATO üyesi Türkiye'nin örneğin Ortadoğu'da, somutta da bugün için Suriye'de NATO ile değil de Rusya ile ortak hareket ediyor (Astana süreci) olması, sanırım Batı açısından durumun vahametini yeteri kadar açıklamaktadır.

Rusya, Türkiye'nin Suriye ve daha geniş anlamda Ortadoğu politikasını ona karşı olarak değil de onu yanına çekerek kontrol edilebilir yapmaya çalışmaktadır. Gelişmeler, benzer bir politikanın Doğu Akdeniz’deki “it dalaşı”nda da yaşanabileceğine işaret ediyor.

Gelişen Türkiye-Rusya ilişkileri, her iki ülkenin birbirlerine güveninden ziyade ABD karşıtlığının bir sonucudur. Rusya, Türkiye’nin ABD karşısındaki tavrından dolayı ABD’nin bölgemizde etkisizleşeceğini ve onun yerini kendisinin dolduracağını hesap ederken, Türkiye de Rusya ile gelişen ilişkilerinden dolayı sadece Batı’ya bağımlı kalmaktan kurtulabileceğini, Batı karşısında Rusya ile beraber ortaklaştırılmış çıkarlar için rekabet edebileceğini ummaktadır. Her iki ülke arasındaki ilişkilerin bu yönde geliştiğini, Suriye sahasında, S-400’ler bağlamında -yani askeri alanda- görüyoruz ve muhtemelen de Doğu Akdeniz’de göreceğiz.

Aslında Türkiye-Rusya ilişkisi, bugünkü gelişmişlik haliyle bile ABD’ye ve NATO’ya indirilmiş büyük bir darbedir. Bu darbeyi büyük yapan, Türkiye’nin bulunduğu coğrafyanın dünya hegemonyası rekabeti açısından önemi ve Türkiye’nin herhangi bir NATO üyesi olmamasıdır.

3-Bu alış-verişin Türkiye açısından önemi veya da S-400’lerin Türk burjuvazisinin yeni ulusal  
   güvenlik konseptindeki yeri

Türkiye'nin yeni ulusal güvenlik konseptinin oluşumunda birçok yeni faktör belirleyici olmuştur.
Bugün uygulanan ulusal güvenlik politikası, şimdiye kadarkinden oldukça farklıdır. NATO üyesi olmasından bu yana Türkiye'nin ulusal güvenliği, NATO'nun kapitalist dünyayı sosyalist, sonra da revizyonist dünyaya karşı koruma konseptine; uluslararası “güvenlik” konseptine entegre edilmişti. Revizyonist Blokun dağılmasından sonraki süreç içinde Türk burjuvazisinin dış düşman algılaması değişmiştir.

Yeni ulusal güvenlik konseptinde iç düşman algılamasında yeni olan “Gülen Hareketi” iken dış düşman algılamasında yeni olan da, Rusya’nın yerini alan Batılı emperyalist güçlerdir. Sahadaki somut durum, örneğin 15 Temmuz darbe girişimi, Suriye savaşında ve Musul operasyonunda ABD-Türkiye çelişkileri bunun böyle olduğunu göstermektedir.

Yeni ulusal güvenlik konseptinde yeni olan, Türk burjuvazisinin “Misak-ı Milli vurgusudur. Böylece Türk burjuvazisi saldırganlık politikası güdeceğini açıklamış oluyordu.

Fiiliyatta da görüldüğü gibi yeni ulusal güvenlik konsepti, savunma eksenli değildir, saldırı eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni ulusal güvenlik konsepti arasındaki temel değişim, fark budur.

Yeni ulusal güvenlik konsepti, diktatör Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisinin bir savaş programıdır. Bu değişim görülmeksizin S-400 alımı anlaşılamaz.

Yeni ulusal güvenlik konseptinin içeriği bunun nasıl bir savaş programı olduğunu açıklıyor: “Önleyici vuruş hakkı”, “düşmanı bulunduğu yerde, sınır ötesinde imha etme” kavramları yeni ulusal güvenlik konseptinin belirleyici ögeleri olmuştur. Bu savaş programının gerçekleştirilmesi için S-400’ler elzem bir savaş/savunma silahıdır.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra savunma içerikli ulusal güvenlik konseptinin, saldırı içerikli ulusal güvenlik konseptine dönüştürülmesi için adımlar atılmaya başlanmıştır.
Bu saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti hakkında R. T. Erdoğan’ın açıklamaları amacın ne olduğunu göstermektedir (2).

