S-400
VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN ULUSAL GÜVENLİK KONSEPTİ
TÜRK
BURJUVAZİSİNİN ULUSAL GÜVENLİK KONSEPTİNDE S-400’ÜN
YERİ
“Alır
mı, almaz mı?”, “gelir mi, gelmez mi?”, “alırsa ne olur,
almazsa ne olur?” Alırsa ABD’nin gazabı, almazsa Rusya’nın
gazabı! Alındı, geldi, ama şimdilik ortalık karışmadı.
Amerikan emperyalizmi Rusya’dan bu silahların alınmaması için
tehdit ağırlıklı olarak elinden geleni yaptı. Silahlar, şov
türünden bir nakliyatla getirilince ABD cephesindeki esip gürleme
yerini, almasına aldınız ama "Daha fazla yaptırım
gelebilir. Açıkçası S-400'lerin operasyonel hale getirilmemesini
istiyoruz, amacımız bu"
(ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo) tehdidine bıraktı.
Tehditlerin yanı sıra
Türkiye’ye ne kadar önem verdiklerini, stratejik ortak
olduklarını daha sık açıklamaya başladılar. Amerikan
emperyalizmi için ABD-Türkiye ilişkileri “çok
katmanlı ve F 35 ortaklığının ötesine uzanıyor” (Pentagon),
Nato için “Türkiye,... S-400’lerden çok daha fazladır”
(NATO Genel Sekreteri).
K.
Kılıçdaroğlu’nun “bu coğrafyada hava savunma sistemindeki
açıklar kabul edilemez. Sistemin güçlendirilmesi, bu kapsamda
S-400'lerin alınması gereklidir.” açıklamasıyla S-400 alımı
bir biçimde devlet politikası mertebesine çıkartıldı.
ABD’nin
neden Türkiye’ye hava savunma sistemi (Patriot füzeleri)
satmadığı, Çin’den bu tür füzelerin alımının engellendiği
ve nihayetinde Rusya’dan temin edildiği konusunda her çevre
kendine göre değerlendirmeler yapmıştır ve bu gidişle daha da
yapılacaktır.
Bu
konuda bu denli farklı değerlendirmelerin olması, soruna bakış
perspektifiyle ilgilidir; hangi açıdan bakıyorsan değerlendirme
de o açıya uymak zorundadır. Bu durumda önemli olan, soruna
bakış perspektifini doğrulamak olduğu için değerlendirme yanlış
da olsa, ipe sapa gelmez de olsa sineye çekiliyor.
Diktatör
Erdoğan’ın ABD’ye, AB’ye; Batı’ya karşı birkaç
gürlemesinden ‘o, anti-emperyalist’ olamaz sonucu
çıkartılıyorsa, bu, emperyalizm ve anti-emperyalizm anlayışının
ne denli çürük olduğunu gösterir. Emperyalizme bağımlılığı,
‘bir kere bağımlı hep bağımlı’ bakış perspektifiyle ele
alırsan, soruna emperyalizmin her şeye muktedir olduğu anlayışıyla
bakıyorsun demektir. Emperyalistler arası çelişkilerden
yararlanmayı ‘ben yararlanırsam doğrudur, sınıf düşmanı
yararlanırsa yanlıştır’ perspektifiyle ele alırsan,
katedeceğin yol, şimdiye kadar katettiğin yol kadar olur, yani
yerinde sayarsın.
Hiç
de az olmayan bu ve benzeri, aymazlık derecesine varan “derin
analizler”, bazı çevreleri kıpırdayamaz hale getirmiştir.
Koskoca dünyada küçücük Türkiye’nin hal ve gidişini bir yere
koyamıyoruz. Gelişmeler, kafamızda oluşturduğumuz Türkiye’nin
çapını aşıyor. Olay (S-400) oldukça büyük, dünya çapında;
bütün emperyalist ülkeleri ve rekabet merkezlerini doğrudan
ilgilendiriyor. Olay büyük, ama kafamızda canlandırdığımız
Türkiye oldukça küçük. Olayı küçültemiyoruz; herhangi bir
mal ithalatına indirgeyemiyoruz. Ama aynı zamanda Türkiye’yi de
büyütemiyoruz; aslından mevcut durumu ne ise öyle göremiyoruz.
Bu nedenle olsa gerek, bir makalede on kere (belki de 5-10 kere)
emperyalizme bağımlı, sömürge, uşak demekle sorunu çözdüğümüzü
sanıyoruz.
Oysa
sorun hiç de karmaşık değil, bence oldukça sade: Uluslararası
ilişkilerde müttefikleşme eğiliminin belirleyici olmadığı, çok
rekabet merkezli bir süreçten geçilmektedir. Eski dönemin (Sovyet
sosyal emperyalizminin dağıldığı sürece kadar) uluslararası
ittifaklaşmasından geriye fazla bir şey kalmamıştır. Örneğin
varlığını sürdürebilmek için NATO, düşman aramaya çıkmıştır
vs.
Doğru
analiz yapamamanın sonuçları:
1952-2000
döneminde Türkiye'nin
ulusal güvenliği,
NATO'nun temel ilkelerine
göre şekillenmiş ve dünya
jeopolitikasındaki konumu da Amerikan emperyalizminin çıkarlarına
entegre edilmişti.
2000
sonrasında durumun değişmeye başladığını; 2002-2010 arasında
ABD ve AB ile AKP hükümeti arasındaki uyumlu işbirliğinde
çatlakların oluşmaya başladığını görüyoruz. ABD ve AB,
alışık oldukları, hemen her konuda “evet” diyen Türk
burjuvazisi yerine kendi sermayesinin çıkarından bahseden bir
burjuvaziyle uğraşmak zorunda kaldılar. İlişkilerdeki gerilme
kaçınılmaz olarak başta ulusal güvenlik olmak üzere ilişkilerin
tamamına yansımaya başlamıştı. Bunun sonucu, AKP hükümetinin,
ulusal güvenlik alanında kendi gücüne dayanma politikasını
geliştirilmesi olmuştur. AKP hükümeti eksenli faşist rejimle
başta ABD olmak üzere Batılı güçler arasında ilişkiler,
özellikle ulusal güvenlik politikaları temelinde gerilmiştir;
öyle ki, 15 Temmuz askeri darbe girişiminden sonra Türkiye-ABD/AB
arasındaki ilişkiler, keskinleşen çelişkilere dönüşmüştür.
