BURJUVA POLİTİK EKONOMİNİN UFKU!
LİBERALİZM-NEOLİBERALİZM-FAŞİZM
“Ekonomik model” arayışında olan “ekonomist” diktatör, bir taraftan yeni açıklamalarla gündemi oyalıyor; kendisi için felaket gelişmelerden, patlak veren para/kur krizinden dikkatleri uzaklaştırmaya çalışıyor, diğer taraftan da “iç ve dış düşmanlar” ne yaptığımı bilmediğimi sansınlar, ben ne yaptığımı biliyorum, rahatlığı içinde hareket ediyor.
Boş “ekonomist” “Çin böyle büyümüş” dedikten sonra yandaş veya değil bütün kanallarda sayısız Çin uzmanı dehşet verici derinlikteki görüşlerini sıralamaya başladılar. Bu memlekette bu kadar Çin uzmanı olduğunu bilmiyordum. Bunların hepsini toplasanız kalabalık bir ordu oluşur. Neyse bu uzmanlar sayesinde Çin’i yeniden keşfettik.
Çin derken model arayışı M. Kemal’e götürdü. Çin uzmanları bu sefer M. Kemal uzmanı oldular.
Diktatör yeni bir şaşırtmanın kapısını açtı ve bu sefer esas modelin Güney Kore olduğunu anlamaya başladık. Herhalde Çin ve M. Kemal uzmanları Güney Kore uzmanları olarak bu ülkenin “kalkınma” modelini de ayrıntılarıyla anlatacaklardır.
Ama yine şaşırttı boş “ekonomist”, Katar’dan dönerken amacının model falan olmadığını parasal destek olduğunu bir biçimde açıkladı; SWAP anlaşmaları!
Diktatör, “dost” ülkelerin merkez bankalarının Türkiye’nin başlattığı “ekonomik kurtuluş savaşı”nı SWAP yoluyla desteklemelerini talep etmektedir.
Bu bağlamda Katar ile SWAP anlaşması üç yıl daha uzatıldı. SWAP çerçevesinde takas edilen para miktarı 5 milyar dolardan 15 milyar dolara çıkarıldı.
Güney Kore ile SWAP anlaşması geçen Ağustos ayında imzalanmıştı. Üç yıllığına yapılan anlaşmada parasal miktar 17,5 milyar liradır (açıklandığı tarih itibariyle iki milyar dolar). Ancak, miktar henüz kasaya girmedi, çalışmalar devam ediyor.
2014'te de Malezya ile SWAP anlaşması yapıldı. Türkiye yerel paralarla ticareti geliştirmek ve Merkez Bankası rezervlerini dolardan arındırmak için Çin ile ilk SWAP anlaşmasını 2012'de yapmış, anlaşma 2019'da yenilenmiş ve şimdi miktar 6 milyar dolara çıkartılmıştır.
Türkmenistan ile de SWAP anlaşması için ön anlaşmaya varıldı. Türkiye'nin Azerbaycan, Japonya, İngiltere ve Rusya ile de SWAP anlaşmaları için girişim yaptığı bilinmektedir.
Boş “ekonomist”, Katar dönüşünde gazetecilere yaptığı açıklamada birçok ülkenin merkez bankalarıyla görüşmelerin yürütüldüğünü dile getirmişti. Diktatör, Merkez Bankası, “Buralardan da tabii çok daha büyük güç kaynaklarını inşallah elde edecektir. Bizim bu noktada da herhangi bir sıkıntımız söz konusu değil. Ben bu kur ataklarını da tersine çevireceğimize inanıyorum. Her zaman söylediğim gibi, inşallah bu da bizi teğet geçecektir. Bunu herkes böyle bilsin.” diyerek Saray’a döndü.
“Model” arayışı, “yeni bir şey deniyoruz” derken iş para bulmaya dönüşmüş gibi gözüküyor. Ama yine de şu “model” üzerine biraz gidelim.