Açık ki, Türk burjuvazisi şimdiye kadar NATO'nun uluslararası güvenlik konseptine entegre edilmiş güvenlik konseptini artık yanlış buluyor, yeni güvenlik konseptini “tehdidi yerinde yok et” adı altında doğrudan saldırı eksenli konsept olarak geliştiriyor. Bu konseptin temel özelliklerini ana başlıklar olarak sıralayacak olursak:

Lozan bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir

Gelişmesinin bu aşamasında Türk burjuvazisi, Lozan Antlaşmasıyla belirlenmiş olan sınırları tanımadığını ve hedefinin Misak-ı Milli olduğunu savunuyor ve bunu da Erdoğan vasıtasıyla açıklıyor.

Erdoğan'a göre Misak-ı Milli'nin o zaman gerçekleştirilememesi, birtakım zorunluluklardan dolayı kabul edilebilir, ama artık bu zorunluluğun maddi nedenleri çoktan ortadan kalkmıştır. Erdoğan, Lozan'la çizilmiş olan sınırları “Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz” diyerek reddediyor ve esas amacının saldırganlık ve başka (komşu) ülkeleri işgal etmek olduğunu açıklıyor (3). Bu, bir savaş programıdır.

1923 psikolojisiyle hareket edemeyiz”

Eski ulusal güvenlik konsepti:
2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” diyen Erdoğan şimdiye kadar geçerli olan ulusal güvenlik konseptinin eskidiğini; Türk burjuvazisinin çıkarlarına hitap etmediğini ve yeni bir ulusal güvenlik anlayışına ihtiyaç olduğunu açıklıyor: “1923’ün psikolojisi”,”hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır” anlayışıpsikolojisidir. Yani ulusal güvenliğin bütün vatanı savunmaktan geçtiğinin anlatımıdır. Başka türlü ifade edersek; vatan diye sahiplenilen topraklara dışarıdan bir saldırı olursa o saldırıyı vatan topraklarında karşılama anlayışıdır. Bu, doğrudan savunma eksenli bir ulusal güvenlik anlayışıdır.
Bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir” diyerek savunma eksenli ulusal güvenlik konseptinin günümüz koşullarına cevap vermediğini ve terk edilmesi gerektiğini açıklıyor.

Yeni ulusal güvenlik konsepti:
Artık savunma eksenli ulusal güvenlik politikasından saldırı eksenli ulusal güvenlik politikasına geçerek yeni bir ulusal güvenlik konsepti oluşturmanın zamanı geldiğini açıklıyor Erdoğan. Bu konseptin belirleyici özelliği, düşman olarak algılanan güçlerin sınır ötesinde imha edilmesidir. Bu konsepti şöyle açıklıyor:

2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır. Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken, biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz...

Nitekim şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan, bıçak kemiğe dayanmadan, gırtladığımıza kadar bataklığa gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için, dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik...

Türkiye artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı kurutmanın yollarını bulacağız”.

Diktatör Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye, hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi kaynağında, nereden geliyorsa orada vuracak. Türkiye saldırgan eksenli bu ulusal güvenlik anlayışında yalnız değil; ABD, İsrail ve dönem dönem Rusya da saldırı eksenli ulusal güvenlik politikası uygulamaktalar.

Türkiye'nin ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz

Ulusal güvenlik konusunda Türkiye'nin NATO üyesi olana kadar (1952) müttefiklik ilişkisine dayanma diye bir anlayışı olmadı. NATO üyeliğinden sonra ulusal güvenlik politikası, NATO'nun uluslararası güvenlik politikasının bir eklemi oldu. Sovyetler Birliği ve Revizyonist Blok dağıldıktan (1991/1992) sonra da Türkiye'nin ulusal güvenliği, NATO'nun uluslararası güvenlik konseptinin bir sorunu olarak kalmıştır. Suriye savaşıyla birlikte Türk burjuvazisinin NATO hakkında düşüncelerinde belli değişimler oluşmaya başlamıştır: Ortadoğu'da özellikle Suriye'den kaynaklı kendine yönelik saldırılar söz konusu olduğunda NATO'nun soruna gönülsüz müdahil olma tavrı veya Türk burjuvazisinin algılamasına göre müttefik ülkelerin Türkiye'den ziyade terör örgütleriyle ilişki içinde olmaları, Türk burjuvazisinde ulusal güvenliğin müttefiklere bırakılamayacak kadar önemli olduğu düşüncesinin gelişmesine neden olmuştur. 15 Temmuz darbe girişiminde Batılı müttefik ülkelerin tavrı da güvensizliğin tuzu biberi olmuştur. Özellikle bu darbe girişiminden sonra başta ABD olmak üzere Batılı müttefik ülkelerin terörizm konusundaki tavırları; Türkiye'yi, Suriye ve Irak'dan uzak tutmaya çalışmaları ve Türk burjuvazisinin algılamasına göre çarpık ilişkiler (Rojava'da PYD-ABD ilişkisi) sonuçta yeni güvenlik konseptinin oluşturulmasına yol açmıştır. Bu konsepte müttefiklere güvenme yerini, kendi gücüne güven alıyor.