Var
oluşunun belli bir aşamasından itibaren bölgesel ve küresel
siyasi ve ekonomik gelişmelerde kendine rol biçen ülkelerin,
kendilerine biçtikleri bu rol nedeniyle, ülkenin coğrafi konumunu
da hesaba katarak oluşturdukları veya oluşturmaya çalıştıkları
ulusal güvenlik politikalarına Türkiye tipik bir örnek
oluşturur. Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasını bu
çerçevede; ekonomik gücünü coğrafi konumu ile bağlam içinde
ele almak gerekir.
NATO
şemsiyesi altında Türkiye'de ulusal güvenlik politikası hem dar
kapsamlıydı hem de nispeten tek yanlıydı. İki kutuplu dünya
koşullarında, kutuplardan birisine dahil olmak ulusal güvenliğin
de dahil olunan kutup tarafından belirlenmesine ve bunun da ulusal
olmaktan ziyade uluslararası anlam taşımasına neden olmaktaydı.
NATO ve Varşova Paktı, kapitalist ve revizyonist sistemlerin
uluslararası güvenlik araçlarıydı. Bu paktlara üye olan
ülkelerin ulusal güvenliğinden de bu paktlar sorumluydu.
Dolayısıyla bu paktlara üye olan ülkelerin kendilerine özgü
ulusal güvenlik politikaları geliştirmelerinin bir anlamı yoktu.
Emperyalizme
bağımlılık koşullarında bağımsız ulusal güvenlik
politikasının yerini uluslararası bağımlı “ulusal”
güvenlik politikası almıştır. Uluslararası güvenlik
politikasını belirleyen de, uluslararası alanda hegemonya yeteneği
olan güç veya güçlerdir. Örnek olarak belirtirsek: II. Dünya
Savaşından sonra kapitalist dünyanın hakim gücü olan Amerikan
emperyalizmi, NATO kurulana kadar tek başına ve kurulduktan sonra
da NATO çerçevesinde, ama belirleyici güç olarak, sosyalist
dünyaya -SBKP 20. Kongresinden sonra da revizyonist dünyaya- karşı
kapitalist dünyanın güvenliğini kendi çıkarlarına göre
şekillendirerek sağlamayı hedeflemiştir.
Bu
nedenle Amerikan emperyalizmi, dünya çapında rekabetini sürdürmek
için NATO'yu, kapitalist dünyanın başkaca uluslararası
örgütlerini ve ülkelerini sürekli kullanmıştır. Türkiye de
bu amaçla kullanılan ülkelerden birisidir.
Coğrafyanın
bir ülkenin kaderinde, güvenliğinde ne kadar önemli, evet
belirleyici olduğunu Türkiye gerçeğinde görüyoruz. Burada
belirleyicilik, jeopolitik çıkarlarla doğrudan ilişkilidir;
bölgemizde ve dünya çapında emperyalist çıkarlar, hegemonya
rekabeti içinde olan güçler, bu coğrafyayı sürekli baskı
altında tutmaya, kendi çıkarları için kullanmaya çalışmışlar
ve çalışmaktalar. Bu nedenle bu coğrafyada ya güçlü olursun ve
böylece kolay kolay dokunulamaz olursun veya da güçsüzlüğün,
bağımlılığın sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsın.
Güvenlik
tanımlamasında coğrafi konum, Türkiye için bir gelecek sorunu
derecesinde önemlidir. Bu konum Türkiye'ye uluslararası
ilişkilerde pek eşi görülmeyen bir pozisyon sağlamaktadır;
büyük fırsatlar verdiği
gibi, büyük belalara da kaynaklık yapmaktadır. Bu konum, bu
coğrafyada sürekli tetikte olmayı beraberinde getirmektedir. Bu
coğrafi konum kapitalist Türkiye için olduğu kadar, kapitalizm
tarafından çevrelenmiş olası
sosyalist Türkiye için de geçerlidir.
Bu
koşullar göz önünde tutulursa aşağıdaki sorulara cevap vermek
kolaylaşır(1).
1-ABD
hava savunma sistemini (Patriot) neden satmadı?
2-Rusya
hava savunma sistemini (S-400) neden sattı?
3-Bu
alış-verişin Türkiye açısından önemi veya
da S-400’lerin Türk
burjuvazisinin
yeni
ulusal
güvenlik
konseptindeki
yeri nedir?
Türkiye,
NATO’ya üye olduktan bu yana sürekli olarak emperyalizme bağımlı
kalmıştır, Amerikan emperyalizminin en sadık uşağı olmuştur,
bu konumunda bir değişme olmamıştır, ama yine de S-400’leri
almıştır değerlendirmesi yapılıyorsa, bu, insanı böyle
düşünmeye götüren perspektifin ne denli zavallı olduğunu
gösterir.
Doğrudur,
Türkiye, esasen II. Dünya Savaşı sonrasından itibaren
emperyalizmle ilişkilerini politik, ekonomik, askeri alanlarda
yoğunlaştırmıştır; emperyalizme bağımlı, tam bir yeni
sömürge olmuştur. Bu, doğrudur. Bu süre içinde Türkiye’nin
savunması (kara, deniz, hava) NATO’ya havale edilmiştir. Bu da
doğrudur.
Ancak,
özellikle bu yüzyılın başından itibaren Türk tekelci
sermayesi, dışarıya açılım çabalarını yoğunlaştırmıştır.