RTE, modelini şöyle açıklıyor:“Ekonominin 4 sacayağı bulunuyor. Bunlar; enflasyon, ihracat, faiz ve üretim. Enflasyon ekonomik göstergeler doğrultusunda gelişiyor. Ancak ihracat ve faiz belirlenebiliyor. Türkiye’yi üretimle büyütmek, faiz kıskacından çıkarmak ve bunun tamamen bitirilmesi için ‘ekonomide yeni dönemi’ başlattık. Kararları da bu yönde alıyoruz. Altı aylık bir süreç öngörüyoruz. Zor olanı seçtik ama 4-5 aya toparlanacağız, 6 ay sonra ise meyvelerini yiyeceğiz. Üretimle yabancı yatırımcıların dikkatini çekeceğiz. Çin böyle büyümüş. Biz onlardan daha avantajlıyız. Biz pazara daha yakınız. Çin gibi malı ucuza üretip, bunu Avrupa’ya satarak, bu üretimden dolar girdisi sağlayacağız. Çin ve Almanya gibi bazı ülkeler yıllardır ‘düşük faiz’ politikası uyguluyor. 1970’lerin Almanya’sında mülteci nüfus var. Genç nüfus ve mültecileri çalıştırarak işgücünü sağlıyorlar. Çin ise genç nüfus, sanayi ve üretimle büyüdü. Biz de faizle değil, genç nüfusla, üretimle büyüme sağlamalıyız.”
Çin ile benzerlik çok sığ olduğu için olsa gerek bu açıklamadan sonra düzeltmeler de, Çin-Türkiye, Güney Kore-Türkiye karşılaştırmaları da gecikmedi.
Model tartışmaları içinde dikkatimi çeken Prof. Dr. Ensar Yılmaz’ın, Gazete Duvar’da çıkan makalesi (“Üç tarz-ı iktisat: Çıkış yolu I ve II”) oldu. Hoca bu soruna başka bir açıdan bakıyor; daha doğrusu diktatörün “model” anlayışının belli bir iktisat disiplinine göre açıklanması gerektiğine işaret ediyor. (1)
Hoca, sorunun belli bir ekonomi disipliniyle ele alınması gerektiği üzerinde durması bakımından haklı. Aksi taktirde, ne yazık ki tartışmalar bunu gösteriyor, “model” sorunu/tartışması diktatörün işine yarayan bir mecrada kalıyor; “model” mi, değil mi tartışması diktatöre zaman kazandırıyor, o “işini” görürken, tartışmalar da sürüyor.
Burjuva politik ekonomi, tarihsel gelişmesi içinde ortaya çok sayıda “ekol”ler, sistemler, modeller ve bunların teorisini yapan teorisyenler çıkartmıştır. Monetarizmden (parasalcılık), merkantilizmden (ticaretçilik) günümüze denemediği model/sistem kalmamıştır. En son neoliberalizm de konaklamıştır. Sir William Petty (1623 – 1687); Adam Smith (1723-1790); David Ricardo (1772-1823) teorisyenler, ekonomistler çıkaran burjuva politik ekonomi, kapitalist üretim biçiminin şu veya bu sorununu aydınlatmış olabilir, ama sonraları Marks tarafından ortaya konacak olan hiçbir çelişkisine çözüm getiremeden devrini “klasik politik ekonomi” olarak kapatmıştır. Sonrasında burjuva politik ekonomi “klasik burjuva politik ekonomi”nin ötesine geçememiş, aynı teorileri, bazen koşullara göre modifize ederek tekrarlamıştır. Kapitalizm/emperyalizm ister liberal, ister neolberal, ister Keynesçi, fordist vs. görünümde olsun, ister şu veya bu modeli uygulamış olsun bugün varoluş ömrünü uzatmanın derdine düşmüş durumdadır.
Model veya değil, burada söz konusu olan sermaye birikimidir ve buna da kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası yön verir.