15 Temmuz başarısız darbe girişiminde başta ABD olmak üzere Batılı müttefiklerinin suçüstü yakalanma durumu, darbe sonrasında iktidar ile müttefikleri arasındaki ilişkilerin gerilmesi, Türk burjuvazisine travma yaşatmıştır. Bu travma, darbede “Gülen Hareketi”nin oynadığı rolden daha da ağır ve önemli olmuştur. Varlığımıza kast ediliyor ve kast edenler de müttefiklerimizdirden hareketle Türk burjuvazisi, bu coğrafyada var olmak için kendi gücüne dayanan ulusal güvenlik politikası geliştirilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.

Gelişmesinin ve müttefiklik ilişkilerindeki gelişmenin bu aşamasından sonra Türk burjuvazisinin Batıyla sorunsuz denebilecek güvenlik ilişkilerine geri dönmesi beklenmemelidir.

Yeni ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme konseptidir

Bu coğrafyada var olmak için ya kuşatılırsın veya da kuşatırsın. Bu iki durumun dışında üçüncü bir durum istisnai olarak mümkün olabilir (4).

NATO üyeliğiyle birlikte Türkiye, Amerikan emperyalizmi önderliğinde kapitalist dünyanın çıkarlarını savunmak için sosyalist, sonra da revizyonist dünyayı kuşatanlar arasında yer almıştır. Suriye savaşından bu yana ise hem müttefikleri hem de Rusya tarafından kuşatılmış durumdadır. Türk burjuvazisi bu kuşatmayı kırmak için yeni ulusal güvenlik konsepti oluşturmaktadır. Bu konsept, Türkiye'nin bu kuşatılmışlıktan kurtulmak, hapsedildiği çemberi kırmak için geliştirdiği veya ana hatlarıyla açıkladığı jeopolitik anlayışını da dile getirmektedir (5).

-Kuşatmayı yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden (müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.

-Bu coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşatılmışlığı, kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır (6).
Türk burjuvazisi, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden üç kıtada varız diyor!. Ama burada önemli olan Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin her bir köşesinde askeri varlık göstermesidir.
Bütün bunlar kuşatılmışlığı kırmanın, kuşatmaya geçmenin, diğer bir ifadeyle; ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır ötesinde alınacak tedbirlerle önleme, imha etme, sınır ötesi savunma kalkanı kurma aşamasına geçmenin açık ifadesidir.
S-400’ler bunun için gereklidir.

Proaktif” dış politika ve saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti
Açık ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifiyle yapacaktır.
Böyle bir ulusal güvenlik konseptini uygulamak için Türkiye'nin askeri yetenekleri var mı? Anlatıma göre Türkiye Milli Askeri Stratejisi'nde (TÜMAS) şekillenen askeri strateji, önleyici özellik taşıyor; savunmacı ama içinde saldırı da var. S-400’ler böyle bir güvenlik konseptini hava savunması açısından tamamlayan bir silah sistemidir.
Türk burjuvazisine göre bu nedenle böyle bir savunma silah sistemine ihtiyaç vardır.

