DİYALEKTİK
VE TARİHSEL MATERYALİZM
(DİYALEKTİK
YÖNTEM VE ÖNEMİ ÜZERİNE)
Marksist
Yöntem mi - Burjuva/”Post-Marksist" Yöntem mi?
Önceki
yazıda eleştirdiğim “'Sınıfçı'
tekçilik
mi, toplumsal
devrimci rezerv çoğulluğu
mu?”
makalesinde
ifade edilen değil, ifade edilmeye çalışılan anlayış masum
değildir. Vurgulayalım hiç masum değildir. Yazarın, partinin
kuruluş, var oluş ilkelerine tamamen ters anlayışları belli
bir akımın görüşleridir. Bu akım, “Post-Marksizm” olarak
tanımlanan ve içinde çok sayıda ekolü barındıran bir akımdır.
Bu akımın temel özelliği, bir taraftan, kendilerine göre bir
Marksizm oluşturarak Marksizme sahip çıkarak adı altında
Marksizmi Marksizm yapan değerleri çarpıtmak ve diğer taraftan da
Marksizm ile Leninizm arasında çelişkiler oluşturarak çağımızın
Marksizmi olan Marksizm-Leninizm çarpıtmaktır; dünya işçi
sınıfı ve emekçilerinin hafızasında devrim, sınıf, ideoloji
vb. silmektir. Post-Marksizm, “Batı Marksizm” olarak geçen
yüzyılın ‘20’li yıllarında devrim, sınıf, ideoloji vb.
eksenli olarak Ekim devrimine karşı saldırılarla oluşmaya
başlamıştır.
“Sınıfçı
tekçilik” anti-parti bir anlayıştır, diyalektik ve tarihsel
materyalizmin
reddidir, sınıf
ideolojisi anlayışının, yani Marksizm-Leninizmin karşıtıdır;
Post-Marksizmin “ezilenci” ekolünün temel görüşlerini dile
getirmektedir.
Aşağıdaki
makale 2001
yılında yazıldı ve yayınlanmadı. Her ne kadar “'Sınıfçı'
tekçilik
mi, toplumsal
devrimci rezerv çoğulluğu
mu?”
yazısında ele alınan konuyla doğrudan ilişkisi olmasa da yöntem
olarak diyalektiğin komünist partisi açısından önemini ele
almaktadır. Bu bakımdan yerindedir diyerek yayınlıyorum.
*
DİYALEKTİK
VE TARİHSEL MATERYALİZM
(DİYALEKTİK
YÖNTEM VE ÖNEMİ ÜZERİNE)
Lenin,
"Komünizm"
makalesinde "marksizmin
en derin özünün, canlı ruhunun somut bir durumunun somut analizi"
olduğunu yazıyor
(1). Bu kavrayış, komünist partinin nasıl ilerlemesi gerektiğini
de gösteriyor: sınıf mücadelesinin, partinin strateji ve taktiği
ancak ve ancak bu anlayışa göre tespit edilebilir ve sürekli,
değişen koşullara tekabül edecek bir şekilde geliştirilebilir.
Materyalist
diyalektik, bilimsel teoridir, bir yöntemdir. Komünistler, ancak bu
teorinin ve yöntemin yardımıyla dünyayı değiştirme eylemine
girişebilirler. Sadece materyalist diyalektik, insan düşüncesine
gerçeğin gelişmelerinin ve karmaşık bağlamlarının kavranması
ve değiştirilmesi için gerekli gücü verir. Marksizm-Leninizm,
yaratıcı özelliğini/karakterini materyalist diyalektikten alır.
Marksizm-Leninizm, materyalist diyalektiği teori ve yöntem olarak
görür. Bu, dünyaya bakış tarzıdır, bir dünya görüşüdür.
Bu dünya görüşünü; diyalektik ve tarihsel materyalizmi Stalin
şöyle tanımlar:
"Diyalektik
materyalizm, Marksist-Leninist partinin dünya görüşüdür. Doğa
olgularına yaklaşımı, onları incelme ve anlama yöntemi
diyalektik, doğa olgularını yorumlaması, bu olguları kavraması,
teorisi materyalist olduğundan, diyalektik materyalizm adını
almıştır.
Tarihsel
materyalizm, diyalektik materyalizmin ilkelerinin toplum yaşamının
incelenmesine uzatılışı, diyalektik materyalizmin ilkelerinin
toplum yaşamı olgularına, toplumun ve tarihin incelenmesi ve
uygulanışıdır" (2).
Düşünce
ve var oluş arasındaki bağ
Sömürüye
dayanan toplum, sınıflara bölünmüş toplum demektir. Her sınıfın
kendine özgü bir dünya görüşü vardır ve bu dünya görüşü,
kendisini, çeşitli felsefe sistemlerinde yansıtır. Yani felsefe
de sınıfsal karakter taşır ve bu nedenle bütün sınıflar için
geçerli olan, bütün sınıfların ve toplumun üzerinde duran,
onlardan bağımsız bir felsefe yoktur. Belli bir sınıfın
hakimiyetinin yıkılması ve başka bir sınıfın hakimiyetinin
kurulmasıyla toplumun alt yapısı da değişir ve buna bağlı
olarak toplumun üst yapısı, düşünce tarzı, felsefe anlayışı,
hukuku vb. de değişir. Her bir sınıfı kendi ekonomik alt yapısı
ve üst yapısıyla hakim sınıfı olur.
Sömürüye
dayanan toplumlarda hakim olan her sınıf, hakimiyetini sürdürmek,
sömürülen ve baskı altında tutulan geniş yığınları
bilgisizlik ve cehalet içinde tutmak için kendi hakimiyetine hizmet
eden teorileri kullanır veya kullanmak için geliştirir. Geniş
yığınlar, açlığı ve sefaleti kader olarak algılamalıdırlar,
doğa üstü güçlere inanmalıdırlar, esas refahın bu dünyada
değil de öbür dünyada olduğunu inanmalıdırlar. Hakim sınıflar,
inananlara cenneti, inanmayanlara da cehennemi vaadederler. Köleci
toplumda köle sahipleri kölelere; feodal toplumda feodal beyler
bağımlı köylülere ve kapitalist toplumda da burjuvazi proletarya
ve emekçilere bunu vaat eder. Bütün bu anlayışlar, görünüşleri
ne denli farklı olursa olsun, sonuçta farklı görünüşte felsefi
idealizmden başka bir anlam taşımazlar.
Demek
oluyor ki, bir taraftan Marksist-Leninist partinin dünya görüşü
olarak diyalektik ve tarihsel materyalizm, diğer taraftan da
sömürücü sınıfların dünya görüşü olarak idealizm.
Doğa,
ebedi hareket içinde olan maddedir ve insan düşüncesinden
bağımsız olarak vardır. Hal böyle olunca insan düşüncesi
nereden kaynaklanıyor? İnsan düşüncesi, doğadaki süreçlerin,
gelişmelerin ve şeylerin yansımasından başka bir şey değildir.
Bu anlamda diyalektik materyalizm, doğadaki gelişmenin öğretisidir
ve tarihsel materyalizm de bu gelişmenin kavranışının/algılanmasının
insan toplumuna uyarlanmasıdır.
Toplumların
tarihinde düşünce ve var oluş sürekli önemli bir rol
oynamıştır ve oynamaktadır. İnsan ölmesine rağmen ruhunun
ölmeyeceği, doğa üstü güçler, tanrı olgusu vb. mistik ve
dinsel kavramlar hakim sınıflar tarafından sömürü ve baskı
düzenlerinin devamı geniş emekçi yığınların baskı altında
tutulmasının bir aracı olarak sürekli canlı tutulurlar, yeniden
ve yeniden yorumlanırlar. F. Engels, "Ludwig
Feuerbach ve Alman Klasik Felsefesinin Sonu" yazısında
konuya ilişkin olarak şöyle der:
"Düşüncenin
varlığa, tinin doğaya ilişkisi sorununun, bütün felsefenin bu
en yüksek sorununun kökleri, aynen her dinde olduğu gibi,
yabanilik çağının kısıtlı ve bilgisiz kavrayışlarındandır.
Ama bu sorun, ancak, Avrupa toplumu, Hristiyan ortaçağın uzun kış
uykusundan uyandığı zaman bütün kesinliğiyle konabilir ve ancak
o zaman bütün anlamını kazanabilirdi. Ayrıca ortaçağın
skolastiğinde büyük bir rol oynamış olan düşüncenin varlığa
göre durumu sorunu, tinin mi yoksa doğanın mı, hangisinin esas
öge olduğu sorunu, bu sorun, kilise açısından, şu keskin biçimi
aldı: dünya tanrı tarafından mı yaratılmıştır, yoksa ebedi
olarak var mıdır?
Bu
soruyu yanıtlayışlarına göre filozoflar iki büyük kampa
ayrılıyorlardı. Tinin, doğaya göre önce gelme özelliğini
ileri sürenler ve buna göre de, son aşamada, ne cinsten olursa
olsun dünya için bir yaratılmayı kabul edenler...İdealizm
kampını oluşturuyorlardı. Diğerleri, doğayı esas alanlar ise
materyalizmin değişik okullarında yer alıyorlardı" (3).
Materyalizm
ile idealizm arasındaki mücadele yüzyıllardan beri sürmektedir.