Bu da ifadesini burjuvazinin çevresine bakışında bulmuştur. Bu
dönemde Türkiye’nin ABD/AB ile ilişkilerinin gerilmesi,
bazılarında çelişkiye dönüşmesi, kendi çıkarları
doğrultusunda hareket etmeye başlaması, ulusal güvenlikten
bahseder olması hiç tesadüfi değildir.
1-ABD
hava savunma sistemini (Patriot) neden satmadı?
“Türkiye’nin
ABD’den teknoloji transferiyle birlikte Patriot füzesi alma talebi
ABD Kongresi’ne takıldı”; “ABD’nin Türkiye’ye
Patriotları satmaktan imtina etmesi batı değerler sisteminden
derece derece çıkışımıza bir tepki olarak gündeme gelmiştir”;
“Batı askeri ittifakının gereklerini yerine getiren yani batı
değerler sisteminden kopmayan bir Türkiye’ye ABD’nin, Pentagon,
Beyaz Saray, Kongre, Patriot satmamasının bir mantığı yoktur ve
bu satmama keyfiyeti zaten gündeme gelmez”.
Bu
ve benzeri değerlendirmeler “sol” ve burjuva basından bolca
yapılmıştır. Teknoloji transferi kabul edilmediği için,
Kongre’ye takıldı, Batı değerlerinden uzaklaştığı için
Patriotlar verilmedi, Aksi taktide neden vermesin!
Amerikan
emperyalizmi, Türkiye’ye hava savunma sistemi Patriotları
vermediyse bunun temel nedeni, Türkiye hava sahasını eskisi gibi
kontrol etmek istemesindendir. Türkiye’nin kendi hava sahasını
bizzat kontrol etmesi, bağımsız hava savunma sistemi (teknoloji)
geliştirmek için bir adım daha ilerlemesi demektir. Amerikan
emperyalizminin dünya hegemonyası rekabetinde çok önemli coğrafi
bir konuma sahip olan Türkiye’yi alışık olduğu bağımlılık
ilişkisi çerçevesinde tutması için, böyle bir imkanın
Türkiye’nin elinde olmaması gerekirdi. ABD, ekonomik, siyasi vb.
baskı ve ambargo uygulaması ve tehdidiyle buna oynadı ve kaybetti.
2-Rusya
hava savunma sistemini (S-400) neden sattı?
Rusya’nın
Türkiye'den istediği “çok fazla” bir şey yok; NATO'dan
çıkmasını, Batı ile bağlarını kopartmasını istemiyor.
Sadece, ABD'den ne kadar uzak durursan o kadar iyi olur diyor. Tabii
ki, bu uzaklık görecedir; şimdi Türkiye, Rusya’ya S-400’leri
alacak kadar yakın dururken, NATO’ya, hava sahasının kontrolünü
sağlayacak teknolojiye sahip olduğu kadar uzak duruyor.
Rusya'nın,
bir NATO ülkesi olan Türkiye'ye S-400 satacak kadar yakın olması
ve askeri alanda işbirliğinin derinleştirileceği sinyalinin
verilmesi, başta ABD olmak üzere Batı dünyası açısından
hazmedilebilir bir durum değildir. Ne de olsa Türkiye, askeri gücü
ve coğrafi konumu bakımından herhangi bir NATO ülkesi değildir.
NATO üyesi Türkiye'nin örneğin Ortadoğu'da, somutta da bugün
için Suriye'de NATO ile değil de Rusya ile ortak hareket ediyor
(Astana süreci) olması, sanırım Batı açısından durumun
vahametini yeteri kadar açıklamaktadır.
Rusya,
Türkiye'nin Suriye ve daha geniş anlamda Ortadoğu politikasını
ona karşı olarak değil de onu yanına çekerek kontrol edilebilir
yapmaya çalışmaktadır. Gelişmeler, benzer bir politikanın Doğu
Akdeniz’deki “it dalaşı”nda da yaşanabileceğine işaret
ediyor.
Gelişen
Türkiye-Rusya ilişkileri, her iki ülkenin birbirlerine güveninden
ziyade ABD karşıtlığının bir sonucudur. Rusya, Türkiye’nin
ABD karşısındaki tavrından dolayı ABD’nin bölgemizde
etkisizleşeceğini ve onun yerini kendisinin dolduracağını hesap
ederken, Türkiye de Rusya ile gelişen ilişkilerinden dolayı
sadece Batı’ya bağımlı kalmaktan kurtulabileceğini, Batı
karşısında Rusya ile beraber ortaklaştırılmış çıkarlar için
rekabet edebileceğini ummaktadır. Her iki ülke arasındaki
ilişkilerin bu yönde geliştiğini, Suriye sahasında, S-400’ler
bağlamında -yani askeri alanda- görüyoruz ve muhtemelen de Doğu
Akdeniz’de göreceğiz.
Aslında
Türkiye-Rusya ilişkisi, bugünkü gelişmişlik haliyle bile ABD’ye
ve NATO’ya indirilmiş büyük bir darbedir. Bu darbeyi büyük
yapan, Türkiye’nin bulunduğu coğrafyanın dünya hegemonyası
rekabeti açısından önemi ve Türkiye’nin herhangi bir NATO
üyesi olmamasıdır.
3-Bu
alış-verişin Türkiye açısından önemi veya da S-400’lerin
Türk burjuvazisinin
yeni
ulusal
güvenlik
konseptindeki
yeri
Türkiye'nin
yeni ulusal güvenlik konseptinin oluşumunda birçok yeni faktör
belirleyici olmuştur.
Bugün
uygulanan ulusal güvenlik politikası, şimdiye kadarkinden oldukça
farklıdır. NATO üyesi olmasından bu yana Türkiye'nin ulusal
güvenliği, NATO'nun kapitalist dünyayı sosyalist, sonra da
revizyonist dünyaya karşı koruma konseptine; uluslararası
“güvenlik” konseptine entegre edilmişti. Revizyonist Blokun
dağılmasından sonraki süreç içinde Türk burjuvazisinin dış
düşman algılaması değişmiştir.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinde iç düşman algılamasında yeni olan
“Gülen Hareketi” iken dış düşman algılamasında yeni olan
da, Rusya’nın yerini alan Batılı emperyalist güçlerdir.