Sonuç itibariyle:
Bütün bu olaylar gözümüzün önünde cereyan ediyor. Müdahil olmak için durumdan vazife çıkartan ülkeler de dahil soruna müdahil olan ülkeler niyetlerini oldukça açık bir biçimde dile getiriyorlar. Ama “sol” denen cenahta bir düşünce kıpırdanması dahi yok; bilinen, ezberlenmiş anlayışlar sıralanıyor. Nedir bu anlayışlar? Hepsini topladığınızda karşımıza Türkiye’nin emperyalizme bağımlı olduğu ve bunun dışına çıkamayacağı anlayışı çıkmaktadır. Bu coğrafyada devrimci hareketlerin nesnel gerçekliği ne kadar geriden takip ettiklerini başlı başına bir eğitim konusudur. En basiti, Türkiye’de kapitalizmin hakimiyetini kabul etmemek için “yarı-feodal üretim biçimi” üretebiliyoruz. Emperyalizme bağımlılığı, olmadık sömürge tanımlamalarıyla açıklamaya çalışıyoruz. Bu ve benzeri anlayışların temelinde asla “kötü niyet” yoktur. Ama artık bağnazlık derecesine varmış bir anlayış vardır; emperyalizme bağımlıysan hep bağımlı kalacaksın! Bu bağımlılığı uzatmak için ağırdan alanlar hala “yarı-feodal üretim biçimi” teorisi üretmekle uğraşırlarken, sömürgeciliğin biçimleri üzerinde teori geliştirenler de yok değil. Tamam, Türkiye emperyalizme bağımlıdır, yeni/yarı/mali sömürgedir. Ama bu gerçeklik, Türkiye'nin S-400 aldığı ve bunu Amerikan emperyalizminin, NATO’nun bütün tehditlerine rağmen aldığı gerçekliğini ortadan kaldırmıyor. Evet, Türkiye emperyalizme bağımlıdır, yeni/yarı/mali sömürgedir. Peki, böyle bir sömürge, emperyalizme göbekten bağımlı bir ülke, yani Türkiye nasıl olur da efendisine (bu durumda ABD’ye) karşı gelerek, onun istemediğini yapabilir? Karşı gelmek yetmiyormuş gibi, onun rakibinden oldukça önemli bir hava savunma silahı (yani S-400) alabilir?
Bunun nasıl mümkün olabileceğini bilmiyorum!
Ancak, şunu biliyorum: Düşmanı küçültmesini, onun bunun elinde maskara yapmasını pek seviyoruz. Hele hele bir de attığı adımları, örneğin S-400 alımını, değişmeyen, doktriner, dogma ideoloji dünyamızda yorumlayabilecek derecede küçültünce “analiz”lerimiz ayrı bir “değer” kazanıyor! Herhalde gücümüz buna yetiyor.

Peki, o sınıf düşmanı ne yapıyor? S-400 alımının neden gerekli olduğunu Türkiye’nin ulusal güvenlik konseptiyle, jeopolitik konumu ve amaçlarıyla açıklıyor. Bu gerçeklik Türkiye devrimci hareketinin pek umurunda değil. Nasıl olsun ki!? Biz hala yarı-feodal üretim tarzı teorisi üretmekle, Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığını, yeni/yarı/mali sömürge olduğunu vurgulamakla meşgulüz.
Sanıyoruz ki, böylece ulaştığımız binleri, yüz binleri, milyonları aydınlatmış oluyoruz.

Anlamakta zorluk çekiyorum, çünkü güçler dengesinde bir orantısızlık var: Tamam, bir köle efendisine karşı gelebilir, her şeyi göze alarak karşı gelebilir. Emperyalizme bağımlı, yeni/yarı/mali sömürge Türkiye efendisi Amerikan emperyalizmine karşı geliyor, karşı gelmekle kalmıyor bir de küstahlaşıyor ve efendisinin baş düşmanından, ABD’yi Türkiye ve bölgeden dışlayan bir hava savunma sistemi alıyor. Burada, ABD-Türkiye arasındaki güç dengesinde bir gariplik var. Ya emperyalizm, somutta da Amerikan emperyalizmi, Mao’nun dediği gibi gerçekten “kağıttan kaplan” durumuna düşmüş veya da Türkiye, Amerikan emperyalizmine diş geçirecek kadar güçlü de biz bilmiyoruz!

AB’nin de müdahil olduğu ABD-Türkiye-Rusya arasındaki S-400 eksenli ilişkiler herhangi bir ticari ilişki, rekabet değildir. S-400 jeopolitik bir oyundur. Bu oyunun her üç oyuncusu bu oyunu Türkiye’nin dünya ve bölge hegemonyası bağlamında stratejik, jeopolitik konumundan dolayı oynamaktadır. Bu oyunda kaybeden ya ABD veya da Rusya olacaktır. Hangisi kaybederse etsin, Türkiye kazananın yanında olacaktır. Ama buna karşın kaybeden, Türkiye’nin zorlu bir düşmanı olacaktır. Trump şimdi Türkiye’yi yeniden kazanmaya oynuyor. Rusya, Türkiye ile ilişkilerini sadece S-400’le sınırlamayacağını açıklıyor. Bakalım ne olacak.