Bütün soru, dönüp dolaşıp belli bir noktada düğümleniyor:
doğayı tanrı mı yaratmıştır veya doğa, madde ebedi olarak var
mı? Tin, düşünce, maddenin gelişme ürünü müdür? Bu sorulara
Engels'in verdiği cevap kısa ve açıktır:
"Madde,
tinin bir ürünü değildir. Ama tinin kendisi, maddenin en üstün
ürününden başka bir şey değildir"
(4).
Engels'in
bu anlayışını Lenin, "Materyalizm
ve Ampiryokritisizm"
yapıtında
şöyle tamamlar:
"Madde,
duygu organlarımıza etkide
bulunur ve duyum yaratır. Duyum, beyine, sinirlere, ağ tabakasına
vs. yeni belli biçimde örgütlenmiş maddeye bağımlıdır.
Maddenin varlığı, duyumdan bağımsızdır. Madde, birincil
olandır. Duyum, düşünce, bilinç, özel biçimde örgütlenmiş
maddenin en gelişmiş (yüksek, çn) ürünüdür. Bu genel
itibariyle materyalizmin kavrayışıdır ve özel olarak da Marks
ve Engels'in kavrayışıdır" (5).
Yani
dünya, doğa insan bilincinden bağımsız olarak vardır; doğadaki
çeşitli görünümler nesnel olarak, insan bilincinden bağımsız
olarak vardırlar. Doğadaki ve toplumdaki bütün görünümler,
süreçler, gelişmeler nesnel yasalara tabidirler. Bu materyalist
anlayışın tam tersini idealizm savunur. Felsefi idealizme göre
şeyler, görüngeler düşünce ve duyumlardır. Bundan dolayı,
felsefi idealizme göre nesnel yasalar yoktur. Yasa denen şeyler,
insan düşüncesinin ürünleridir.
Engels,
"Anti-Dühring"de
konuya ilişkin olarak şöyle der:
"...Sonra,
bilinç ile doğanın, düşünce ile varlığın, düşünce
yasaları ile doğa yasalarının birbirlerine bu derece uyumlarını
son derece tuhaf bulmak zorunda kalınır. Ama eğer daha sonra
düşünce ile bilincin ne oldukları ve nereden geldikleri
sorulursa, bunların, insan beyninin ürünü oldukları ve insanın
da, doğanın, çevresi içinde ve çevresi ile birlikte gelişen bir
ürününden başka bir
şey olmadığı
görülür; bundan da, doğal olarak, son çözümlemede, doğa
ürünleri olan
insan beyni ürünlerinin, doğanın bütünü ile çelişki
durumunda değil, uygunluk durumunda bulundukları sonucu çıkar"
(6).
Demek
oluyor ki, felsefi idealizm, soruna tamamen yanlış bakıyor. İnsan
beyni maddenin en gelişmiş biçiminden başka bir şey değildir.
Marksist-Leninistler,
daha genel bir kavram kullanırsak materyalistler, düşünce ve
duyumların nesnel dünyayı yansıttıklarından hareket ederler.
Doğada ve toplumda birtakım görüngülerin, yasaların henüz
kavranmamış, keşfedilmemiş olmaları, onların var olmadıkları
anlamına asla gelmez. Bunlar, bizim düşüncemizden bağımsız
olarak vardırlar. Biz anlamıyor ve kavramıyorsak toplum ve doğanın
birtakım gerçeklikleri yok sayılamaz. Daha kapsamlı araştırdıkça,
yaşamın pratiği derinleştikçe bizim için görünmeyen,
anlaşılmayan olanlar, görünür, kavranır ve anlaşılır
olurlar. Bunu yapabilmek için en önemli silahımız, teori ve
yöntem olarak diyalektik ve tarihsel materyalizmdir.
Diyalektik
ve tarihsel materyalizm, materyalizmin en gelişmiş biçimidir.
"Hareket,
maddenin var oluş biçimidir"
Konuya
ilişkin olarak Engels, "Anti-Dühring"de
şöyle der: "Hareket,
maddenin varoluş biçimidir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde,
hareketsiz madde ne olmuştur ne de olabilir. Evren uzayında
hareket, her göksel cisim üzerinde daha küçük kitlelerin mekanik
hareketi, ısı, elektrik veya
da manyetik akım biçiminde moleküler titreşim, kimyasal dağılma
ve bileşim, organik yaşam, evrendeki her tekil madde atomu, her
belirli anda, bu hareket biçimlerinden herhangi birine, veya
da aynı zamanda bir çoğuna birden katılır. Her hareketsizlik,
her denge, sadece görelidir, ancak şu veya
da bu belirli hareket gibi hareketsiz madde de düşünülemez.
Öyleyse, maddenin kendisi gibi, hareketin yaratılması ve yok
edilmesi de olanaksızdır"
(7).
Öyleyse
hareket nedir ve niçin yok edilemez? Aynı eserinde Engels, bu
soruyu şöyle cevaplandırıyor:
"Maddenin
hareketi, salt kaba mekanik hareket değildir, salt yer değiştirme
değildir; ısı ve ışıktır, elektrik ve manyetik
gerilimdir. Kimyasal bileşim ve ayrışımdır,
yaşamdır ve nihayet bilinçtir"
(8).
Demek
oluyor ki hareket, çeşitli biçimlerde açığa çıkıyor.
Hareketin bir biçimi, ancak belli koşullarda başka bir biçime
dönüşebiliyor. Sadece biçimde değişme oluyor. Aynı yerde
Engels, devamla konuya ilişkin olarak şöyle der:
"Maddenin,
bütün sınırsız varlık süresi boyunca yalnızca bir defa ve
sonsuzluğuna oranla sonsuz derecede küçük kısa bir süre için,
kendisini, hareketini farklılaştırabilecek ve dolayısıyla bu
hareketin bütün zenginliğini ortaya koyabilecek bir durumda
bulunduğunu ve bundan önce ve sonra, maddenin sonsuza kadar salt
yer değişikliği ile sınırlanmış olarak kaldığını söylemek,
maddenin ölümlü ve hareketin geçici olduğunu savunmakla eş
anlamlıdır. Hareketin yok olmazlığı, sadece nicel olarak değil,
aynı zamanda nitel olarak da kavranmalıdır; salt mekanik yer
değiştirme, uygun koşullar altında ısıya, elektriğe, kimyasal
eyleme, yaşama dönüşme olanağını da kapsamakla birlikte, bu
koşulları kendiliğinden yaratamayan bir madde hareketini
yitirmiştir; kendisine uygun düşen çeşitli biçimlere dönüşmek
yeteneğini yitirmiş bir hareket, her ne kadar dinamiğe sahip olsa
da artık enerjisi kalmamıştır ve böylece kısmen yok edilmiş
olur. Ama bunların her ikisi de düşünülemez".
"Hareket,
maddenin varoluş biçimidir".
Yani hareket ve madde aynıdır/özdeştir, hareket halinde madde
veya maddesel hareket.
Uzay,
hareket halindeki madde ile doludur veya uzayda boşluk, maddenin
olmadığı bir mekan yoktur. Bu madde yok edilemez, ancak onun
çeşitli biçimleri birbirlerini etkilerler ve yeni biçimlerin
oluşmasına neden olurlar.
Engels,
adı geçen yapıtında konuya ilişkin olarak şöyle der.
"Bizce
kavranabilen tüm doğa, bir sistem biçimidir, cisimlerin karşılıklı
bağlantılarının bir toplamı biçimidir ve biz, burada, cisim
deyince, yıldızlardan atomlara kadar, hatta varlıkları kabul
edildiği ölçüde esir tabakası parçacıklarına kadar bütün
maddi varlıkları anlarız. Bu cisimlerin bir karşılıklı
bağlantı içinde bulunduğu gerçeği, onların, birbirlerini
etkilediği gerçeğini içinde taşır ve onların bu karşılıklı
etkisi de açıkça, hareketi oluşturur. Bundan da anlaşılıyor ki
madde, hareketsiz düşünülemez. Ayrıca madde, karşımızda, var
olan, var olduğu gibi de yaratılamayan ve yok edilemeyen bir şey
olarak duruyorsa, bundan, hareketin de, yaratılamayacağı gibi yok
edilemeyeceği sonucu çıkar. Bu
vargı, evrende bir
sistem, cisimlerin karşılıklı bağlantılı bir birliğinin kabul
edilmesiyle reddedilemez duruma geldi"
(10).
Yani
uzay; kozmos, sürekli hareket içinde olan ve biçim değiştiren ve
zaman ve mekan içinde sonsuz olan madde ile doludur.
"Çünkü
bütün varlığın temel biçimleri zaman ve mekandır ve zaman
dışında bir varlık, mekan dışında bir varlık gibi saçmadır"
(11).
Bu
materyalist anlayışı çürütmek için burjuva doğa bilimcileri
"büyük patlama"
veya "ilk patlama"
teorisine sarılıyorlar: Bu teoriye göre kozmos, yaklaşık 20
milyar yıl önce gerçekleşen büyük patlama sonucunda oluşmuş,
hiç yoktan var olmuş!! Burjuva bilimciler bu teoriyi kanıtlamak
için hala uğraşıyorlar.
"Büyük
patlama" teorisi
ile madde yoktan var ediliyor, zamana bir başlangıç konuluyor ve
maddenin genişlemesiyle de mekan oluşuyor. Başlangıcın olduğu
yerde son da olmalıdır.