Sahadaki somut durum, örneğin 15 Temmuz darbe girişimi, Suriye
savaşında ve Musul operasyonunda ABD-Türkiye çelişkileri bunun
böyle olduğunu göstermektedir.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinde yeni olan, Türk burjuvazisinin “Misak-ı
Milli vurgusudur. Böylece Türk burjuvazisi saldırganlık
politikası güdeceğini açıklamış oluyordu.
Fiiliyatta
da görüldüğü gibi yeni ulusal güvenlik konsepti, savunma
eksenli değildir, saldırı eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik
konseptiyle yeni ulusal güvenlik konsepti arasındaki temel değişim,
fark budur.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti, diktatör Erdoğan önderliğinde Türk
burjuvazisinin bir savaş programıdır. Bu değişim görülmeksizin
S-400 alımı anlaşılamaz.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinin içeriği bunun nasıl bir savaş
programı olduğunu açıklıyor: “Önleyici vuruş hakkı”,
“düşmanı bulunduğu yerde, sınır ötesinde imha etme”
kavramları yeni ulusal güvenlik konseptinin belirleyici ögeleri
olmuştur. Bu savaş programının gerçekleştirilmesi için
S-400’ler elzem bir savaş/savunma silahıdır.
15
Temmuz darbe girişiminden sonra savunma içerikli ulusal güvenlik
konseptinin, saldırı içerikli ulusal güvenlik konseptine
dönüştürülmesi için adımlar atılmaya başlanmıştır.
Bu
saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti hakkında R. T.
Erdoğan’ın açıklamaları amacın ne olduğunu göstermektedir
(2).
Açık
ki, Türk burjuvazisi şimdiye kadar NATO'nun uluslararası güvenlik
konseptine entegre edilmiş güvenlik konseptini artık yanlış
buluyor, yeni güvenlik konseptini “tehdidi yerinde yok et” adı
altında doğrudan saldırı eksenli konsept
olarak geliştiriyor. Bu konseptin temel özelliklerini ana başlıklar
olarak sıralayacak olursak:
Lozan
bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir
Gelişmesinin
bu aşamasında Türk burjuvazisi, Lozan Antlaşmasıyla belirlenmiş
olan sınırları tanımadığını ve hedefinin Misak-ı Milli
olduğunu savunuyor ve bunu da Erdoğan vasıtasıyla açıklıyor.
Erdoğan'a
göre Misak-ı Milli'nin o zaman gerçekleştirilememesi, birtakım
zorunluluklardan dolayı kabul edilebilir, ama artık bu zorunluluğun
maddi nedenleri çoktan ortadan kalkmıştır. Erdoğan, Lozan'la
çizilmiş olan sınırları “Bu devletin sınırlarını
gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz” diyerek reddediyor
ve esas amacının saldırganlık ve başka (komşu) ülkeleri işgal
etmek olduğunu açıklıyor (3). Bu, bir savaş programıdır.
“1923
psikolojisiyle hareket edemeyiz”
Eski
ulusal güvenlik konsepti:
“2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” diyen
Erdoğan
şimdiye
kadar geçerli olan ulusal güvenlik konseptinin eskidiğini; Türk
burjuvazisinin çıkarlarına hitap etmediğini
ve yeni bir ulusal güvenlik anlayışına ihtiyaç olduğunu
açıklıyor: “1923’ün
psikolojisi”,”hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o
satıh tüm vatandır” anlayışı
“psikolojisi”dir.
Yani ulusal güvenliğin bütün vatanı savunmaktan geçtiğinin
anlatımıdır. Başka türlü ifade edersek; vatan diye sahiplenilen
topraklara dışarıdan bir saldırı olursa o saldırıyı vatan
topraklarında karşılama anlayışıdır. Bu, doğrudan savunma
eksenli bir ulusal güvenlik anlayışıdır.
“Bizi
Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye
zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır
başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir” diyerek
savunma eksenli ulusal güvenlik konseptinin günümüz koşullarına
cevap vermediğini ve terk
edilmesi
gerektiğini açıklıyor.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti:
Artık
savunma eksenli ulusal güvenlik politikasından saldırı eksenli
ulusal güvenlik politikasına geçerek yeni bir ulusal güvenlik
konsepti oluşturmanın zamanı geldiğini açıklıyor Erdoğan. Bu
konseptin belirleyici özelliği, düşman olarak algılanan güçlerin
sınır ötesinde imha edilmesidir. Bu konsepti şöyle açıklıyor:
“2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar
etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır.
Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken,
biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz...
Nitekim
şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan,
bıçak kemiğe dayanmadan, gırtladığımıza kadar bataklığa
gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için,
dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız
dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik...
Türkiye
artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu
bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını
beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar
sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa
gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz
gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize
saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet
gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine
tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler
mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını
beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin
çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı
kurutmanın yollarını bulacağız”.
Diktatör
Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden
bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye,
hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi
kaynağında, nereden geliyorsa orada vuracak. Türkiye saldırgan
eksenli bu ulusal güvenlik anlayışında yalnız değil; ABD,
İsrail ve dönem dönem Rusya da saldırı eksenli ulusal güvenlik
politikası uygulamaktalar.