Ancak, Rusya'nın kazanması durumunda, ki gelişmeler bunu gösteriyor, Suriye eksenli Ortadoğu ve Doğu Akdeniz politikaları göz önünde tutulursa, ya ABD, Türkiye’ye taviz verecektir veya da İncirlik ve başka stratejik konumlar Türkiye tarafından masaya yatırılacaktır. Yani S-400, sadece satın alınmış bir silah sistemi olarak kalmayacaktır. Öyle ki, Türkiye-Rusya ilişkileri kapsamlaştıkça ve derinleştikçe Türkiye, NATO üyeliği üzerinden Batı dünyasını çıkmaza sokabilir. Bu da Rusya ve Çin için oldukça önemli bir gelişme olur.

S-400 sadece bir hava savunma sistemi değildir. Zaten bu modern silah sisteminin Türkiye gibi bir NATO üyesine verilmesi oyunun ne denli ciddi olduğunu da göstermektedir. Aşık ki, S-400’le başlayan Türkiye-Rusya ilişkisi uzun soluklu bir askeri-sanayi kompleksinin geliştirileceğine işaret etmektedir.

Bu sistemi alan Türkiye’nin, Ege ve Doğu Akdeniz’de söz sahibi olduğunu göz ardı edebilecek ülke pek kalmaz. Hele hele, Rusya’nın Doğu Akdeniz’de ortak çalışma önerisi de göz önünde tutulursa bu silahın önemi daha da anlaşılır olur.
S-400 ve açıklamalara göre planlanan S-500’lerin üretiminde (7) ortak çalışma, Türkiye’nin balistik füze teknolojisini daha kısa zamanda elde etmesinin yolunu açacaktır. Bunu sanırım ABD bile görüyordur!

Görüyoruz ki, S-400, sadece bir S-400 değildir. Bir hava savunma sisteminden başka bir hava savunma sistemine geçiştir; ABD/NATO hava savunma sisteminden Rusya hava savunma sistemine geçiştir. Bu nedenle S-400 sadece bir silah tercihi olamaz; Türk burjuvazisi bunu sadece bir silah sistemi tercihi olarak görecek kadar siyasi kör olamaz. Bu silah sistemi kaçınılmaz olarak siyasi tercihi beraberinde getirecektir; en azından bu kapasiteye sahiptir.

Türk burjuvazisinin son birkaç yıldan bu yana Batılı müttefikleriyle ilişkisi, Dünya çapında güçler dengesinde nerede duracağını göstermişe benzemektedir. Gerçekten de son dönemde tehdit, ne Rusya’dan ne de Çin’den gelmektedir. Tehdit Türkiye’nin politik, ekonomik, askeri müttefiki olan ülkelerden, başta da ABD, AB’nin bazı emperyalist ülkelerinden ve NATO’dan gelmektedir.

S-400’lerin aktifleştirilmesi durumunda Anadolu coğrafyası birbirini dışlayan, düşman olarak algılayan iki askeri sistemin aynı alanda var olması anlamına gelecektir. Bu, ancak geçici bir durum olabilir; biri diğerini Anadolu’dan dışlayacaktır. İşte bu, Türk burjuvazisinin tercihi olacaktır. Böylece nerede duracağını da açıklamış olacaktır. ABD yetkilileri, bu silah sistemi alımını boşuna, Türkiye’nin belirleyici bir “stratejik karar”ı olarak değerlendirmiyorlar.

Türk burjuvazisinin algılamasına göre kuşatılmışlık Güney’de (Rojava), Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Ege’de fiili bir hal almış durumdadır. Bu silah, hava savunma sistemi bu kuşatılmışlığı kırabilecek, kendi lehine bölgesel bir denge kurabilecek kapasiteye sahiptir.

Bu silah sistemiyle Türk burjuvazisi çevre coğrafyada; Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya üçgeninde; ama ağırlıkta bu üçgenin Ortadoğu-Doğu Akdeniz-Ege alanında emperyalist denklem dışı kalmayacağına inanıyor.