Bu
konuda Engels, "Anti-Dühring"
yapıtında şöyle der:
"Açık
olan şudur, bir sonu olan ama başlangıcı olmayan sonsuz, bir
başlangıcı olan, ama sonu olmayan sonsuzdan ne daha çok, ne de
daha az sonsuzdur. En ufak bir diyalektik anlayış, Bay Dühring'e,
başlangıç ile sonun, kuzey ve güney kutupları gibi, zorunlu
olarak birbirine bağlı bulunduklarını ve son ortadan
kaldırılırsa, başlangıcın ta kendisinin son durumuna geleceğini
ve tersinin de böyle olduğunu söylerdi....
....Sonsuzluk
bir çelişkidir ve çelişkilerle doludur. Bir sonsuzun, sonlu
değerlerden bileşmiş olması aslında bir çelişkidir, ama durum
da budur. Maddi dünyanın sınırlı niteliği, onun sınırsız
niteliğinden daha az çelişkilere götürmez ve bu çelişkileri
ortadan kaldırmayı gözeten her girişim, görmüş olduğumuz
gibi, yeni ve daha ağır çelişkilere götürür. Sonsuzluk, işte
bir çelişki olduğu içindir ki, zaman ve mekan içinde sonsuzca
çıkıp giden sonsuz bir süreçtir. Çelişkinin ortadan
kaldırılması, sonsuzluğun sonu olurdu"
(12).
Diyalektik
ve metafizik yöntem
Doğadaki
ve toplumdaki gelişmeler ve görünümler iki bakış açısından
ele alınıp incelenebilirler. Bunlardan birisi, ele alınanı
değişmeyen, önceden belirlenmiş olarak kabul eder, hareketi ve
değişimi reddeder. Bu, soruna metafizik bakış tarzıdır, yani
metafizik düşünce tarzına tekabül eden yöntem.
Engels,
"Anti-Dühring"
yapıtında şöyle der:
"Doğayı
insan tarihini veya
da kendi öz kafa etkinliğimizi düşüncenin incelenmesi altına
koyduğumuz zaman, bize ilk görünen şey, hiçbir şeyin olduğu
gibi, olduğu yerde, olduğu biçimde kalmadığı, ama her şeyin
hareket ettiği, değiştiği, olduğu ve yok olduğu sonsuz bir
karşılıklı ilişkiler ve etkiler yumağı tablosudur. Demek ki,
içinde ayrıntıların henüz az çok silindiği genel tabloyu
görüyoruz; hareket eden, geçen ve birbirine bağlanan şeyin
kendisinden çok, harekete, birinden öbürüne geçişlere,
bağlantılara dikkat ediyoruz. Dünyayı düşünmenin bu ilk,
doğal, ama aslında doğru biçimi, ilkçağ Yunan filozoflarının
düşünce biçimidir ve onu açıkça ilk formüle eden de
Herakleitos olmuştur...Ama bu görüş biçimi olaylar bütününün
sunduğu tablonun genel niteliğini ne denli doğru bir biçimde
kavrarsa kavrasın, gene de genel tabloyu meydana getiren ayrıntıları
açıklamaya yetmez ve onları açıklamaya yetenekli olmadığımız
sürece, genel tablo üzerinde açık bir düşünce sahibi de
olamayız. Bu ayrıntıları bilmek için, onları doğal veya
da tarihsel bağlantılarından ayırmak ve nitelikleri, özel neden
ve sonuçları vb. içinde incelemek zorundayız. Bu, en başta, doğa
bilimi ile tarihsel araştırmanın görevidir...Gerçek bir doğa
bilimine,...bu bilimin durmadan artan bir hızla geliştiği 15.
yüzyılın ikinci yarısında rastlanır. Doğanın tekil
parçalarının bölünmesi, çeşitli doğal süreç ve nesnelerin
belirli sınıflara ayrılması, organik cisimlerin iç
yapılışlarının anatomik yönlerinin çeşitliliği içinde
irdelenmesi; doğanın bilinmesinde son dört yüzyılın bize
getirmiş bulunduğu büyük ilerlemelerin temel koşulları, işte
bunlardı. Ama bu yöntem, bize, doğal nesne ve süreçleri tek
başlarına, büyük genel bağlantı dışında, bunun sonucu
hareketleri içinde değil, hareketsizlikleri içinde; özsel
bakımdan değişken ögeler
olarak değil, değişmez ögeler
olarak; yaşamları içinde değil, ölümleri içinde şöyle böyle
kavrama alışkanlığını da geçirdi. Ve Bacon ile Locke
sayesinde, bu görüş biçimi, doğa biliminden felsefeye geçtiği
zaman, son yüzyılın özgül darkafalılığnı, metafizik düşünce
tarzını meydana getirdi"
(13).
Doğadaki
ve toplumdaki gelişmeleri ele almanın ve incelemenin bir yöntemi
böyle.
İkinci
bakış tarzı ise olayları ve gelişmeleri hareket ve değişim
içinde, karşılıklı ilişkileri ve birbirlerine bağlılıkları
içinde, basitten mükemmele doğru sarmal gelişmesi içinde ele
alır. Bu yönteme diyalektik yöntem denir ve bu diyalektik düşünme
tarzına tekabül eden yöntemdir.
Her
iki durumda da yöntem, düşünce tarzına tekabül eder. Doğadaki
ve toplumdaki gelişmeleri ve değişimleri inceleme yöntemini doğa
ve topluma bakış tarzından ayrı olarak ele alamayız. Düşünce
tarzı yöntemi belirler.
Metafizik
yöntemin ne olduğunu Engels, "Anti-Dühring"de
şöyle açıklar.
"Metafizikçi
için, şeyler ve onların düşüncedeki yansıları olan kavramlar,
biri öbüründen sonra ve öbürü olmaksızın dikkate alınacak,
değişmez, eğilip bükülmez, her zaman tıpkı kalan, yalıtık
irdeleme konularıdır. O, orta terimler
olmaksızın, sadece
antitezler aracılığıyla düşünür: evet evettir, hayır hayır
der; bunun ötesine geçen şey metelik etmez. Ona göre, bir
şey ya vardır
veya
da yoktur; bir şey
aynı zamanda hem kendisi hem de bir başkası olamaz, olumlu ile
olumsuz birbirlerini mutlak olarak dıştalarlar; neden ve sonuç da
aynı derecede sert bir
biçimde
birbirlerine karşı gelirler. Eğer bu düşünce biçimi, bize ilk
bakışta adam akıllı akla yatkın görünüyorsa, bunun nedeni, bu
düşünce tarzının sağduyu denilen şeyin düşünce biçimi
olmasıdır.
Ama, kendi dört duvarının zavallı alanında kapanıp
kaldığı sürece, bu arkadaş ne denli saygıdeğer olursa olsun,
geniş araştırma dünyasına atılmayı göze aldığı andan
başlayarak, sağduyu büsbütün şaşılacak serüvenlerle
karşılaşır ve metafizik görüş tarzı,
boyutları, konunun
niteliğine
göre değişen geniş alanlarda ne denli doğrulanmış ve ne denil
zorunlu olursa olsun, her zaman er veya
da geç, ötesinde dar, sınırlı, soyut bir duruma geldiği ve
çözülemez çelişkiler içinde kendini yitirdiği bir engele
çarpar; bunun nedeni, tekil nesneler karşısında onların
bağlantılarını; tekil nesnelerin varlıkları karşısında,
onların oluş ve yok oluşlarını; hareketsizlikleri karşısında,
hareketlerini unutmasıdır; ağaçlar, ormanı görmesini engeller"
(14).
Metafizik
düşünce tarzına göre doğa değişmez ve dünyadaki bütün
hareketlerin bir yaratıcısı vardır. Bu doğaüstü güce tanrı
denir. O, her şeyi yaratmıştır ve doğadaki her hareket onun ilk
vuruşuyla oluşmuştur ve hiç değişmeden devam etmektedir. Aynı
yapıtında Engels, diyalektik konusunda şöyle der:
"Bütün
bu süreçlerin, bütün bu düşünce yöntemlerinin hiçbiri,
metafizik düşünce çerçevesine girmez. Nesneleri ve onları
kavramsal yansılarını, özsel olarak bağlantıları,
zincirlemeleri, hareketleri, doğuşları ve sonları içinde
kavrayan diyalektik içinse, tersine, yukarıda sözü edilen
süreçler, onun kendine özgü davranış biçiminin birer
doğrulanmasıdır. Doğa, diyalektiğin deneme tezgahıdır ve
madenin doğa bilimi onuruna, onun bu deneme tezgahı için her gün
artan zengin bir olguları hasadı sağlayarak böylece doğada her
şeyin, son çözümlemede, metafizik olarak değil, diyalektik
olarak olup bittiğini, doğanın durmadan yinelenen bu çevriminin
sonsuz tekdüzeliği içinde hareket etmeyip, gerçek bir tarih
geçirdiğini kanıtladığını söylemeliyiz. Ama şimdiye kadar
diyalektik biçimde düşünmeyi öğrenmiş bulunan bilginleri
parmakla sayılabilecek denli az olduğu için, bulunan sonuçlar ile
geleneksel düşünce biçimi arasındaki çatışma, bugün doğa
bilimleri teorisinde egemen olan ve öğretmenler ile öğrencileri,
yazarlar ile okurları umutsuzluğa düşüren o büyük kargaşalığı
açıklar.
Evrenin,
onun ve insanlığın evriminin olduğu gibi, bu evrimin, insanların
beynindeki yansımasının da doğru bir biçimde kavranması,
öyleyse ancak, oluş ve yok oluşun, ilerleyen ve gerileyen
değişikliklerin evrensel karşılıklı etkilerini sürekli olarak
göz önünde
tutarak, diyalektik yoldan olanaklıdır" (15).