Hangi açıdan bakarsak bakalım diktatörün anlattığı bir Çin modeli olamaz. Olamaz, çünkü her iki ülkenin koşulları birbirinden oldukça farklıdır... Çin’de bir işçinin 100, eşiyle birlikte 200 dolara çalışması artık tarih oldu. 20 sene önce bu miktar büyük bir gelirdi. Bu nedenle 100 milyon köylü şehirleri doldurmuştu. İşgücü oldukça ucuzdu. Ama Türkiye’de 100 dolara işçi çalıştıramazsın.
Çin, yabancı sermayeyi kontrollü kabul ediyordu; teknoloji transferi, Çin sermayesiyle ortaklık vb. gibi şartlara bağlıyordu. Çin gibi oldukça büyük bir pazar ve ucuz işgücü nedeniyle yabacı sermaye Çin’in koşullarını kabul ediyordu.
Ama aynı sermaye Türkiye söz konusu olduğunda demokrasi, insan hakları demeye başlıyor.
Çin’de kamu mülkiyeti hala belirleyicidir. Bu nedenle devlet, sermayeyi kontrol edebildiği gibi planlamasıyla da yönlendirebiliyor. Türkiye’de Özal’dan bu yana sata sata bir şey bırakılmadı. Hangi kamu sermayesine dayanarak sermaye hareketi kontrol edilecek, yönlendirilecek? Ötesinde planlama diye bir şey de yok artık.
Türkiye’de devlet, Çin’deki gibi sermaye hareketini yaptığı plana göre yönlendirmekten uzaktır, ancak kamu bankaları üzerinden kredi sorununun çözümü için teşvik ediyor. Orada yönlendirme gücü, burada da teşvik etme gücü var. Yönlendirme ve teşvik bir ve aynı şey değildir.
Çin’de devlet ekonomiye müdahale ediyor, Türkiye’de bunun tam tersi söz konusu.
Diktatör, sabredin 5-6 ayda sonuçlarını almaya başlayacağız diyor. Ama bu birkaç ayda sonuç verecek bir iş değil. Ortada bir plan-program olmadığı gibi bütçede bu konuya ilişkin bir şey de yok. Sadece teşvikten bahsediliyor. Teşvik edilen ne? Üretimi ithalattan mümkün olduğunca bağımsızlaştırmak için ara malı üretimine ağırlık vermek; bu nedenle belli sektörleri teşvik etmek, yanı sıra bu alanda üretim yapacak yeni sermaye gruplarının oluşmasına önayak olmak.
Bu model meselesi sonuçta Erdoğan yaratıcılığının bir ürünü olarak sunulursa buna şaşmamak gerekir. İlk ve tek kurucu “baba” olma imkanı yok. Ancak, en azından ikinci ve de kalıcı kurucu “baba” olma imkanı var. Belki de bu model tutarsa diktatör de o imkana kavuşmuş, memleketin ikinci ve kalıcı kurucu “baba”sı olur.
Model arayışında birçok sorun var. Örneğin, diktatörün denemek istediğini Özal da denemişti; ücretler baskılandı, ihracat arttı ama enflasyon düşmedi.
Şu veya bu model denenebilir, diktatör model olarak Çin’e veya Güney Kore’ye öykünebilir. Ancak bunların hepsi boş laflar olarak kalacaktır. RTE, öyle bir laf atayım ki ortaya herkes bunu tartışsın istiyor. İşte bu ortaya laf atma “modeli” tuttu. İtiraf edeyim ki, bu kadar ünlü iktisatçılarımızın olduğunu, bu kadar çok gazetecinin iktisat uzmanı olduğunu gerçekten bilmiyordum. Herkes harıl harıl tartışıyor. Ne tartışılıyor? Çin mi model, G. Kore mi model? Faiz düşerse veya artarsa enflasyon ne olur? Kur artarsa enflasyon ne olur? “Yüksek faiz-düşük kur” veya “yüksek kur-düşük ücret” olursa ne olur? Merkez Bankası faizi bir “gıdım” daha düşürürse veya “pas geçerse” ne olur? Bu türden sorulara doğru cevap vermek neredeyse imkansızı talep etmek gibi bir şeydir. Burjuva politik ekonominin ekolleri bu ve benzeri soruları tartışa tartışa bir sonuca varmak yerine alt ekollere ayrışmaktan başka bir şey elde edememiştir. Bunun anlamı şudur: Kapitalizmde sermaye birikiminin yol ve yöntemleri bilinmiyor değil, ama belirleyici olan eşitsiz gelişme koşullarıdır.