Emperyalizme bağımlı, yeni/yarı/mali sömürge de olsa emperyalistleşen Türkiye, bu silah sistemini kullanmak için çok geniş bir alana sahiptir, kullanması/aktifleştirmesi için çok neden vardır. Bu silah sistemini aktifleştirmesi için Rusya elinden geleni yapacaktır. Amerikan emperyalizminin baskı ve tehditlerinde boyun eğerek aktifleştirmemesi durumunda hem Rusya hem de ABD karşısında yenilgiyi kabul edecek, uluslararası ilişkilerden maskara olacaktır, bölgesel güç olma savında dahi iddiasızlaşacaktır, eskisi gibi hava savunma silahından yoksun kalacaktır.

*

Dipnotlar/açıklamalar:
1) Bu makalede ele alınan konular için bkz.: İ. Okçuoğlu
-EMPERYALİST KÜRESELLEŞME VE DEĞİŞEN GÜÇLER DENGESİ, Töz yayınları, Ocak 2019.
- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I), 2 Eylül 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II),13 Ekim 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; MUSUL “SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12 Kasım 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV), 30 Aralık 2016.
- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son makale), 14 Mart 2017.

2) 9. Avrasya İslam Şûrası açılışında yaptığı konuşmadan (11.10.2016):“Bizim Türkiye olarak hem ülkemize yönelik terör tehdidinin kaynaklarını barındırması, hem de bin yıllık komşuluk ve kardeşlik hukukumuz gereği meseleye müdahil olmamızı istemeyenler diğer ülkelere ses çıkarmıyor. Hâlbuki eğer Irak ve Suriye’nin başı dertteyse, sorunun çözümü için her türlü çabayı göstermek, tedbiri almak en çok Türkiye’nin sorumluluğudur. Bu her şeyden önce kardeşliğin, komşuluğun bir gereğidir. Bunun için de bir yerlerden izin almaya ihtiyacımız yoktur, almayı da düşünmüyoruz, bunun da böyle bilinmesini özellikle ifade ediyorum. Bazı ülkeler binlerce kilometre uzaktan gelip Afganistan’da ve daha pek çok yerde kendine tehdit oluşturduğu iddiasıyla operasyon yapacak, Türkiye yanı başında 911 kilometre Suriye sınırı, 350 kilometre Irak sınırı, buradaki tehlikeye müdahale edemeyecek; biz bu çarpıklığı asla kabul etmiyoruz”.

Diktatör Erdoğan, “18. Muhtarlar Toplantısı”nda konuşuyor (19.10.2016):“Şimdi bugün şöyle bir geriye dönüp baktığımızda manzara nedir? Osmanlı öylesine büyük, öylesine köklü bir devletti ki, bu devin yıkılışı milletimiz üzerinde maddi ve manevi olarak derin yaralara yol açmıştır. 1914 yılında…2,5 milyon kilometrekare olan topraklarımızın büyüklüğü 9 yıl sonra Lozan’ı imzaladığımızda, daha sonra topraklarımıza katılan Hatay’la birlikte 780 bin kilometrekareye düşmüştü. Bakın 2,5 milyondan 780 bin kilometrekareye, süre ne kadar dar.

Kurtuluş Savaşımıza girerken hedefimiz, Misakı Milli sınırlarımıza sahip çıkmaktı. Maalesef hem batı, hem de güney sınırlarımızda Misakı Milli hedeflerimizi koruyamadık. Dönemin şartları itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar olabilir, bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür. Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır. Biz 780 bin kilometrekareye nelerden geldik biliyor musunuz? Şöyle bir geçmişe iyice bakarsak, 20 milyon kilometrekarelerden geldik.

2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır. Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken, biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz, çünkü biz Kurtuluş Savaşımızı ‘hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır’ stratejisiyle kazanmış bir milletiz. İstiklalimizi bu anlayışla kazandığımız halde, bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir.

Nitekim şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan, bıçak kemiğe dayanmadan, gırtladığımıza kadar bataklığa gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için, dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik. Siyasette büyük bedeller ödedik; darbelerle, muhtıralarla, vesayet yönetimleriyle çok zaman kaybettik. Ekonomide büyük bedeller ödedik; aynı kulvarda yarışa başladığımız ülkelerin fersah fersah maalesef gerisinde kaldık...