Diyalektik
yöntemin uygulanma/kullanım alanı sadece doğa ile sınırlı
değildir. Bu yöntem, aynı zamanda, toplumsal gelişme ve
değişimlerin incelenmesi ve kavranmasında da kullanılır.
Toplumsal gelişmeyi, toplumdaki değişimi kavramak ve bunun sınıf
mücadelesi, mücadele aşama ve biçimleri bakımından ne anlama
geldiğini bilmek ve ona göre hareket etmek isteyenin yegane
güvenebileceği ve kullanabileceği yöntem, diyalektik yöntemdir,
Marksist
diyalektiktir. Doğa ve toplumun yasalarını araştırmak ve bu
yasalardan yararlanmak ancak ve ancak diyalektik yöntemin
kullanılmasıyla olanaklıdır. Lenin, diyalektik yöntemi yegane
bilimsel yöntem olarak tanımlar ve bu konuda "Halkın
Dostları Kimlerdir" yapıtında
şöyle der.
"Marks
ve Engels'in -metafizik yöntemin karşıtı olarak- diyalektik
yöntem adını verdikleri şey, toplumun, sürekli gelişme
durumunda olan canlı bir organizma (mekanik olarak birbirlerine
bağlanmış ve dolayısıyla ayrı ayrı toplumsal ögelerin
her türlü rastlantısal birleşmelerine izin veren bir
şey olarak değil)
kabul edilerek incelenmesi, o toplumsal biçimlenişi oluşturan
üretim ilişkilerinin nesnel bir analizini, bunların işleyiş ve
gelişme yasalarının araştırılmasını gerektiren bir organizma
olarak
gören sosyolojik bilimsel yöntemden başka bir
şey değildir"
(16).
Bir
soruyu cevaplandırmadan geçmeyelim. Burjuva doğa bilimcileri de
başarılı araştırmalar yaptılar, yapıyorlar. Mademki onlar,
diyalektik yöntem kullanmıyorlarsa, başarılı sonuçlar veren
araştırmaları nasıl yapıyorlar? Yerinde bir soru! Burjuva doğa
bilimcileri metafizik düşünce tarzının etkisindedirler ve yöntem
olarak metafizik yöntemi kullanırlar. Onlar, kullandıkları
yöntemin özünün farkına varmadan, bilinçsiz bir şekilde
diyalektik yöntemi kullandıklarında başarılı sonuçlar
alıyorlar. Burjuva doğa bilimcilerinin bütün buluşlarında,
başarılı araştırmalarında diyalektik yöntemi kullanmaları
belirleyici olmuştur. Doğa yasalarının, doğada hareketi ve
değişimin metafizik yöntemle kavranamayacağını burjuva bilim
adamları da çok iyi biliyorlar. "Anti-Dühring"in
önsözünde Engels şöyle diyor:
"....Karşılıklı
ve ayrımları(n) doğada elbette var olduklarını, ama ancak görece
bir geçerlilikle varolduklarını; buna karşılık onlara yüklenen
o mutlak değişmezlik ve değerin doğaya sadece bizim düşüncemiz
tarafından yüklendiğin kabul etmek; işte doğanın diyalektik
anlayışının özü. Doğa biliminde biriken olguların baskısı
altında bu anlayışa varmak olanaklıdır; ama eğer bu olguların
diyalektik niteliğine diyalektik düşünce yasaları bilinciyle
yanaşılırsa, bu anlayışa daha kolay varılır. Her
halükarda doğa
bilimi öylesine gelişmeler gerçekleştirmiştir ki, artık
diyalektik bireşimden kurtulamaz. Doğa bilimi, şayet deneylerinin
içinde bireşimleştiği sonuçların, kavramlardan başka bir
şey olmadığını,
kavramlarla iş görme sanatının ne doğuştan geldiğini, ne de
her günkü
olağan bilinçle elde edildiğini, ama gerçek bir düşünce,
doğanın tecrübeye dayanan araştırmasından ne daha çok ne de
daha az uzun
bir tecrübeye dayanan tarihe sahip gerçek bir düşünce
gerektirdiğini unutmazsa, bu işte kolaylıklar kazanacaktır. Doğa
bilimi, bir yandan kendi dışında ve kendi üstünde geçinen her
türlü ayrı doğa felsefesinden ve öte yandan İngiliz
ampirizminin kalıntı olan kendi öz sınırlı düşünce
yönteminden, işte ancak felsefenin ikibinbeşyüz yıllık evrim
sonuçlarını özümlemeyi öğrenerek kurtulacaktır"
(17).
Doğru,
Engels'in dediği gibi, doğa bilimi "diyalektik bireşim"den;
diyalektik sentez ve yöntemden kurtulamamıştır. Bu yöntemi
kullanmaksızın bir milim dahi ilerleyememiştir. Ama her iki yöntem
-diyalektik ve metafizik yöntem- arasındaki mücadele henüz
sonuçlanmamıştır. Bu mücadele bütün dünyada sosyalizmin
sistem olarak hakim olduğunda diyalektik yöntem lehine
sonuçlanacaktır.
Doğada
ve Toplumda Yasalar ve Araştırılmaları
Buraya
kadar anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi, doğada ve toplumda
gelişme ve değişim, yani hareket, diyalektiğin yasalarına
göredir. Doğada ve toplumda her gelişme diyalektiğin yasalarına
göre olur. Ama soruna metafizik yöntemle yaklaşıldığında
zorluklar baş gösterir. Metafizik yöntemle doğa ve toplumda
gelişmeler açıklanamaz. Çünkü bu yöntem, doğa ve toplumun
yasalarının incelenmesine idealist yaklaşır, idealist yaklaşım,
nesnel yasaların tinin ürünü olduğu anlayışıdır. Bu durumda
doğa ve toplumun yasalarının araştırılmasında metafizikçi
için esas olan tinin birincilliği, diyalektikçi için esas olan
nesnel gerçekliktir.
Bu
yasaların nerede aranması gerektiği sorusuna Engels,
"Anti-Dühring"
yapıtının önsözünde şöyle cevap veriyor:
"Nihayet,
benim için esas olan, diyalektik yasaları kurgu aracılığıyla
doğaya sokmak değil, ama onları orada bulmak ve oradan çıkartmak
olabilirdi" (18).
Engels,
neyin nerede aranması gerektiğini ve diyalektiğin yasalarını
şöyle formüle eder:
"Öyleyse,
diyalektiğin yasaları, doğa ve insan toplumu tarihinden
çıkartılmaktadır, çünkü bunlar, bizzat düşüncenin olduğu
gibi, tarihsel gelişmenin de bu iki yönünün en genel yasalarından
başka bir şey değildir. Ve bunlar, esas olarak üçe
indirgenebilirler:
-Niceliğin
niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşümü yasası.
-Karşıtların
iç içe geçmesi yasası.
-Yadsımanın
yadsınması yasası.
Her
üçü de, Hegel tarafından, onun idealist biçiminde salt düşünme
yasaları olarak geliştirilmiştir...yanlışlık bu düşüncelerin
doğa ve tarihten çıkartılmayıp, bunların düşünce yasaları
olarak doğa ve tarihe zorla yamanması gerçeğinde yatar"
(19).
Engels'in
deyimiyle Hegel, bu yasaları idealist biçiminde salt düşünme
yasaları olarak geliştirmiştir. Oysa bu yasalar doğa ve toplumun
nesnel yasalarıdır, insan düşüncesinden bağımsız olarak
vardırlar. Hegel'in felsefesinin bu konudaki yanlışlığı da
nesnel olanı idealist biçimde açıklamaya çalışmasıdır.
Diyalektik düşünülmediğinde, soruna yüzeysel bakıldığında
yanlışlık hemen baş gösteriyor: doğada ve toplumda belli bir
yasa keşfedildiğinde ve formüle edildiğinde bunun bir düşünce
ürünü olduğu ve doğa ve topluma uygulandığı sanılıyor. Oysa
olan/gerçek o zamana kadar bilinmeyen, kavranmayan nesnelliğin
(yasanın) keşfedilmesi ve formüle edilmesidir. Burada düşünce,
keşfetmekle ve formüle etmekle sınırlı.
Aynı
yerde Engels, devamla şöyle der:
"Tüm
zoraki ve çoğu zaman tüyler ürpertici yapının kaynağı budur;
evren ister istemez, kendisi ancak insan düşüncesinin evriminin
belirli bir aşamasının ürünü olan bir düşünce sistemine
uymak zorundadır. Olanı tersine çevirirsek, her
şey pek basit bir
görünüş alır, idealist felsefede son derece gizemli görünen
diyalektik yasalar hemen basitleşirler ve gün gibi açık olurlar"
(20).
Şimdi
Engels'in bahsettiği diyalektiğin bu üç temel yasasını kısaca
açıklayalım:
-Niceliğin
niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşme yasası:
Bu
yasa hakkında Engels, "Doğanın
Diyalektiği"
yapıtında şöyle der:
"Niceliğin
niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşmesi yasası(nı), kendi
amacımız için...doğada, her durum için ayrı saptanmış bir
biçimde, nitel değişmelerinin ancak (enerji denilen) maddi veya da
hareketin nicel eklemeleri veya da nicel eksilmeleri ile ifade
edebiliriz.