Marks’ın ilksel birikim konusunda bazı düşünceleri bunu göstermektedir:
Kapital’in birinci cildinde “İlksel birikimin birçok ferahlık verici yöntemleri’’nin (s. 761) ne olduğunu açıklarken Marks şuları der: “Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint Adalarının ele geçirilmeye ve yağmalanmaya başlanması, Afrika’nın, kara deri ticaretinin av alanı haline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi. Bu iç açıcı gelişmeler, ilkel birikimin belli başlı adımlarıydı...
İlksel birikimin farklı önemli anları,... sistematik bir bütünü meydana getirirler. Bu yöntemler, bazan, örneğin sömürge sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanırlar... Zor, kendisi, bir ekonomik güçtür.” (s. 779) (2)
İlksel birikimin “iç açıcı momentleri”yle Marks’ın kast ettiği gerçeklik bugün de bir biçimde, başkalaştırılmış da olsa karşımızda duruyor. Dolayısıyla burada söz konusu olan sermaye birikimini sağlayan koşulların farklı olduğudur. Bu bağlamda model, her bir ülkenin kendi koşullarını esas alır. Ancak, hangi yöntem söz konusu olursa olsun, sermaye birikimi her zaman ya doğrudan veya da dolaylı olarak zor kullanımıdır. Kapitalizmde “zor ... ekonomik güçtür”.
Faşist rejimin elinde ne var?
1- Her an zora baş vurabilir; elinde bu güç var.
2- Küçümsediğimiz, ama aslında ürettiği için dinamik olan bir ekonomisi var.
3-Kısmen modern (emek yoğun-teknoloji yoğun) bir sanayi altyapısı var.
4-Mal, ara mal, hammadde sevkiyatında sıkıntı yaratmayan bir ulaşım ağı var.
5- Bölünmüş bir sermaye gruplaşması (TÜSİAD-MÜSİAD) var.
6-Genç bir nüfus var.
7- Milyonlarca işsizi var.
Bolca dış sorunu var
1- Suriye eksenli Ortadoğu’da ABD ve kısmen de Rusya ile sorunu var.
2- Kıbrıs’da AB, ABD ile sorunu var.
3-Doğu Akdeniz’de ABD, AB ile sorunu var.
4- Libya’da AB, ABD ve Rusya ile sorunu var.
5-Güney Kafkasya’da AB ve ABD ile sorunu var.
6- Karadeniz’de ABD/NATO ile sorunu var.
7- Kırım ve Ukrayna konusunda Rusya ile sorunu var (Son günlerde bu konular üzerine ileri geri laf etmiyor.)
8- S-400 konusunda ABD ile sorunu var.
Bu sorunlar, aslında ABD, AB ve Rusya ile Türkiye arasındaki rekabettir. ABD ile söz konusu sorunlar birer çelişkiye dönüşmüştür. Şimdilik karşılıklı olarak geri adım atan yok. Rusya, ABD ile rekabetinde Türkiye’nin oynayabileceği rolü göz önünde tuttuğu için Erdoğan’ın Rusya karşıtı birçok söylemini duymazdan geliyor.
Türk burjuvazisi ekonomik olarak kaldıramayacağı bir emperyalist yayılmacılık içinde. Bu alanlarda elde ettiği avantajı, siyasi, askeri nüfuzu kalıcı kılmak için mevcut ekonomik gücün yetmeyeceğinin bilincinde. Bu nedenle sorunların çözümünü şimdilik diplomasiyle sürdürüyor; kimsenin üstüne gitmiyor, kimsenin de üstüne gelmesini istemiyor. Somutta ne ABD ve AB ayağıma bassın ne de ben onların ayağına basayım modunda.
