HAVA SALDIRILARI
ROJAVA’DA YENİ İŞGAL ADIMLARI
Faşist diktatörlük 13 Kasım’da gerçekleştirdiği Taksim/İstiklal provokasyonunu tepe tepe kullanmaktadır.
Kendi senaryosunu Kürt Özgürlük Hareketine yıkan faşist diktatörlük, 20 Kasım’da Rojava ve Güney Kürdistan sahasında başlattığı hava saldırılarını sürdürüyor. Birkaç günden bu yana da kara harekatının ne zaman başlayacağı tartışılıyor. Amacı belli: Rojava’nın geriye kalan kısmını da işgal etmek. Bunun için öncelikli hedef olarak Kobanê, Minbic ve Til Rıfat sahasını işgal edeceklerini açıktan dillendiriyorlar. Kara harekatı bağlamında, her seferinde olduğu gibi bu sefer de acaba Rusya ve ABD ne derler, müsaade ederler mi türünden sorular soruluyor ve yorumlar yapılıyor. Diktatör ise biz kimseden izin/icazet almayız, doğru bildiğimizi yaparız türünden açıklamalarını sürdürüyor.
Zaten Rojava’da yeni bir işgal girişimine her zaman hazırdı. Ancak, koşullar lehine olmadığı için istediğini yapamıyordu. Şimdi ise durum farklı.
Tahran Zirvesinden bu güne ne değişti?
20 Temmuz’da Astana formatında gerçekleştirilen Tahran Zirvesinde Rusya, Türkiye ve İran Suriye/Rojava konusunda karşımıza üç benzemez olarak çıkmıştı.
Hatırlatalım:
Diktatör, Tahran’a haftalardır sürdürdüğü “bir gece ansızın geliriz”in masadan çıkmayacağını, Rusya ve İran tarafından onaylanmayacağını (yani yeşil ışık yakılmayacağını) bile bile gitmişti.
Bir zirve, üç katılımcı, üç ayrı görüş
Diktatör:“Milli güvenliğimize kast eden şer odaklarını (Rojava devrimci güçlerini kast ediyor, İ. Okçuoğlu) Suriye’den söküp atmakta kararlıyız. Suriye’de terörle mücadelede Astana garantörleri olarak Rusya Federasyonu ve İran’dan beklentimiz, Türkiye’ye destek olmalarıdır. Suriye halkına yapılacak en büyük iyilik, ülkenin YPG/PKK’dan kurtulmasını sağlamaktır. Teröre karşı mücadelemiz terörü kim savunursa savunsun devam edecek.”
“PKK, YPG, PYD unsurlarının sınırımızdan en az 30 kilometre öteye tamamen çekilmesi, zamanında yapılan mutabakatların bir gereğidir. Ancak, bu hala gerçekleşmemiştir. Tel Rıfat ve Münbiç, terör yatağı haline dönüşmüştür. Terör örgütünün sığındığı bu limanları temizlemenin vakti esasen çoktan gelmiştir. Astana ortaklarımızdan beklentimiz, Suriye’de istikrarın sağlanmasına yönelik çabalarımıza samimi destek vermeleridir.”
“Suriye’nin toprak bütünlüğündeki en büyük engel terördür... Tel Rıfat ve Münbiç terör yatağı haline dönüştü...”
Reisi:“Suriye’de çözüm askeri müdahale değil tek çözüm yolu diplomasidir. Askeri müdahale sorunu artırır. Suriye'nin toprak bütünlüğünün ve milli egemenliğinin korunması ile Suriyeliler arasındaki siyasi çözümün sağlanması gerektiğini vurguluyoruz.”
Putin:“Üçlü görüşmelerin ilerlemesi de çok önemli. Suriye konusundaki diyaloglarımızla, Suriye halkının kendi inisiyatifiyle karar almasını sağlamamız lazım.”
“Suriyeliler dış müdahale olmadan kendi kaderlerini çizebilmeliler. Ülkelerimiz Suriye topraklarında var olan terör yuvalarını ortadan kaldırmak için çaba sarf edecek...Suriye’de her türlü terörizmle mücadele konusunda kararlıyız, hemfikiriz.”
Diktatör: Çözüm askeridir, yani savaş ve işgal.
Reisi: Diplomatik çözümde ısrarlı.
Putin: Çözümü Suriyeliler belirlemeli.
Peki, şimdi ne oldu da bu üç ülke aynı görüşü benimsedi? Veya Rusya ve İran’ın Türkiye’nin harekatı karşısında daha önceki tavırlarına göre bu sefer sergiledikleri açık yumuşamanın nedeni ne olabilir?