Doğadaki
bütün nicel farklılıklar ya kimyasal bileşim farklarına ya
hareketin (enerjinin) farklı niceliklerine veya
da biçimlerine veya
da hemen her zaman olduğu gibi, her ikisine birden dayanır. O
halde, madde veya
da hareket arttırılmadan veya
da azaltılmadan, yani bu cismin niceliği değişmeden niteliğini
değiştirmek mümkün değildir" (21).
Bu
yasa, doğada ve toplumda gelişmenin tekdüze olmadığını,
sıçramak olduğunu gösterir. Gelişme sürecinde görünen
süreklilik bir yerde kesintiye uğrar. Bu sıçramadır. Sıçrama,
niceliğin niteliğe veya da niteliğin niceliğe dönüşmesini
ifade eder.
Yasanın
doğa ve toplumdaki gelişmelerle açıklanması:
Su,
100 derece sıcaklıkta buharlaşmaya, 0 derece sıcaklıkta da buza
dönüşmeye başlar. Buradaki 100 ve 0 sıcaklık dereceleri suyun
yeni bir niteliğe (buhara ve buza) dönüşmesinde sıçrama
noktalarını oluştururlar.
Kapitalizmin
doğuşu ve gelişmesi, süreklilik arz eden bir niceliğin niteliğe
ve niteliğin niceliğe dönüşümüdür: zanaatçılıkta nicel
gelişme sonucunda kooperasyon/küçük meta üretimi oluşur
(zenaatçılığa göre nitel değişim) yeni nitel değişim olan
küçük meta üretiminden, nicel gelişme sonucunda manüfaktür
oluşur (küçük meta üretimine göre yeni nitel değişim).
Manüfaktür, yine nicel gelişme soncunda makinalı üretime
dönüşür. Bu da, manüfaktüre göre yeni ve nihai nitel
değişimdir. Başından sonuna bu, kapitalist gelişmenin üç
aşamasına tekabül eden nicel ve üç nitel gelişmeyi ifade eder.
Nitelden niceliğe, nicelikten nitele dönüşüm tedrici gelişmenin
sıçramayla kesintiye uğratılmasıdır. Sıçramayla ilgili olarak
Engels "Anti-Dühring" yapıtında şöyle der.
"Ne
denli tedrici (ilerleyici) olursa olsun, bir hareket biçiminden bir
başka hareket biçimine geçiş, her zaman bir sıçrama, her zaman
kesin bir dönemeç olarak kalır. Göksel cisimler mekaniğinde, tek
başına alınmış bir göksel cisim üzerindeki daha küçük
yığınlar mekaniğine geçiş böyledir; yığınlar mekaniğinden,
ısı, ışık, elektrik, mıknatıslık gibi asıl fizikte
incelediğimiz hareketleri kapsayan moleküller mekaniğin geçiş de
böyledir; moleküller fiziğinden atomlar fiziğine -kimyaya- geçiş
de, kesin bir sıçrama ile gerçekleşir...Yaşam sahası içinde
sıçramalar, giderek daha seyrek ve daha farkedilmez bir durum
alırlar" (22).
-Karşıtların
birliği, mücadelesi ve birbirlerini etkilemeleri yasası:
Bu
konuda Engels, "Anti-Dühring"
yapıtında şöyle der:
"Nesneleri
dinginlik durumunda ve cansız, her biri kendi başına biri öbürünün
yanında ve biri öbüründen sonra olarak düşündüğümüz
sürece, kuşkusuz ki, onlarda hiçbir çelişki ile karşılaşmayız.
Burada kısmen ortak, kısmen farklı, hatta birbiriyle çelişir,
ama bu takdirde, farklı şeylere dağıtılmış ve bunun sonucu
kendinde çelişki içermeyen bazı özgüllükler buluruz. Bu gözlem
alanı sınırları içinde, işimizi alışılmış metafizik
düşünce biçimi ile yürütebiliriz. Ama nesneleri, hareketleri,
değişmeleri, yaşamları, birbirleri üzerindeki karşılıklı
etkileri içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak,
durum iyiden iyiye değişir. Burada birdenbire çelişkiler içine
düşeriz. Hareketin kendisi bir çelişkidir" (23).
Burada
Engels, hareket ile çelişkilerin kopmaz bağına açıklık
getiriyor.
Aynı
yapıtında Engels, çelişki konusunda şöyle der:
"Karşıtlık-
Bir şey
karşıtlık ile doluysa, o, bizzat kendisi ile çelişki içindedir
ve onun düşünce ifadesi de keza (çelişki içindedir). Örneğin;
bir şeyin
aynı zamanda aynı kalması ve sürekli değişmesi, 'atalet' ve
'değişme' karşıtlığını taşıması bir çelişkidir"
(24).
Çelişkisiz
bir şey olmuyor. Her şey, çelişkisiyle birlikte var oluyor.
Çelişki hareket ile kopmaz bağ içinde, maddesiz hareket,
hareketsiz madde olmaz. Öyleyse çelişkisiz hareket de olamaz. Peki
şeylerin hareket içinde ele alırsak, birbirlerini etkilemelerine
bakarsak, nasıl bir durumda karşı karşıya kalırız. Bu konuda
Engels, adı geçen yapıtında şöyle der:
"Hareketin
kendisi bir çelişkidir; daha yalın mekanik yer değiştirmenin
kendisi bile, ancak bir cisim, bir ve aynı anda, hem bir yerde, hem
de bir başka yerde hem bir ve aynı yerde olduğu ve hem de orada
olmadığı için gerçekleşebilir. Ve hareket, işte bu çelişkinin
sürekli olarak ortaya çıkma ve aynı zamanda çözülme biçimi
içinde bulunur...
Şayet
basit mekanik yer değiştirme, kendinde bir çelişki içeriyorsa,
maddenin daha yüksek hareket biçimleri ile organik yaşam ve
organik yaşamın gelişmesi, haydi haydi içerir. Yukarıda yaşamın,
en başta bir varlığın, her an, hem kendisi hem de bir başkası
olmasına dayandığını görmüştük. Öyleyse yaşam da şeylerin
ve süreçlerin kendinde var olan ara vermeden ortaya çıkan ve
çözülen bir çelişkidir. Ve çelişki biter bitmez yaşam da
biter, ölüm baş gösterir" (25).
Metafizikçi
bunu anlar mı? Anlamaz. Metafizikçi şeylerin görünümlerin,
gelişmenin içinde çelişkiler taşıdığını reddeder,
metafizikçi, gelişmeyi sarmal biçimde ve sürekli mükemmele doğru
olduğunu kavramaz. Ona göre gelişme, dönüp dolaşıp çıkış
noktasına gelen harekettir.
Diyalektikçi
ise soruna, Engels'in açıkladığı anlayışla yaklaşır.
Diyalektikçiye göre, her süreç, her gelişme, her şey, her
görünüm çelişkilerle doludur, bunlar karşıtların birliği
olarak var olurlar ve onların geleceğini belirleyen bu birlik
değil, karşıtların mücadelesidir.
Kapitalist
toplum, sınıflardan oluşan karşıtların birliğidir. Bu toplum
temel iki sınıf olarak burjuvazi ve proletaryadan oluşur. Ama bu
toplumun geleceğini bu birlik değil, karşıtların; proletarya ve
burjuvazinin kendi aralarındaki mücadele belirler. Toplumun,
sürekli ileriye doğru gelişmesi bu mücadelenin sonucudur.
-Yadsımanın
yadsınması yasası:
Bu
yasa hakkında Engels, adı geçen yapıtında şöyle der:
"Öyleyse
yadsımanın yadsınması nedir? Son derece genel ve işte bu yüzden,
büyük bir önem ve büyük bir değer taşıyan doğanın, tarihin
ve düşüncenin bir gelişme yasası; görmüş bulunduğumuz gibi,
hayvanlar ve bitkiler dünyası bakımından, jeoloji,
matematik, tarih, felsefe bakımından geçerli olan...yasa...Bu işin
yadsımanın yadsınması olduğunu söylediğim zaman, örneğin,
arpa tanesi tarafından, çimlenmeden taneyi taşıyan bitkinin yok
olmasına değin izlenen özel gelişme üzerine hiçbir şey
söylemediğim kendiliğinden anlaşılır...şayet bütün...süreçler
üzerine, bunlar yadsımanın yadsınmasıdır dersem, bunların
hepsini birden bu tek hareket yasası altında kavramış ve bu
nedenle de, tek başına alınmış hiçbir özel sürecin
özelliklerini hesaba katmamış olurum. Gerçekte diyalektik,
doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme
yasaları biçiminden başka bir
şey değildir"
(26).