Ekonomide atılım yapmak için pandeminin bir fırsat olduğunu salgın başlangıcından bu yana sürekli tekrarlayan diktatör, şimdi bu doğrultuda adım atmak istiyor. Dolar fırladığı, kur yükseldiği için diktatör çaresiz kaldı ve “model”den bahsetmeye başladı diye düşünen fena halde yanılmış olur. Bu doğrultuda bir adım atılacaktı ve atıldı. Sorun sermaye birikimi ve yatırım olduğu için, önce sermayenin bulunması gerekirdi. Yöntem şu: Faizi indir, kuru yükselt, enflasyonu uçur. TL’yi kontrollü değersizleştir, ihracatı ucuzlat, ithalat ürünlerini “yerli ve milli” üret! Bu süreç devam ediyor.
Diktatörün bundan beklentisi ne olabilir?
-Yatırım imkanı (TL ucuzladığı, işgücü ucuzladığı) için yabancı sermayenin iştahını kabartacaktır (3). Çin’de olduğu gibi.
-İhracat artacak, döviz girdisi de artmış olacak. Bu nedenle ihracatta kırılan her rekor en kısa zamanda muştulanıyor.
-Tabii, üretmek ve ihraç etmek için hammadde, ara malları gerekli. Türk ekonomisi bu bakımdan ithalata bağımlı. Dolayısıyla ihracat fazlası ithalat için gidecek. Bunu engellemek için diktatörün elinde iki imkan var:
1-Ücretleri oldukça düşürmek.
2- İthal edilen ara mallarını “yerli ve milli” üretmek; bunu üretecek sanayi altyapısını genişletmek, gerekli yeni sanayi tesislerinin kurulmasını teşvik etmek.
Ücretleri nominal olarak arttırabilirsiniz, ama enflasyon artışı bunu boşa çıkartır ve gerçek ücret düşer. Ne kadar düşer, orası bilinmez. Ancak, bunun bir sınırı vardır. O sınıra gelinmemesi için ne türden sosyal “yardım”la oynanacağı, işçi sınıfının zor mekanizmasıyla nasıl susturulacağı bilinmez. Ama yapacağından şüphemiz olmasın.
Ücretlerin düşük tutulması bir yere kadar gider; birikime katkısı olur. Ancak, ithal edilen ara malları sorunu çözülmeden; yani üretmek için ithal edilenleri “yerli ve milli” üreten ve ithalatı bu bağlamda gerileten adımlar atılmazsa sorun çözülmez. Bu nedenle ithal edilen ürünleri üreten sanayi altyapısının genişletilmesi ve geliştirilmesi kaçınılmaz olacaktır. Ancak, bu sağlandığında Türk ekonomisi özellikle AB için tedarikçi rolünü yerine getirebilir.
Diktatör buna oynuyor. Ama bu, bugünden yarına, hele hele sonuçlarının 5-6 ay sonra görüleceği bir iş değildir.
Diktatörün “fırsat” olarak gördüğü bir gerçek de şudur: Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, pandemiden dolayı tedarik zinciri bağlamında kesintiye uğradı. Pandemi başlangıcından bu yana dünya pazarının, burada konumuz bakımından da Avrupa pazarlarının Çin kaynaklı üretime ulaşması her zaman ve istenildiği kapsamda mümkün olmadı, taşımacılık maliyeti de arttı. Türk ekonomisi bu durumdan yararlandı ve bu yararlanmayı kalıcılaştırmak için adımlar atıyor.
AB pazarına yakınlığından dolayı Türkiye üretim ve tedarik üssü olmalıdır.
Türkiye sanayisi katma değerli (artı değerli) ürünleri üretmeye yönelmelidir.
Bunu gerçekleştirebilmek için teşvikler en kısa zamanda uygulamaya konmalıdır.
Bunlar diktatörün savları.
Kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının sunduğu bu fırsattan yararlanmak için Türkiye’nin avantajı olduğu gibi dezavantajı da var.
Jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’nin ekonomik güç bakımından olduğundan daha da güçlü bir konuma gelmesini, başta Çin olmak üzere Rusya’ya karşı bir “ölüm kalım” rekabeti içine giren Amerikan emperyalizmi ve rekabet kaygısından dolayı da AB istemez. ABD ve AB için istenen Türkiye, çıkarlarına koşabilecekleri Türkiye’dir. Bu nedenle yabancı sermaye gelişini engellemek, politik-askeri gelişmeleri bahane ederek ambargo uygulamak gibi girişimlerde bulunacaklardır. Ama diğer taraftan da Türkiye’yi tamamen kaybetmemeye çalışacaklardır.
Amerikan emperyalizminin Çin’i denizden kuşatmasının başarılı olması, bir yol bir kuşak projesinin sadece kara (demiryolu, kara yolu) muhtaç kalması, Türkiye’nin avantajlı konumunu güçlendirecektir. Nihayetinde orta rotanın (Çin- Orta Asya Türk devletler (Azerbaycan-Türkiye veya Çin-Afganistan-İran-Türkiye veya Çin-Rusya-Karadeniz-Türkiye) son durağı Türkiye’dir.
ABD-Çin rekabeti, bugün olmasa da yakın gelecekte sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını, diğer bir ifadeyle emperyalist küreselleşmeyi gerileten bir rol oynayacaktır. ABD-Çin rekabeti, I. Dünya Savaşından sonra İngiltere-ABD rekabeti gibi (dünya hegemonyanın ABD’nin eline geçmesi) “barışçıl” olmayacaktır. O zaman ABD, dünya hegemonyası bakımından “bahar”ını yaşıyordu. Şimdi “bahar”ını yaşayan Çin’dir. ABD konumunu Çin’e kaptırmamak için iki süper güçlü dünya döneminde SSCB’ye karşı aldığı ekonomik tavrı alabilir, o zamanki iki kutuplu dünyayı yeniden oluşturmaya çalışabilir. Şayet bu olursa dünya ikiye bölünür, dolayısıyla emperyalist küreselleşme de ikiye bölünür. Bu durumda sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasından geriye ne kalır, orasını bilemem. Her halükarda ABD ve Çin sermayeleri arasındaki rekabet, ülkeleri “tarafsız” kalamayacak derecede etkiler. Bu durumdan Türkiye nasıl etkilenir sorusunun cevabını geleceğe bırakalım.
İktisatçıların atışmasına geri dönersek. Bu iş model meselesi değildir. Hiçbir iktisat teorisi kapitalizmin içsel yapısından kaynaklı krizlere çare olamamıştır. Kapitalizm, liberalizm-neoliberalizm-faşizm üçgeninde, bu fasit dairede hapsolmuştur. Çıkma, başka bir uygulama, kendini değiştirme durumu yoktur. Kapitalizm, burjuva demokrasisi koşullarında da kapitalizmdir, faşizm koşullarında da kapitalizmdir. İktidar ne olursa olsun ekonomi, kendi nesnel yasalarına göre hareket eder. Bir dönem Keynesçi olur, bir dönem faşist olur, başka bir dönem neoliberal olur. Sermaye için ideal politik yönetim, en çok kar sağlamanın önünü açan yönetimdir. Sosyalist Sovyetler Birliği olmasaydı, Keynesçilik de pek olmazdı. Hitler faşizmi olmasaydı, Alman sermayesi o denli “birleşik” ve “beraberlik” içinde olmazdı. Keynesçilik sermayenin beklentilerini sağlamaya devam ediyor olsaydı, 1980’lerden sonra neoliberalizme geçilmezdi. Neoliberalizmin de ömrü doluyor. Ya yaygın olarak faşist rejimleri göreceğiz veya da yeni bir Keynesçilik göreceğiz. Koşullar bunu gösterecektir.