Türkiye'nin
ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz
Ulusal
güvenlik konusunda Türkiye'nin NATO üyesi olana kadar (1952)
müttefiklik ilişkisine dayanma diye bir anlayışı olmadı. NATO
üyeliğinden sonra ulusal güvenlik politikası, NATO'nun
uluslararası güvenlik politikasının bir eklemi oldu. Sovyetler
Birliği ve Revizyonist Blok dağıldıktan (1991/1992) sonra da
Türkiye'nin ulusal güvenliği, NATO'nun uluslararası güvenlik
konseptinin bir sorunu olarak kalmıştır. Suriye savaşıyla
birlikte Türk burjuvazisinin NATO hakkında düşüncelerinde belli
değişimler oluşmaya başlamıştır: Ortadoğu'da özellikle
Suriye'den kaynaklı kendine yönelik saldırılar söz konusu
olduğunda NATO'nun soruna gönülsüz müdahil olma tavrı veya Türk
burjuvazisinin algılamasına göre müttefik ülkelerin Türkiye'den
ziyade terör örgütleriyle ilişki içinde olmaları, Türk
burjuvazisinde ulusal güvenliğin müttefiklere bırakılamayacak
kadar önemli olduğu düşüncesinin gelişmesine neden olmuştur.
15 Temmuz darbe girişiminde Batılı müttefik ülkelerin tavrı da
güvensizliğin tuzu biberi olmuştur. Özellikle bu darbe
girişiminden sonra başta ABD olmak üzere Batılı müttefik
ülkelerin terörizm konusundaki tavırları; Türkiye'yi, Suriye ve
Irak'dan uzak tutmaya çalışmaları ve Türk burjuvazisinin
algılamasına göre çarpık ilişkiler (Rojava'da PYD-ABD ilişkisi)
sonuçta yeni güvenlik konseptinin oluşturulmasına yol açmıştır.
Bu konsepte müttefiklere güvenme yerini, kendi gücüne güven
alıyor.
15
Temmuz başarısız darbe girişiminde başta ABD olmak üzere Batılı
müttefiklerinin suçüstü yakalanma durumu, darbe sonrasında
iktidar ile müttefikleri arasındaki ilişkilerin gerilmesi, Türk
burjuvazisine travma yaşatmıştır. Bu travma, darbede “Gülen
Hareketi”nin oynadığı rolden daha da ağır ve önemli olmuştur.
Varlığımıza kast ediliyor ve kast edenler de
müttefiklerimizdirden hareketle Türk burjuvazisi, bu coğrafyada
var olmak için kendi gücüne dayanan ulusal güvenlik politikası
geliştirilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.
Gelişmesinin
ve müttefiklik ilişkilerindeki gelişmenin bu aşamasından sonra
Türk burjuvazisinin Batıyla sorunsuz denebilecek güvenlik
ilişkilerine geri dönmesi beklenmemelidir.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme
konseptidir
Bu
coğrafyada var olmak için ya kuşatılırsın veya da kuşatırsın.
Bu iki durumun dışında üçüncü bir durum istisnai olarak mümkün
olabilir (4).
NATO
üyeliğiyle birlikte Türkiye, Amerikan emperyalizmi önderliğinde
kapitalist dünyanın çıkarlarını savunmak için sosyalist, sonra
da revizyonist dünyayı kuşatanlar arasında yer almıştır.
Suriye
savaşından bu yana ise hem müttefikleri hem de Rusya tarafından
kuşatılmış durumdadır. Türk
burjuvazisi bu kuşatmayı kırmak için yeni ulusal güvenlik
konsepti oluşturmaktadır. Bu konsept, Türkiye'nin bu
kuşatılmışlıktan kurtulmak, hapsedildiği çemberi kırmak için
geliştirdiği veya ana hatlarıyla açıkladığı jeopolitik
anlayışını da dile getirmektedir (5).
-Kuşatmayı
yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden
(müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.
-Bu
coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşatılmışlığı,
kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak
için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır
(6).
Türk
burjuvazisi, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden üç kıtada
varız diyor!. Ama burada önemli olan Balkanlar-Kafkasya/Hazar
Havzası-Ortadoğu üçgeninin her bir köşesinde askeri varlık
göstermesidir.
Bütün
bunlar kuşatılmışlığı kırmanın, kuşatmaya geçmenin, diğer
bir ifadeyle; ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır
ötesinde alınacak tedbirlerle önleme, imha etme, sınır ötesi
savunma kalkanı kurma aşamasına geçmenin açık ifadesidir.
S-400’ler
bunun için gereklidir.
”Proaktif”
dış politika ve saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti
Açık
ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik
açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da
tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi
sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifiyle
yapacaktır.
Böyle
bir ulusal güvenlik konseptini uygulamak için Türkiye'nin askeri
yetenekleri var mı? Anlatıma göre Türkiye Milli Askeri
Stratejisi'nde (TÜMAS) şekillenen askeri strateji, önleyici
özellik taşıyor; savunmacı ama içinde saldırı da var.
S-400’ler böyle bir güvenlik konseptini hava savunması açısından
tamamlayan bir silah sistemidir.
Türk
burjuvazisine göre bu nedenle böyle bir savunma silah sistemine
ihtiyaç vardır.
Sonuç
itibariyle:
Bütün
bu olaylar gözümüzün önünde cereyan ediyor. Müdahil olmak
için durumdan vazife çıkartan ülkeler de dahil soruna müdahil
olan ülkeler niyetlerini oldukça açık bir biçimde dile
getiriyorlar. Ama “sol” denen cenahta bir düşünce kıpırdanması
dahi yok; bilinen, ezberlenmiş anlayışlar sıralanıyor. Nedir bu
anlayışlar? Hepsini topladığınızda karşımıza Türkiye’nin
emperyalizme bağımlı olduğu ve bunun dışına çıkamayacağı
anlayışı çıkmaktadır. Bu coğrafyada devrimci hareketlerin
nesnel gerçekliği ne kadar geriden takip ettiklerini başlı başına
bir eğitim konusudur. En basiti, Türkiye’de kapitalizmin
hakimiyetini kabul etmemek için “yarı-feodal üretim biçimi”
üretebiliyoruz. Emperyalizme bağımlılığı, olmadık sömürge
tanımlamalarıyla açıklamaya çalışıyoruz. Bu ve benzeri
anlayışların temelinde asla “kötü niyet” yoktur. Ama artık
bağnazlık derecesine varmış bir anlayış vardır; emperyalizme
bağımlıysan hep bağımlı kalacaksın! Bu bağımlılığı
uzatmak için ağırdan alanlar hala “yarı-feodal üretim biçimi”
teorisi üretmekle uğraşırlarken, sömürgeciliğin biçimleri
üzerinde teori geliştirenler de yok değil. Tamam, Türkiye
emperyalizme bağımlıdır, yeni/yarı/mali sömürgedir. Ama bu
gerçeklik, Türkiye'nin S-400 aldığı ve bunu Amerikan
emperyalizminin, NATO’nun bütün tehditlerine rağmen aldığı
gerçekliğini ortadan kaldırmıyor. Evet, Türkiye emperyalizme
bağımlıdır, yeni/yarı/mali sömürgedir. Peki, böyle bir
sömürge, emperyalizme göbekten bağımlı bir ülke, yani Türkiye
nasıl olur da efendisine (bu durumda ABD’ye) karşı gelerek, onun
istemediğini yapabilir? Karşı gelmek yetmiyormuş gibi, onun
rakibinden oldukça önemli bir hava savunma silahı (yani S-400)
alabilir?