Yadsımanın
yadsınması veya inkarın inkarı, söz konusu olanın reddi, inkar
edilmesi anlamına gelmez. Yadsımanın yadsınması "hayır"
demek değildir. Bu, kırmak, yok etmek anlamına gelmez. Tam
tersine, yadsımanın yadsınması, ileriye doğru gelişmenin
ifadesidir. Engels, aynı yapıtında/aynı yerde bu konuda şöyle
der:
"Şöyle
bir itirazda da bulunabilirler: burada gerçekleşen yadsıma, gerçek
bir yadsıma değil; bir arpa tanesini, onu öğüterek, bir böceği,
üzerine basarak a olumlu büyüklüğünü, onu çizerek de
yadsırım. Veya
da, gül gül değildir diyerek, gül, güldür önermesini yadsırım;
veya da
şayet bu önermeyi yeniden yadsır ve gül, gene güldür dersem,
bundan ne sonuç çıkar? Bu itirazlar gerçekte metafizikçilerin
diyalektiğe karşı belli başlı ve bu sınırlı düşünce
biçimine tamamen yaraşır kanıtlardır. Yadsımak, diyalektikte
sadece hayır demek,- veya
da bir şeyin var olmadığını söylemek veya
da onu, herhangi bir biçimde yok etmek anlamına gelmez...Yadsımanın
türü, ...sürecin önce genel, sonra da özel doğası tarafından
belirlenir. Yalnızca yadsımamalıyım, bilakis yadsımayı yeniden
ortadan kaldırmalıyım da. Öyleyse birinci yadsımayı ikincisi
olanaklı kalacak
veya
da olanaklı bir duruma gelecek bir biçimde var etmek gerekir. Bu
nasıl olur? Tek başına alınmış her durumun özgül doğasına
göre. Şayet bir arpa tanesini öğütür, şayet bir böceği
ezersem, birinci eylemi gerçekleştirmiş ama ikinciyi olanaksız
kılmış olurum. Demek ki, şeylerin her türünün, ortaya bir
gelişme çıkacak biçimde kendi özgül yadsınma türü vardır ve
her fikir ve kavram türü içinde bu böyledir"
(27).
Yadsımanın
yadsınması çelişkinin ortadan kaldırılması demektir. Burada
çelişki, gelişmenin o anındaki/sürecindeki engeldir. Bu engel
yadsıma ile kaldırılmış ve gelişmenin önü, bir dahaki
yadsımaya/engele kadar açılmıştır. Bu, yadsımanın
yadsınmasının nicel değişimlerde olduğu gibi nitel değişimlerde
de geçerli olduğunu gösterir. Köleci toplum ilkel toplumun,
feodal toplum köleci toplumun, kapitalist toplum feodal toplumun,
sosyalist toplum kapitalist toplumun yadsımasıdır.
Sosyalizm/Komünizm sömürüye dayanan toplumun yadsımasıdır.
Sınıf mücadelesinde işçi sınıfının stratejik saldırıda
olduğu aşama, stratejik savunmada olduğu aşamanın ve
ayaklanma/iktidarı ele geçirme aşaması da stratejik saldırı
aşamasının yadsımasıdır.
Lenin
ve Diyalektiğin Tanımı
Lenin,
diyalektiğin temel unsurlarını inceler ve bundan sonuçlar
çıkartır. O, "Felsefe
Defterleri"nde
diyalektiğin üç temel unsurundan bahseder.
Diyalektiğin
birinci temel unsuru:
"1-
Kavramın tanımlanması, o kavramın kendisinden çıkartılmalıdır.
(Şey, kendi ilişkilerinin ve gelişmesinin içinde ele
alınmalıdır)"
(28).
Şeylerin
ve görüngülerin/gelişmelerin değerlendirilmesinde; adının
konmasında/tanımlanmasında doğru kavramın tespiti çok
önemlidir. Doğada ve toplumda yeni gelişmeler olduğunda bunlar,
kavramsal olarak belirlenmelidir. Aksi takdirde yeni gelişmeler,
eski kavramlarla tanımlanırlar ki bu, vahim hatalara neden olur.
Partizan
camiasından maoculara göre Türkiye'de feodal üretim biçimi
hakimdir. Yani sömürü biçimi de feodaldir. Onlar, neye göre bu
tespiti yaptıklarını açıklamazlar. Bunun ötesinde tespit böyle
olduğu için kapitalist görüngülere inanmayın derler. Yani var
olan gelişmeyi, o gelişmenin kendisinden, nesnel olarak varlığından
hareketle açıklamazlar. Bunu yaptıklarında, teorilerinin
savunulacak bir yanının olmadığını göreceklerdir. İstiyorlarsa
feodal, yarı-feodal Türkiye veya "yarı-feodal üretim tarzı"
anlayışlarını kendi ilişki ve gelişmesi içinde ele alarak
açıklasınlar. Bunu yaparlarsa temel teorilerini reddetmek zorunda
kalacaklardır veya da şimdiye kadar olduğu gibi, doğruyu
savunduklarında ısrar ederek diyalekti yöntemi ve somutta da
Lenin'i diyalektiğin birinci temel unsuru ile açıkladığı
anlayışı reddedeceklerdir. Bu, bir bütün olarak diyalektik ve
tarihsel materyalizmin reddinden başka bir anlam taşımaz. Türkiye
gerçeğini, Türkiye gerçeği dışında, Türkiye'de ekonominin
durumunu, Türkiye dışında arayanların ve Türkiye nesnelliği
dışındaki nesnelliklerden Türkiye nesnelliği için sonuçlar
çıkartanlar sonuç itibariyle diyalektik yöntemi kavramayanlar
veya da bilinçli olarak reddedenlerdir. Bunu coğrafyamızdaki tipik
temsilcisi maoculardır.
Diyalektiğin
ikinci temel unsuru:
"2-
Şey, içinde bizzat çelişkili olandır...her görünümdeki
çelişkili güçler ve eğilimler"
(29).
"Zıtların
ayniyetinin...anlamı,
doğada (tinde ve toplumda da) bütün görünümlerin, olayların
birbirleriyle çelişen, birbirini dışlayan, birbirine zıt
eğilimlerin tanınmasıdır (keşfedilmesidir)...Gelişme, zıtların
mücadelesidir"
(30).
Lenin'in
bu anlayışını; diyalektiğin bu temel unsurunu toplumsal
gelişmeye uygularsak: bu durumda örneğin Türkiye'de, ekonomik ve
siyasi gelişmeyi bir bütün olarak
veya herhangi bir kesitini inceleyebiliriz.
Bu incelemeyi yaparken diyalektiğin bu temel unsurunda bilince
çıkartılması gereken, "içsel,
birbiriyle çelişen eğilimler" ve
"toplam olarak zıtların birliği"dir
(31).
Diyalektiğin
bu unsurunu yöntemde çıkış noktası olarak aldığımızda genel
olarak feodalizmin hakimiyetinden, genel olarak kapitalizmin
gelişmesinden, genel olarak siyasi ve ekonomik krizden, genel olarak
hakim sınıfların iktidar biçiminden, genel olarak köylülükten,
genel olarak işçi sınıfından, genel olarak sınıf
mücadelesinden bahsederek somut sonuçlara varamayız. Bu bizi, en
fazlasıyla genel anlayışlara götürür. Diyalektiğin bu unsurunu
yöntemde çıkış noktası olarak aldığımızda somut durumun
somut analizini yapmak zorunda kalırız. somut olanı, özgün olanı
tespit etmek zorunda kalırız. Diyalektiğin bu unsuru genel olarak
"kahrolsun" ve genel olarak "yaşasın"
anlayışının reddidir.
Diyalektiğin
üçüncü temel unsuru:
"3-
Analiz ve sentezin birleştirilmesi"
(32).
"Marksist-Leninist
teorinin gücü, partiye bir durumda kendini yönlendirme, kendi
etrafında gelişen olayların iç bağını anlama olayların
gidişatını, sadece nasıl ve nereye doğru geliştiğini değil,
bilakis gelecekte nasıl ve nereye doğru gelişmek zorunda olduğunu
da görme ve tanıma olanağı verir"
(33).
Düşünce
ve bilinç, maddi çevrenin (doğanın) yansımasıdır. Diyalektik
materyalizm, nesnel olanı, mevcut dünyayı, insan bilincinden,
duygularında, tecrübelerinden bağımsız olarak tanır;
reel/nesnel olarak var olan, birileri yok dediği veya göremediği
için yok olmaz.
Toplum
ve doğa, nesnel yasalara tabidir. Bu yasalar, ister farkında
olalım, isterse de olmayalım, insan bilincinden bağımsız olarak
vardırlar ve etkide bulunurlar. Tarihsel materyalizm, toplumsal
varoluşu, toplumsal bilinçten bağımsız olarak tanır. Yani
toplumsal olarak var olan, insanlar tarafından kavranmadığı için
yok olmuyor. Hangi gelişme aşamasında olursa olsun Türkiye'de
kapitalist üretim biçiminin hakimiyeti, Maocularımız bunu
kavramadıkları için yok olmuyor. "Kapitalist görüngülere"
inanmayın demekle Türkiye'de kapitalizmin hakim varlığı yok
olmuyor.
Olaylar,
gelişmeler, bütün yönleriyle neden ve sonuç yasasına göre
analiz edilmelidir. Olaylar, gelişmeler, yalıtık bir şekilde ele
alınamazlar, onlar birbirleriyle ilişki/bağlam içindedirler;
birbirlerini karşılıklı olarak etkilerler ve aynı zamanda,
birbirinden farklı özellikleri olan birlik/bütünlük
oluştururlar. Olayların/gelişmelerin gerçekten böyle oldukları
ancak ve ancak çok yönlü analizle öğrenilebilir/ortaya
çıkartılabilir (34).
Doğa
ve toplum, sonsuz bir hareket içindedir. Doğada ve toplumda,
onların her bir parçasında sürekli bir doğuş yeni oluşum ve
yok oluş söz konusudur. Hiçbir yerde -doğada ve toplumda- hiçbir
zaman durgunluk söz konusu olamaz. Marksizm-Leninizm; diyalektik ve
tarihsel materyalizm doğa ve toplumun bu özelliğinden hareket
eder.