Örneğin Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, 22 Kasım’daki açıklamasında “Türkiye'nin kendi güvenliğini sağlama konusundaki endişelerine anlayış ve saygıyla yaklaşıyoruz. Bunun Türkiye'nin meşru hakkı olduğunu inanıyoruz. Bununla beraber tarafların hepsine durumu genel anlamda ciddi ölçüde istikrarsızlaştırabilecek adımlardan kaçınmaları çağrısını yapıyoruz. Zira böyle adımlar bumerang gibi geri dönebilir ve güvenlikle ilişkili durumu olduğundan da güçleştirebilir" görüşünü dile getirdi.
Bu arada Astana formatındaki Suriye konulu yüksek düzeyli toplantıların ondokuzuncusu 22-23 Kasım 2022 tarihlerinde Astana’da düzenlendi. Yayınlanan ortak bildiride Suriye'deki terör örgütleri, “ayrılıkçılık” kınandı. Bu, dolaylı veya dolaysız Türkiye’nin kara operasyonuna verilen bir destekti, en azından ‘biz uyarımızı yaptık, ısrarlıysanız buyurun’ demek anlamına geliyordu.
ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Sözcüsü John Kirby, operasyon konusunda “Türkiye özellikle güneyine yönelik meşru bir terör tehdidiyle karşı karşıya kalmaya devam ediyor. Kendilerini ve vatandaşlarını savunmak için her hakkı var” derken Almanya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Christopher Burger de “Türkiye, eylemlerinde meşru müdafaa hakkını kullanıyor, Türkiye’yi orantılı hareket etme ve bu bağlamda uluslararası hukuka saygı göstermesi çağrısında bulunuyoruz” açıklamasını yaptı.
Hava saldırılarının başlamasından iki gün sonra tepki vermeleri ayrı bir düşündürücü nokta. Daha doğrusu tepkinin yumuşak olacağının, “orantısız güç kullanılmaması” gerektiğinin önceden kabulü anlamına geliyor.
Bir taraftan hava saldırıları sürerken, Rusya ve ABD, Türkiye’nin havadan vurduğu ve kara harekatıyla işgal edeceğini açıkladığı bölgelerde var olan askeri pozisyonlarını revize etmeleri ve çekilmeleri kendileri açısından da sorunun hangi boyutlara geldiğini göstermektedir.
Peki, neden bu sefer yumuşak bir tavır sergilediler, fazla ileri gitmeden yakın, yıkın, katledin dediler?
Bu tavrın nedenini uluslararası gelişmelerde aramak gerekir. Bu anlamda:
Rusya: Rusya,Ukrayna’ya saldırmasından bu yana hem askeri güç hem de jeopolitik açıdan zor durumdadır. Ukrayna’yı kolay lokma sanmış olabilir. Sonuçta ABD/AB/NATO destekli Ukrayna karşısında Rusya, askeri gücünü yeniden düzenlemek, sonuç alabilmek için bazı sahalardan güç çekmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle Suriye’den de güçlerinin bir kısmını Ukrayna’ya kaydırmıştır.
Rusya, Baltık ülkelerinden başlayarak Girit Adasına kadar uzanan hat boyunca Amerikan emperyalizminin çıkarlarına göre çevrelenmiştir. Finlandiya ve İsveç’in NATO üyesi olması durumunda bu çevrelenme Kuzey Kutbuna kadar uzanacaktır. Çevrelenmenin Karadeniz’de gerçekleşmemesinin nedeni ise Türkiye’dir. Türkiye başka bakımlardan da Rusya için kaybedilmemesi gereken bir güçtür. Bu nedenlerden dolayı Rusya, Türkiye’nin taleplerine, Ukrayna savaşı öncesinde olduğu gibi önce benim çıkarlarım diye yaklaşma durumunda değildir. Birçok bakımdan Türkiye’ye “eli mahkum” durumdadır.
Sonuçta Rusya, Türkiye ile geliştirdiği stratejik ilişkileri; Montrö Boğazlar Anlaşmasını, Karadeniz’i, Kafkaslar’ı, Doğu Akdeniz’i, enerji sevkiyatını göz önünde tutarak bu harekat konusunda Türkiye’ye ters düşmeye hiç niyetli değildir.
İran: Suriye ve Irak’da Türkiye karşısından en “şahin” tavır sergileyen İran olmuştur. Ancak, birkaç aydan buyana devam eden ayaklanmalar, İran’ın da bir kısım güçlerini geri çekmesine neden olmuştur. İç sorunlarından dolayı Türkiye’nin harekat konusundaki taleplerine karşı eskisi gibi sert bir çıkışla karşı koyacak durumda değildir.
İran, ülkede yükselen sınıf mücadelesinden, halk ayaklanmasından dolayı dışarıda nefesi kesilmiş durumdadır.