Bunun
nasıl mümkün olabileceğini bilmiyorum!
Ancak,
şunu biliyorum: Düşmanı küçültmesini, onun bunun elinde
maskara yapmasını pek seviyoruz. Hele hele bir de attığı
adımları, örneğin S-400 alımını, değişmeyen, doktriner,
dogma ideoloji dünyamızda yorumlayabilecek derecede küçültünce
“analiz”lerimiz ayrı bir “değer” kazanıyor! Herhalde
gücümüz buna yetiyor.
Peki,
o sınıf düşmanı ne yapıyor? S-400 alımının neden gerekli
olduğunu Türkiye’nin ulusal güvenlik konseptiyle, jeopolitik
konumu ve amaçlarıyla açıklıyor. Bu gerçeklik Türkiye
devrimci hareketinin pek umurunda değil. Nasıl olsun ki!? Biz hala
yarı-feodal üretim tarzı teorisi üretmekle, Türkiye’nin
emperyalizme bağımlılığını, yeni/yarı/mali sömürge olduğunu
vurgulamakla meşgulüz.
Sanıyoruz
ki, böylece ulaştığımız binleri, yüz
binleri, milyonları
aydınlatmış oluyoruz.
Anlamakta
zorluk çekiyorum, çünkü güçler dengesinde bir orantısızlık
var: Tamam, bir köle efendisine karşı gelebilir, her şeyi göze
alarak karşı gelebilir. Emperyalizme bağımlı, yeni/yarı/mali
sömürge Türkiye efendisi Amerikan emperyalizmine karşı geliyor,
karşı gelmekle kalmıyor bir de küstahlaşıyor ve efendisinin baş
düşmanından, ABD’yi Türkiye ve bölgeden dışlayan bir hava
savunma sistemi alıyor. Burada, ABD-Türkiye arasındaki güç
dengesinde bir gariplik var. Ya emperyalizm, somutta da Amerikan
emperyalizmi, Mao’nun dediği gibi gerçekten “kağıttan kaplan”
durumuna düşmüş veya da Türkiye, Amerikan emperyalizmine diş
geçirecek kadar güçlü de biz bilmiyoruz!
AB’nin
de müdahil olduğu ABD-Türkiye-Rusya arasındaki S-400 eksenli
ilişkiler herhangi bir ticari ilişki, rekabet değildir. S-400
jeopolitik bir oyundur. Bu oyunun her üç oyuncusu bu oyunu
Türkiye’nin dünya ve bölge hegemonyası bağlamında stratejik,
jeopolitik konumundan dolayı oynamaktadır. Bu oyunda kaybeden ya
ABD veya da Rusya olacaktır. Hangisi kaybederse etsin, Türkiye
kazananın yanında olacaktır. Ama buna karşın kaybeden,
Türkiye’nin zorlu bir düşmanı olacaktır. Trump şimdi
Türkiye’yi yeniden kazanmaya oynuyor. Rusya, Türkiye ile
ilişkilerini sadece S-400’le sınırlamayacağını açıklıyor.
Bakalım ne olacak.
Ancak,
Rusya'nın kazanması durumunda, ki gelişmeler bunu gösteriyor,
Suriye eksenli Ortadoğu ve Doğu Akdeniz politikaları göz önünde
tutulursa, ya ABD, Türkiye’ye taviz verecektir veya da İncirlik
ve başka stratejik konumlar Türkiye tarafından masaya
yatırılacaktır. Yani S-400, sadece satın alınmış bir silah
sistemi olarak kalmayacaktır. Öyle ki, Türkiye-Rusya ilişkileri
kapsamlaştıkça ve derinleştikçe Türkiye, NATO üyeliği
üzerinden Batı dünyasını çıkmaza sokabilir. Bu da Rusya ve Çin
için oldukça önemli bir gelişme olur.
S-400
sadece bir hava savunma sistemi değildir. Zaten bu modern silah
sisteminin Türkiye gibi bir NATO üyesine verilmesi oyunun ne denli
ciddi olduğunu da göstermektedir. Aşık ki, S-400’le başlayan
Türkiye-Rusya ilişkisi uzun soluklu bir askeri-sanayi kompleksinin
geliştirileceğine işaret etmektedir.
Bu
sistemi alan Türkiye’nin, Ege ve Doğu Akdeniz’de söz sahibi
olduğunu göz ardı edebilecek ülke pek kalmaz. Hele hele,
Rusya’nın Doğu Akdeniz’de ortak çalışma önerisi de göz
önünde tutulursa bu silahın önemi daha da anlaşılır olur.
S-400
ve açıklamalara göre planlanan S-500’lerin üretiminde (7) ortak
çalışma, Türkiye’nin balistik füze teknolojisini daha kısa
zamanda elde etmesinin yolunu açacaktır. Bunu sanırım ABD bile
görüyordur!