Bu gerçeklikten dolayı diktatör Erdoğan farklı bir şey yapmayacak; ondan demokrat olmaz, burjuva demokrasisine dönmez. Diktatörlüğünü daha sıkı tahkim eder; sermayenin uyumlu olmayan kesimini, bu durumda TÜSİAD’ı zapturapt altına alır. Aynen Hitler’in yaptığı gibi.
Diktatörün elinde zor, vazgeçilemez ekonomik bir güçtür.
Diktatör Erdoğan “kumanda ekonomisi” uyguluyor, bu uygulamayı daha da güçlendirecektir.
Devam edecek
Enflasyon Gizemi
Enflasyon Üzerine Doğru Bilinen Yanlışlar*
Kaynak/Açıklama:
1) 27 Kasım 2021; www.gazeteduvar.com.tr/uc-tarz-i-iktisat-cikis-yolu-haber-1543307 ve 10 Aralık 2021;www.gazeteduvar.com.tr/uc-tarz-i-iktisat-cikis-yolu-ii-haber-1545011
2)“İlksel birikimin farklı önemli anları,... 17. yüzyılın sonunda, İngiltere’de, sömürgelerin, kamu borçlarını, modern vergi ve himaye sistemlerini kapsayan sistematik bir bütün meydana getirirler. Bu yöntemler, bazan, örneğin sömürge sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanırlar... Zor, kendisi, bir ekonomik güçtür.” (s. 779)
“Sömürge sistemi, ticaret ile deniz ulaşımını bir limonluk gibi besleyip olgunlaştırdı. ‘tekelci şirketler’, sermaye birikimi için güçlü araçlardı. Sömürgeler, tomurcuklanan manüfaktürler için pazar üzerindeki tekel aracılığı ile artan bir birikim sağladı. Avrupa dışında düpedüz talan, köleleştirme ve katillik yoluyla ele geçirilen servet, anayurda taşınarak sermayeye çevrildi.” (s. 781)
“Kamusal borçlanma, ilkel birikimin en güçlü kaldıraçlarından birisi halini alır.”(s. 782)
“Devlet borçları ile birlikte, çoğu kez, şu veya da bu halktaki ilkel birikim kaynaklarından birini gizleyen uluslararası bir kredi sistemi doğdu.” (s. 783)
“Devlet borçlarının, desteğini, yıllık faiz vb. ödemelerini karşılamak zorunda olan kamu gelirlerinde bulması gibi, modern vergilendirme sistemi de, ulusal istikraz sisteminin zorunlu tamamlayıcısı idi...Kamusal borçlar ile buna uygun düşen mali sistemin, servetin sermayeleşmesi ve halk kitlelerinin mülksüzleştirilmesinde oynadığı büyük rol” (s. 784)
“Sömürge sistemi, kamu borçları, ağır vergiler, himaye, ticari savaşlar vb., gerçek manüfaktür döneminin bu çocukları, büyük sanayinin çocukluk çağı boyunca dev gibi büyüdüler.” (s.785)
(Marks-Engels Toplu Eserleri; C. 23 (Kapital I), s.
3)“Asya Kaplanları”nı Sarsan Mali Kriz” döneminde Ocak 1997-Ocak 1998 arasında para birimleri dolar karşısında Tayvan’da yüzde 19,1; G. Kore’de yüzde 53,6; HongKong’da yüzde 0,1; Endonezya'da yüzde 69,9; Singapur’da yüzde 20,2; Filipinler’de yüzde 36,7; Tayland’da yüzde 49,8; Malezya'da yüzde 40,9 oranında değer kayına uğramışlardı.
(Bkz.:ibrahimokcuoglu.blogspot.com/1998/03/asya-kaplanlarn-sarsan-mali-kriz.html)18 Kasım 2021 itibariyle Türk lirasının dolar karşısındaki bir sene içindeki kaybı yüzde 45; bu senenin başından itibaren ise yüzde 49.
“Asya Kaplanları” denen ülkelerin ulusal varlıkları o zaman talan edilmişti. Türkiye de benzeri bir talanla karşı karşıyadır.