Bu nedenlerden dolayı Rusya ve İran, harekatın sınırlı kalması umuduyla sessiz kalmak zorunda kalıyor.
AB: Türkiye’nin her askeri harekatına karşı çıkan AB, bu sefer enerji krizinin beraberinde getireceği sorunları düşünerek oldukça yumuşak, Türkiye’ye hak verir bir tavır izlemektedir. Bugünden yarına çözülemeyecek enerji krizinin çözümü, Rusya enerji akışından bağımsız olma anlayışı sonuç itibariyle Azerbaycan, sonrasında Türkmenistan/Kazakistan doğal gazının Avrupa’ya akışının, Doğu Akdeniz’de İsrail ve Mısır doğal gazının Avrupa'ya sevkiyatında Türkiye’nin oynayacağı rolün önemini düşünerek AB, Almanya muhtemel kara harekatına göz yumma modundadır.
ABD: Hava saldırıları sürerken ABD’nin farklı resmi kurumlarının yaptıkları açıklamalarda aynı yöntemi görüyoruz. Hepsi, önce Türkiye’nin teröre karşı mücadelesini meşru gördüğünü açıklıyor. Devamında ise memnun kalmayacakları ifade ediliyor. Yani köşeli, keskin itiraz yok, ama ‘bu harekatlar DAEŞ ile mücadeleye zarar verir’ türünden itirazlar var.
Faşist diktatörlük açısından: Bu seferki işgal girişiminin daha öncekilerden farklı olacağının emareleri var. Sadece hava harekatı farklı mesajlar veriyor. Bir taraftan ürettikleri bilinen-bilinmeyen silahları yoğun bir biçimde kullanılıyor, deniyorlar ve ateş gücü ve silah türü bakımından ne derece bağımlı-bağımsız olunduğu gösteriliyor. Diğer taraftan iki ülkeye aynı anda saldırılarak, özellikle ABD/Yunanistan’a mesaj veriliyor. Yani, ‘Güneyde harekat yaparken Batı (Ege) boş kalmaz’ mesajı veriliyor.
Bunun ötesinde Rusya-Ukrayna savaşının, enerji krizinin ortaya çıkardığı fırsatlar; bu savaş ve krizin dünya jeopolitikasında Türkiye’nin stratejik önemini yeniden gündemleştirmesi, “vazgeçilemez” Türkiye olgusu; Türkiye’nin geliştirdiği jeopolitik açılımlar ve ABD ve AB ile sorunlu sahalarda (Ege Denizi, Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Karadeniz, Doğu Akdeniz, Libya, Güney Kafkasya, Rusya ilişkileri vs.) çelişkili tavrını devam ettirmesi; geliştirmiş olduğu yeni silah ve mühimmat Türk burjuvazisinin jeopolitik iştahını kabartmaktadır. Bütün bunların ötesinde (tabii bu gelişmelerin kaçınılmaz bir sonucu olarak) Türkiye-ABD-Rusya ilişkileri artık daha öncesi gibi, en azından Ukrayna savaşı öncesi gibi, daha ziyade Suriye eksenli bir sınırlandırmanın çok ötesindedir; bu ilişkiler bölgesel olmaktan çıkmış uluslararası jeopolitikanın doğrudan bir bileşeni olmuştur. Bu ilişkilere Çin de Türkiye lehine dolaylı olarak dahildir.
Erdoğan gibi bir halk düşmanını, bir faşisti cüretlendiren esasen budur.
*
Kürdün Kaderi Jeopolitik Çıkarlara Bağlı Değildir*
Kürdün Kaderi Kendi Elindedir!
Jeopolitika nihayetinde savaş demektir, haksız savaş, işgal demektir. Uygulayıcıları, yani bu politikayı geliştirme yetenek ve gücüne sahip olan emperyalist ülkeler (ABD, Çin, Rusya) hedefledikleri amaca ulaşabilmek için kendilerine çıkar sağlayan her yerde savaş çıkartırlar. Kendileri doğrudan savaşmazlar, ama yönlendirdikleri ülkeleri savaştırırlar. Ülkelerin yıkılması, milyonların ölmesi, açlık ve sefalet içinde yaşamaları dünya hakimiyetini hedefleyen bu ülkelerin umurunda değildir. Irak’ı, Libya’yı, Afganistan’ı bu duruma getiren bu ülkelerdir. Keza Kürdistan’ı bölenler de emperyalist ülkelerdir.
Şimdi, dört parçaya bölünmüş Kürdistan’da bu savaş devam ediyor.