Görüyoruz
ki, S-400, sadece bir S-400 değildir. Bir hava savunma sisteminden
başka bir hava savunma sistemine geçiştir; ABD/NATO hava savunma
sisteminden Rusya hava savunma sistemine geçiştir. Bu nedenle
S-400 sadece bir silah tercihi olamaz; Türk burjuvazisi bunu sadece
bir silah sistemi tercihi olarak görecek kadar siyasi kör olamaz.
Bu silah sistemi kaçınılmaz olarak siyasi tercihi beraberinde
getirecektir; en azından bu kapasiteye sahiptir.
Türk
burjuvazisinin son birkaç yıldan bu yana Batılı müttefikleriyle
ilişkisi, Dünya çapında güçler dengesinde nerede duracağını
göstermişe benzemektedir. Gerçekten de son dönemde tehdit, ne
Rusya’dan ne de Çin’den gelmektedir. Tehdit Türkiye’nin
politik, ekonomik, askeri müttefiki olan ülkelerden, başta da ABD,
AB’nin bazı emperyalist ülkelerinden ve NATO’dan gelmektedir.
S-400’lerin
aktifleştirilmesi durumunda Anadolu coğrafyası birbirini dışlayan,
düşman olarak algılayan iki askeri sistemin aynı alanda var
olması anlamına gelecektir. Bu, ancak geçici bir durum olabilir;
biri diğerini Anadolu’dan dışlayacaktır. İşte bu, Türk
burjuvazisinin tercihi olacaktır. Böylece nerede duracağını da
açıklamış olacaktır. ABD yetkilileri, bu silah sistemi alımını
boşuna, Türkiye’nin belirleyici bir “stratejik karar”ı
olarak değerlendirmiyorlar.
Türk
burjuvazisinin algılamasına göre kuşatılmışlık Güney’de
(Rojava), Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Ege’de fiili bir hal almış
durumdadır. Bu silah, hava savunma sistemi bu kuşatılmışlığı
kırabilecek, kendi lehine bölgesel bir denge kurabilecek kapasiteye
sahiptir.
Bu
silah sistemiyle Türk burjuvazisi çevre coğrafyada;
Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya üçgeninde; ama ağırlıkta bu üçgenin
Ortadoğu-Doğu Akdeniz-Ege alanında emperyalist denklem dışı
kalmayacağına inanıyor.
Emperyalizme
bağımlı, yeni/yarı/mali sömürge de olsa emperyalistleşen
Türkiye, bu silah sistemini kullanmak için çok geniş bir alana
sahiptir, kullanması/aktifleştirmesi için çok neden vardır. Bu
silah sistemini aktifleştirmesi için Rusya elinden geleni
yapacaktır. Amerikan emperyalizminin baskı ve tehditlerinde boyun
eğerek aktifleştirmemesi durumunda hem Rusya hem de ABD karşısında
yenilgiyi kabul edecek, uluslararası ilişkilerden maskara
olacaktır, bölgesel güç olma savında dahi iddiasızlaşacaktır,
eskisi gibi hava savunma silahından yoksun kalacaktır.
*
Dipnotlar/açıklamalar:
1)
Bu makalede ele alınan konular için bkz.: İ. Okçuoğlu
-EMPERYALİST
KÜRESELLEŞME VE DEĞİŞEN GÜÇLER DENGESİ, Töz yayınları,
Ocak 2019.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I),
2 Eylül 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası –
II),13 Ekim 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
MUSUL “SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12
Kasım 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV),
30 Aralık 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V -
son makale), 14 Mart 2017.
2)
9. Avrasya
İslam Şûrası açılışında
yaptığı konuşmadan (11.10.2016):“Bizim
Türkiye olarak hem ülkemize yönelik terör tehdidinin kaynaklarını
barındırması, hem de bin yıllık komşuluk ve kardeşlik
hukukumuz gereği meseleye müdahil olmamızı istemeyenler diğer
ülkelere ses çıkarmıyor. Hâlbuki eğer Irak ve Suriye’nin başı
dertteyse, sorunun çözümü için her türlü çabayı göstermek,
tedbiri almak en çok Türkiye’nin sorumluluğudur. Bu her şeyden
önce kardeşliğin, komşuluğun bir gereğidir. Bunun için de bir
yerlerden izin almaya ihtiyacımız yoktur, almayı da düşünmüyoruz,
bunun da böyle bilinmesini özellikle ifade ediyorum. Bazı ülkeler
binlerce kilometre uzaktan gelip Afganistan’da ve daha pek çok
yerde kendine tehdit oluşturduğu iddiasıyla operasyon yapacak,
Türkiye yanı başında 911 kilometre Suriye sınırı, 350
kilometre Irak sınırı, buradaki tehlikeye müdahale edemeyecek;
biz bu çarpıklığı asla kabul etmiyoruz”.
Diktatör
Erdoğan, “18. Muhtarlar Toplantısı”nda konuşuyor
(19.10.2016):“Şimdi bugün şöyle bir geriye dönüp baktığımızda
manzara nedir? Osmanlı öylesine büyük, öylesine köklü bir
devletti ki, bu devin yıkılışı milletimiz üzerinde maddi ve
manevi olarak derin yaralara yol açmıştır. 1914 yılında…2,5
milyon kilometrekare olan topraklarımızın büyüklüğü 9 yıl
sonra Lozan’ı imzaladığımızda, daha sonra topraklarımıza
katılan Hatay’la birlikte 780 bin kilometrekareye düşmüştü.
Bakın 2,5 milyondan 780 bin kilometrekareye, süre ne kadar dar.
Kurtuluş
Savaşımıza girerken hedefimiz, Misakı Milli sınırlarımıza
sahip çıkmaktı. Maalesef hem batı, hem de güney sınırlarımızda
Misakı Milli hedeflerimizi koruyamadık. Dönemin şartları
itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar
olabilir, bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür.
Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul
edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır.
Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri
böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki
bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi
bize unutturmaktır. Biz 780 bin kilometrekareye nelerden geldik
biliyor musunuz? Şöyle bir geçmişe iyice bakarsak, 20 milyon
kilometrekarelerden geldik.
2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar
etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır.
Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken,
biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz, çünkü
biz Kurtuluş Savaşımızı ‘hattı müdafaa yoktur, sathı
müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır’ stratejisiyle kazanmış
bir milletiz. İstiklalimizi bu anlayışla kazandığımız halde,
bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye
zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır
başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir.
Nitekim
şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan,
bıçak kemiğe dayanmadan, gırtladığımıza kadar bataklığa
gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için,
dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız
dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik.
Siyasette büyük bedeller ödedik; darbelerle, muhtıralarla,
vesayet yönetimleriyle çok zaman kaybettik. Ekonomide büyük
bedeller ödedik; aynı kulvarda yarışa başladığımız ülkelerin
fersah fersah maalesef gerisinde kaldık...
...Türkiye
artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu
bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını
beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar
sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa
gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz
gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize
saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet
gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine
tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler
mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını
beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin
çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı
kurutmanın yollarını bulacağız...
Türkiye’nin
Musul operasyonuna girmesini engellemeye çalışanlar, Suriye’deki
oyunlarını bozmamızdan rahatsız olanlardır. İstiyorlar ki
Türkiye yerinde otursun, olup bitenleri seyretsin, sonra da payına
düşen bedel neyse onu ödesin...Asıl mesele, bölgenin yeniden
yapılandırılması meselesidir.
“Bursa
Toplu Açılış Töreni”nde yaptığı
konuşmadan (22.11.2016): “Uzun zamandır
yaşadığımız kesintisiz savaşların, kayıpların etkisiyle
biraz nefes alabilmek, kendimizi toparlayabilmek için o dönemde
buna tamam denmiş olabilir. Asıl yanlış; dönemin tartışmalı
şartları içinde yapılan bu fedakârlığa teslim olup devlet ve
toplum hayatını buna göre inşa etmeye kalkışmaktır; işte biz
bunu kabul etmiyoruz, böyle bir şey yok. Artık bu yanlış tarih
ve medeniyet algısından vazgeçilmesi gerektiğini söylüyoruz”
3)Misak-ı
Milli anlayışına
M. Kemal sosunu bulaştırarak,
kendine Kemalist
diyen çevreleri de bu açılıma katmak isteyen diktatör Erdoğan,
Misak-ı Milli sınırları içinde ve dışında sahip çıkılması
gereken bir tarihin;
kast ettiği coğrafyada “bu milletin geçmişi”nin olduğunu
ifade ediyor. Kurtuluş savaşının hedefinin Misak-ı Milli
sınırlarına
sahip
çıkmak olmasına rağmen, bu hedefe ulaşılamadığını
açıklıyor.
Bahsettiği bu coğrafya, şimdiki sınırları çevreleyen İran
hariç yakın alandır; 2,5 milyon kilometrekare ile bu alanı kast
ediyor ve 780 bin kilometrekareye çekilmişliği kabullenmenin hata
olduğunu açıklıyor: “Asıl
vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip
kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz
işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri
böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki
bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi
bize unutturmaktır”.
4)Türkiye
bu istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama özellikle 1923-II. Dünya
Savaşı başlangıcı arasında yaşamıştır. Her iki dünya
savaşı arasında Türkiye-Sovyetler Birliği arasındaki dostluk
ilişkileri gelişmiş,
Türkiye ve Batılı emperyalist ülkeler arasında ilişki
mesafeli kalmıştı
(Bu ilişki öncelikle Almanya-Türkiye arasında giderek Almanya
lehine bozulmaya başlamıştı). II. Dünya Savaşı sonrasında
Türkiye'nin Batı
dünyasına kapağı atması,
bu istisnai durumu ortadan kaldıran adım
olmuştur.
5)Bu
jeopolitik anlayışın temel özelliklerini herhangi bir sistematiğe
tabi tutmadan şöyle özetleyebiliriz:
Kuşatılmak
istemiyorsan, kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır
dışında karşılamak ve imha etmek zorundasın. Esas hedef,
“sinekler” değil, bataklıktır; yani tehdidin kaynağı esas
hedeftir. Bu durumda Suriye ve Irak
üzerinden Türkiye'yi tehdit edenler hedef alınacaktır. Suriye ve
Irak üzerinden tehdidi Türk burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük
Hareketiyle sınırlamamaktadır; onun algılamasına göre
Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler bunu “terör”
örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar. Türk
burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri belli
devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi,
devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak
görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları
için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde
olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri
üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin
Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri,
Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu
terör örgütleri nerede konuşlanmışlarsa (bataklık) orada imha
edilmelidir.
6)
Bu nedenle Akdeniz'den başlayarak
Irak sınırına kadar, yani
Rojava'da kesintisiz bir tampon bölge
oluşturulmalıdır. Ancak böyle bir
tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi boğulursa Suriye
ve Irak toprakları Türkiye için
saldırı üssü olmaktan çıkartılmış
olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi Halep-Musul
hattını kendi
güvenliği için savunma hattı
olarak görmektedir. Halep-Musul hattı
aynı zamanda Misak-ı Milli'nin
güney sınırlarıdır. Bunu daha açık
bir biçimde Erdoğan, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele
bağlamında “Suriye
ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu
mücadeleyi yine sürdüreceğiz”
diyerek Misak-ı Milli'nin tam sınırını
çizmektedir.
7)Rusya
Savunma Bakanı Şoygu, 28 Mayıs’ta şu açıklamayı yaptı:
“Türkiye
ile S-500’leri de ortak üreteceğiz. Türkiye, kendi ilan ettiği
milli ekonomik bölgelerini Doğu Akdeniz’de Amerikan tehdidine
karşı koruma ve savunma kudretindedir. Amerika geç kaldığını
yeni fark etti.”