Dogmatizm,
Marksizm-Leninizmin düşmanıdır. Onun doğma olarak kavranması ve
kullanılması; yani doğadaki ve toplumdaki gelişmelerin göz
önünde tutulmaması, yapılan tespitlerin, teorilerin ölü
tespitler ve teoriler olduğunu gösterir. Bu teori ve tespitlerin
pratikte, sınıf mücadelesinde beş paralık değerleri yoktur;
onlar işe yaramazlar ve tarihin çöplüğüne atılmalıdırlar.
Lenin
"Uzaktan
Mektuplar"ında
(1. Mektupta) şöyle der:
"Marksizm,
bizi, sınıflar ilişkisinin ve tarihin her anının somut
özelliklerinin en doğru, aslına en uygun ve nesnel olarak
doğrulanabilir, denetlenebilir bir hesabını yapmaya zorunlu kılar.
Biz Bolşevikler, bu kurala, bilimsel temellere dayanan bir siyaset
bakımından kesinkes zorunlu olan bu kurala her zaman bağlı kalmak
zorundayız.
Marks
ve Engels, ezbere öğrenilen ve yinelenen, olsa olsa tarihsel
sürecin her evresinin, somut iktisadi ve siyasi durumuyla zorunlu
olarak değişen genel hedefleri gösterebilen 'formüller'le haklı
olarak alay ederek, her zaman, bizim öğretimiz bir dogma değil,
ama bireylerin kılavuzudur' demişlerdir.
Öyleyse,
devrimci proletaryanın
partisinin, görevlerini ve hareket tarzını belirlemek için bugün
kılavuz sayması gereken kesin olarak sabit
olmuş nesnel olgular hangileridir?" (35).
Doğadaki
ve toplumdaki gelişme/değişme sürekli analiz edilmeli ve
sonuçları genelleştirilmelidir. Gelişme, süreçler 'tek
tek parçalarını
ayrılmak ve bu parçaların tamamı
toplanmalıdır'
-Lenin, diyalektiğin 7. Unsuru-(36) ). Bu, analiz ve sentezdir.
Analiz ve sentez, gelişmenin/olgunun/eylemin aynı seviyede ele
alınması anlamına gelmez. "Tamamının
toplamı" daha
üst bir aşamada gerçekleştirilen sentezdir.
Gelişmenin/değişimin diyalektiği (inkarın inkarı yasası)
sürekli basitten karmaşığa, aşağıdan yukarıya doğrudur.
"Analiz
ve sentezin birleştirilmesi"
ancak ve ancak yukarıda anlattığımız
yolun izlenmesiyle mümkün olabilir. Diyalektiğin bu unsurunun
önemi nedir? Bu sorunun en anlamlı cevabını Lenin'in "Uzaktan
Mektupları"ndan
aktardığımız anlayışta görüyoruz. Bu anlayışla; “analiz
ve sentezin birleştirilmesi” ile
kendi gerçekliğimizi karşılaştıralım. Coğrafyamızda bunu
kavrayan Marksist-Leninist komünistlerin dışında kalanlar ve
Marksizm-Leninizm adına konuşanlar sınıf mücadelesinde teori ve
pratiğin neresinde olduklarını göreceklerdir.
Stalin
ve Diyalektik Yöntem
"Diyalektik
ve Tarihsel Materyalizm Üzerine"
yazısında Stalin, Marksist
diyalektik yöntemin dört ana özelliğinden bahseder. 1- Olayların
ve süreçlerin birbirleriyle bağı, 2-Hareket ve değişim,
3-İleriye doğru gelişme, 4-Çelişkilerin ele alınışı.
Yukarıda
da gösterdiğimiz gibi Engels "Anti-Dühring"
yapıtında diyalektiğin üç temel yasasından/özelliğinden
bahseder ve bunları Hegel'den aldığını yazar. Stalin'in
diyalektik yöntemin dört özelliğinden, Engels'in üç
özelliğinden ve Lenin'in de toplam 16 özelliğinden (üç temel
unsurunu yukarıda belirtmiştik) bahsetmeleri bir çelişki
gibi gözükebilir. Ama ortada çelişkili bir durum yoktur. Lenin ve
Stalin, Marks ve Engels'in temellendirdikleri diyalektik yöntemi
sadece geliştirmişlerdir.
Stalin'in
dört temel özellikten bahsetmesi, O'nun bu yöntemi
geliştirmesinin, tam bir tanımlamasını yapmasının ifadesidir.
Stalin, görünümlerin genel bağının (1. ana özellik)
diyalektik yöntemin ayrı bir temel özelliği olarak ve Engels'in
"yadsımanın
yadsınması"na
verdiği önemi basitten karmaşığa doğru, aşağı seviyeden
yukarıya
doğru gelişme
olarak değerlendirmiştir. Dolayısıyla Stalin bu noktada
"yadsımanın
yadsınmasını" kavram
olarak kullanmamış, ama içeriğini diyalektik yöntemin başlı
başına bir ana özelliği (yukarıdaki 3. ara özellik) olarak
kabul etmiştir. Bu kısa açıklamadan sonra söz konusu dört
özelliğe bakalım.
Marksist
diyalektik yöntemin birinci ana özelliği
-
Olayların ve süreçlerin birbiriyle bağı
Bu
özellik hakkında Stalin, adı geçen yazısında şöyle der:
"Metafiziğin
aksine diyalektik, doğayı birbiriyle bağlantısız, birbirinden
kopuk ve bağımsız nesnelerin, olguların birbirine organik bir
şekilde bağlı, bağımlı ve birbirine belirlenmiş, bağlantılı
tam bir bütünü olarak görür.
Doğanın
herhangi bir alanında herhangi bir olgu kendisini kuşatan
koşullarda bağlantılı olarak değil de onlardan kopuk düşünülürse
bizim için anlamsız kalacağından,
diyalektik yöntem, eğer doğada kendi başına, onu çevreleyen
olgulardan ayrık ele alınırsa hiçbir olgunun anlaşılamayacağını
ileri sürer ve
tersine, herhangi bir olgu kendisini kuşatan olgularla kopmaz
bağları içinde, onu kuşatan olgular tarafından koşulları
belirlenmiş bir olgu olarak düşünülürse, anlaşılabilir ve
açıklanabilir"
(37).
Diyalektik
yöntemin bu temel özelliğini topluma uygulayalım: Her toplum
düzeni, somut tarihsel koşullar, üretici güçlerin gelişmesi
tarafından belirlenir. Önemli olan, üretimin yapıldığı
toplumsal ilişkiler ve bu ilişkilerin karakterinin tespitidir.
Marksist-leninistlerin görevi, tam da bu somut tarihsel koşulları,
üretici güçlerin gelişme durumunu, üretimin hangi toplumsal
ilişkiler sürecinde gerçekleştirildiğini araştırmak ve elde
edilen sonuçları mevcut toplumsal yapıyı değiştirmek için
kullanmaktır.
Diyalektiğin
bu temel özelliğini coğrafyamızdaki Maocular reddederler. Onlar,
emperyalizme bağımlılığı, gelişmenin göstergesi olarak
algıladıkları için Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik evrimsel
gelişmesini inkar eden anlayışlar savunurlar. Bu arkadaşlar
açısından toplam toplumsal reel üründe sanayi üretimini
belirleyici olması, ekonominin sanayi üretimine dayanması,
çalışabilir iş gücünün yaklaşık üçte birinin sanayide
istihdam edilmesi, kırsal alanda köylülüğün sayısal
katmanlarına parçalanmış olması hiç önemli değildir. Önemli
olan, ne anlama geldiği bilinmeyen ve Marksist teori ile
açıklanamayan "yarı-feodal üretim tarzı"nın
hakimiyetidir.
Marksist
diyalektik yöntemin ikinci ana özelliği
-Hareket
ve değişim
Bu
konuda Stalin, adı geçen yazısında şöyle der:
"Metafiziğin
aksine diyalektik, doğanın bir durağanlık ve hareketsizlik,
durgunluk ve değişmezlik durumu olmadığını; bir şeyin hep
yükseldiği ve geliştiği, bir şeyin de hep çözüldüğü ve
ölüme göçtüğü sürekli bir hareket ve değişim sürekli
yenilenme ve gelişim durumu olduğunu ileri sürer.
O
halde diyalektik yöntem, olguların sadece karşılıklı bağlantı
ve karşılıklı bağımlılık bakımından değil, aynı zamanda
hareketleri, değişmeleri, gelişmeleri, oluşmaları ve yokoluşları
bakımından da ele alınmalarını gerektirir.
Öncelikle
diyalektik yöntem, belli bir anda kalıcı görünen, ama şimdiden
ölmeye başlamış olanı değil, o an için kalıcı görünmese
bile yükselen ve gelişeni önemli sayar; çünkü diyalektik
yöntem, sadece yükseleni ve gelişeni yenilmez olarak görür"
(38).
Türkiye
toplumunu diyalektik yöntemin bu ana özelliğine göre
tanımlayalım.
Türkiye'de
Osmanlı döneminden bu yana "gelişen" ve '30'lu yılların
sonunda da iç pazarın oluşmasıyla hakim konuma gelen
kapitalizmdir. Geleceği olan da işçi sınıfıdır. Öyleyse
mevcut düzeni yıkacak, mevcut üretim/mülkiyet ilişkilerini param
parça edecek yegane güç işçi sınıfıdır. Türkiye'de
kapitalizm, demokratik devrimle geliştirilmesine gerek kalmayacak
derecede gelişmiştir. Yani yıkılması gereken bir sistemdir.