Faşist diktatörlük, Kürt ulusuna, Özgürlük Hareketine, Rojava devrimine karşı imha, yok etme savaşını, bu kirli savaşı birkaç yıldan bu yana yeni demagojilerle sürdürüyor.
Oluşturduğu yeni ulusal güvenlik konseptine göre düşmanı sınır ötesinde imha etmeye çalışıyor. Yani somut olarak Güney Kürdistan’ın sınır bölgelerini, şimdi sürdürdüğü “Pençe-Kilit” harekatı alanlarını ve Rojava’nın işgal edemediği bölgelerini işgal etmek istiyor. Rojava’ya yeni bir işgal seferi düzenlemek için ABD ve Rusya’dan bir işaret alamasa da yeni bir işgal için her fırsatı kullanacaktır. Ukrayna-Rusya savaşının ve Avrupa’nın enerji ihtiyacının sunduğu kolaylaştırıcı fırsatları mutlaka ve mutlaka kullanacaktır.
Türk burjuvazisinin bu saldırganlığı jeopolitik bir saldırganlıktır. Diktatör önderliğinde faşist Türk devletinin milli silahlanması, ekonomisi, siyaseti, bölgesel ilişkileri bu konseptin gerçekleşmesi üzerine kurulmuştur. Yeni ulusal güvenlik konsepti, tamamen savaş ve işgal üzerinedir. Bu konsept aynı zamanda Misak-ı Milli’nin güneyde kalan kısmının işgal edilmesidir. Bu emperyalist politikayı gerçekleştirmek için faşist diktatörlük, hem Rusya hem de ABD ile bir taraftan karşı karşıya gelirken, diğer taraftan da duruma göre “iyi geçinmeye” çalışmaktadır.
Tel Rıfat ve Münbiç’in işgali sorununda Rusya ve ABD ile “iyi geçinme”den ziyade karşı karşıya gelme durumu söz konusu olabilir. Diktatör bunu göze alamaz diye düşünüyorsak fena halde yanılmış olabiliriz. Aynı şekilde işgalin Tel Rıfat ve Münbiç ile sınırlı kalacağını veya önce bu bölgelerin işgal edileceğini sanıyorsak yine fena halde yanılmış olabiliriz.
Tel Rıfat ve Münbiç diktatöre seçim getirmez. Bu yetmez. Büyük bir savaşa ihtiyacı var onun. ”Kahramanlık”, “Başkomutanlık” ve seçim getirecek büyük bir savaş.
Büyük savaşı Savunma Bakanı Hulusi Akar tanımlıyor: “Dış güçler bizim Tel Rıfat ve Münbiç'e yönelik operasyonlarımızın genişlemesinden korkuyorlar. Biz zaten buraları aldıktan sonra da durmayacağız, sonrasında Kerkük ve Musul hattına kadar aşama aşama askeri temizlik hareketimiz sürecek.”
Faşist diktatörlüğün öncelikli hedefi, Rojava’ın tamamının ve Güney Kürdistan’da “Pençe-Kilit Harekatı” bölgesinin işgalidir. Diktatör böyle bir işgalin kendine seçim getireceğini sanmaktadır.
Bunun adı Misak-ı Milli’yi gerçekleştirme savaşıdır. Bu savaş aynı zamanda Rojava devrimini ve Güney Kürdistan’ı ortadan kaldırma, Irak’ın bir kısmını işgal etme savaşıdır. Dünya konjonktürü böyle bir savaşa uygundur.
Kürdün kaderi, Kürdün kendi elindedir. Ancak bu da komünistlerin, sosyalist yurtseverlerin öncülüğü ve önderliğiyle gerçekleşebilir. Bu demektir ki, emperyalist güçler, bölge devletleri, işbirlikçileri ancak ve ancak dişe diş bir mücadeleyle yenilebilir.
Faşist diktatörlüğün yeni ulusal güvenlik konsepti adı altında sürdürdüğü işgal savaşı istediği gibi ilerlemiyorsa bunun nedeni Kürt halkının, Rojava Özerk Yönetiminin, gerillanın, devrimcilerin ve komünistlerin mücadelesinden dolayıdır.
Türk devleti, kendi geliştirdiği de dahil en modern silah ve istihbaratla istediği sonucu alamıyorsa bunun nedeni dişe diş mücadeledir.
Sonuç alabilmek, emperyalist güçleri ve işbirlikçilerini alt edebilmek için bu mücadele sahada komünist, yurtsever sosyalist örgütlenme ve bilinçle sürekli ve sürekli güçlendirilmelidir.
*)Yazının bu kısmı “ROJAVA DEVRİMİ VE TAHRAN ZİRVESİ” makalesinden alınmıştır (http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2022/07/rojava-devrimi-ve-tahran-zirvesi.html)