...Türkiye artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı kurutmanın yollarını bulacağız...
Türkiye’nin Musul operasyonuna girmesini engellemeye çalışanlar, Suriye’deki oyunlarını bozmamızdan rahatsız olanlardır. İstiyorlar ki Türkiye yerinde otursun, olup bitenleri seyretsin, sonra da payına düşen bedel neyse onu ödesin...Asıl mesele, bölgenin yeniden yapılandırılması meselesidir.

Bursa Toplu Açılış Töreni”nde yaptığı konuşmadan (22.11.2016): “Uzun zamandır yaşadığımız kesintisiz savaşların, kayıpların etkisiyle biraz nefes alabilmek, kendimizi toparlayabilmek için o dönemde buna tamam denmiş olabilir. Asıl yanlış; dönemin tartışmalı şartları içinde yapılan bu fedakârlığa teslim olup devlet ve toplum hayatını buna göre inşa etmeye kalkışmaktır; işte biz bunu kabul etmiyoruz, böyle bir şey yok. Artık bu yanlış tarih ve medeniyet algısından vazgeçilmesi gerektiğini söylüyoruz”

3)Misak-ı Milli anlayışına M. Kemal sosunu bulaştırarak, kendine Kemalist diyen çevreleri de bu açılıma katmak isteyen diktatör Erdoğan, Misak-ı Milli sınırları içinde ve dışında sahip çıkılması gereken bir tarihin; kast ettiği coğrafyada “bu milletin geçmişi”nin olduğunu ifade ediyor. Kurtuluş savaşının hedefinin Misak-ı Milli sınırlarına sahip çıkmak olmasına rağmen, bu hedefe ulaşılamadığını açıklıyor. Bahsettiği bu coğrafya, şimdiki sınırları çevreleyen İran hariç yakın alandır; 2,5 milyon kilometrekare ile bu alanı kast ediyor ve 780 bin kilometrekareye çekilmişliği kabullenmenin hata olduğunu açıklıyor: “Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır”.

4)Türkiye bu istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama özellikle 1923-II. Dünya Savaşı başlangıcı arasında yaşamıştır. Her iki dünya savaşı arasında Türkiye-Sovyetler Birliği arasındaki dostluk ilişkileri gelişmiş, Türkiye ve Batılı emperyalist ülkeler arasında ilişki mesafeli kalmıştı (Bu ilişki öncelikle Almanya-Türkiye arasında giderek Almanya lehine bozulmaya başlamıştı). II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin Batı dünyasına kapağı atma, bu istisnai durumu ortadan kaldıran adım olmuştur.

5)Bu jeopolitik anlayışın temel özelliklerini herhangi bir sistematiğe tabi tutmadan şöyle özetleyebiliriz:
Kuşatılmak istemiyorsan, kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır dışında karşılamak ve imha etmek zorundasın. Esas hedef, “sinekler” değil, bataklıktır; yani tehdidin kaynağı esas hedeftir. Bu durumda Suriye ve Irak üzerinden Türkiye'yi tehdit edenler hedef alınacaktır. Suriye ve Irak üzerinden tehdidi Türk burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük Hareketiyle sınırlamamaktadır; onun algılamasına göre Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler bunu “terör” örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri belli devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi, devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri, Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu terör örgütleri nerede konuşlanmışlarsa (bataklık) orada imha edilmelidir.

6) Bu nedenle Akdeniz'den başlayarak Irak sınırına kadar, yani Rojava'da kesintisiz bir tampon bölge oluşturulmalıdır. Ancak böyle bir tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi boğulursa Suriye ve Irak toprakları Türkiye için saldırı üssü olmaktan çıkartılmış olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi Halep-Musul hattını kendi güvenliği için savunma hattı olarak görmektedir. Halep-Musul hattı aynı zamanda Misak-ı Milli'nin güney sınırlarıdır. Bunu daha açık bir biçimde Erdoğan, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele bağlamında Suriye ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu mücadeleyi yine sürdüreceğiz” diyerek Misak-ı Milli'nin tam sınırını çizmektedir.

7)Rusya Savunma Bakanı Şoygu, 28 Mayıs’ta şu açıklamayı yaptı:
Türkiye ile S-500’leri de ortak üreteceğiz. Türkiye, kendi ilan ettiği milli ekonomik bölgelerini Doğu Akdeniz’de Amerikan tehdidine karşı koruma ve savunma kudretindedir. Amerika geç kaldığını yeni fark etti.”