Türkiye'nin bu nesnel gerçekliğini Maocular reddediyorlar.
Onların anlayışına göre Türkiye'de "yarı-feodal üretim
tarzı" hakim olduğu için -nasıl bir üretim tarzıysa!-
kapitalizm, ulusal kapitalizm olarak, "gürbüz kapitalizm"
olarak geliştirilmelidir. Yani, "yarı-feodal üretim tarzı"nı
yıkmak için köylülük, geleceği olan bir sınıf konumundadır.
Ulusal kapitalizmi geliştirmek için burjuvazi, geleceği olan bir
sınıf konumundadır. Denecektir ki, Maocular siyasi olarak bizzat
yaşadıkları kapitalist/burjuva ilişkileri göremeyecek kadar kör
mü olmuşlar? Orasını bilmiyoruz. Ama gerçek olan şu ki,
diyalektik yöntemi kullanmayan, her şey olabilir, ama asla ve asla
Marksist-Leninist olamaz. Gözlerini siyasi olarak toplumsal harekete
ve değişime kapamış olanların değerlendirmesi sübjektivizmden
başka bir şey olamaz.
Marksist
diyalektik yöntemin üçüncü ana özelliği
-
İleriye doğru gelişme süreci
Stalin,
adı geçen yazısında soruna ilişkin şöyle der:
"Metafiziğin
aksine diyalektik, gelişim sürecini, nicel değişimlerin nitel
değişimlere yol açmadığı basit bir büyüme süreci olarak
değil, önemsiz ve farkedilemez nicel değişimlerden açık,
temelli değişimlere, nitel değişimlere geçen bir gelişme olarak
anlar; nitel değişimlerin yavaşça değil, hızla ve birdenbire
olduğu, bir durumdan diğerine bir sıçrama biçimini aldığı
bir gelişim, sıçramalar tesadüfen değil, farkedilemez ve yavaş
nicel değişimlerin birikiminin doğal sonucu olarak meydana
gelirler.
O
halde diyalektik yöntem, gelişim sürecinin dairevi bir hareket
olarak değil, önceden olup bitenin basit bir tekrarı olarak değil,
ileriye ve yukarıya doğru bir hareket, eskimiş bir nitelik
durumundan yeni bir nitelik durumuna geçiş, basitten karmaşığa,
alt düzeyden üst düzeye gelişim olarak anlaşılması gerektiğini
savunur" (39).
Burada
söz konusu olan "yadsımanın
yadsıması"dır.
Yukarıda bu yasayı, örnekleyerek açıklamıştık. Ama Maocuların
kavrayışsızlıklarını, metafizik yöntemlerini göstermek için
konu üzerinde biraz durmak gerekiyor.
Stalin,
"Anarşizm veya
Sosyalizm?"
yazısında şöyle der:
"Diyalektik
yöntem, yaşam, gerçekte nasılsa öyle ele alınmalıdır diyor.
Yaşam, sonsuz hareket içindedir. Dolayısıyla biz de yaşamı,
hareketi içinde, yok oluş ve oluşum içinde ele almalıyız.
Yaşam, nereye gidiyor ne ölüyor ve
yaşamda ne doğuyor ne
yok oluyor ve ne oluşturuluyor- bu sorular bizi özellikle
ilgilendirmelidir.
Bu
diyalektik yöntemin ilk vargısıdır.
Yaşamda
doğan ve günden güne büyüyen yenilmez, ileriye doğru
hareketinde durdurulamaz, onun zaferi kaçınılmazdır. Yani,
örneğin, yaşamda proletarya doğuyorsa ve günden güne büyüyorsa,
bugün her ne kadar zayıf ve sayıca az da olsa, nihayetinde
muzaffer olacaktır. Bunun tersi olarak, yaşamda ölüp giden ve
mezara giden kaçınılmaz olarak yenilecektir. Yani, örneğin,
burjuvazi ayakları altındaki zemini kaybediyorsa ve günden güne
geriye gidiyorsa, bugün her ne
kadar güçlü ve
sayıca çok olsa da, nihayetinde yenilenecektir ve mezara
gömülecektir. Bundan dolayı da bilinen diyalektik ilke; gerçek
olan, yani günden güne büyüyen her şey ussaldır.
Bu
diyalektik yöntemin ikinci vargısıdır"
(40).
Acaba
Türkiye toplumunda gelişen ve ölen nedir?
Maoculara
göre, ölen, mezara taşınması gereken, ama bugün hala güçlü
olan feodalizm ve feodal güçlerdir. Gelişen ise, pardon
geliştirilmesi gereken ise proletarya ve burjuvazidir. Onlar, 8
milyonluk proletaryayı görmüyorlar: Bugün güçlü olan ve mezara
gömülmesi gereken burjuvaziyi görmüyorlar.
Marksist
diyalektik yöntemin dördüncü ana özelliği
-
Çelişkilerin ele alınışı
"Diyalektik
ve Tarihsel Materyalizm Üzerine"
yazısında Stalin konuya ilişkin olarak şöyle der:
"Metafiziğin
aksine diyalektik, her doğal nesne ve olguda iç çelişkilerin var
olduğunu ileri sürer, çünkü hepsinin olumlu ve olumsuz yanları,
bir geçmişleri ve bir gelecekleri, göçüp giden
bir şeyleri
ve gelişen bir
şeyleri vardır.
Diyalektik, gelişim sürecinin içeriğini, nicel değişimlerin
nitel değişimlere dönüşümünün içeriğini bu karşıtların
mücadelesinin eski ile yeninin, ölmekte olanla doğmakta olanını,
yok olup gidenle gelişenin mücadelesinin oluşturduğunu ileri
sürer.
O
halde diyalektik yöntem, daha alt düzeyden daha üst düzeye
gelişim sürecinin, olguların uyumlu açılması olarak değil,
nesnelerin ve olguların içinde yerleşik çelişkilerin açığa
çıkması olarak, bu çelişkiler temelinde işleyen karşıt
eğilimlerin "mücadelesi" olarak gerçekleştiğini ileri
sürer" (41).
Çelişkilerin
nasıl ele alındığını Engels ve Lenin'in diyalektik üzerine
anlayışlarından hareketle açıklamıştık. Bizi burada
ilgilendiren, Stalin'in 'Marksist diyalektiğin dördüncü ana
özelliği ile neyi ifade ettiğinden ziyade Mao Zedung'un Stalin'e
iftirasıdır.
Mao,
27 Ocak 1957'de bir parti sekreterleri konferansında yaptığı
konuşmada şöyle der:
"Stalin'de
önemli ölçüde metafizik vardı ve birçok kişiye metafiziği
izlemelerini öğretti. Stalin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi
(Bolşevik) Kısa
Ders'de
Marksist diyalektiğin dört ana özelliğinin olduğunu söyler.
Stalin, birinci özellik olarak şeylerin birbirleriyle olan
ilişkilerini ele alırken, bundan, sanki şeyler nedensiz olarak
birbirleriyle ilişkiliymiş gibi söz eder. Peki o zaman, birbiriyle
ilişkili olan nedir? Birbiriyle ilişkili olan, bir
şeyin birbiriyle
çelişen iki yönüdür. Her
şeyin birbiriyle
çelişen iki yönü vardır. Diyalektiğin dördüncü özelliği
ile ilgili olarak
da bütün şeylerde var olan iç
çelişmeden söz eder,
ama sonra da, zıtların birliğinden hiç söz etmeksizin, sadece
zıtların mücadelesini ele alır. Diyalektiğin temel yasası olan
zıtların birliğine göre, hem birbirlerini karşılıklı olarak
dışarıda
bırakan, hem de birbirleriyle
ilişkili olan ve belli koşullarda birbirlerine dönüşen karşıtlar
arasında hem mücadele hem de birlik vardır.
Stalin'in
bakış açısı, Sovyetler Birliği'nde derlenen kısa Felsefe
Sözlüğü'nün dördüncü baskısındaki 'özdeşlik'
maddesine de
yansımıştır. Orada şöyle deniyor: 'Savaş ile barış,
burjuvazi ile proletarya, hayat ile ölüm ve buna benzer diğer
olgular arasında özdeşlik olamaz, çünkü bunlar temelden
birbirlerinin
karşıtıdırlar ve birbirlerini karşılıklı olarak dışarıda
bırakırlar'. Başka bir deyişle, birbirlerine temelden karşıt
olan bu olgular arasında Marksist anlamda özdeşlik yoktur; tersine
bunlar sadece birbirlerini karşılıklı olarak dışarıda
bırakırlar; birbirleriyle ilişkili değillerdir ve belli
koşullarda birbirlerine dönüşemezler. Bu yorum tamamen
yanlıştır...
Eğer
hayat ve ölüm birbirlerine dönüşmüyorsa, o zaman söyleyin
bakalım yaşayan şeyler nereden gelir? Başlangıçta yeryüzünde
sadece cansız maddeler vardı, yaşayan şeyler ise çok sonraları,
cansız maddeden, yani ölü maddeden dönüşerek ortaya çıktılar.
Bütün yaşayan şeyler bir değişim sürecinden geçerler: büyür,
ürer ve yok olurlar. Hayat sürdüğü sürede hayatla ölüm,
sürekli olarak birbirleriyle mücadele ederler ve sürekli olarak
birbirlerine dönüşürler.
Eğer
burjuvazi ile proletarya birbirlerine dönüşemezlerse, nasıl
oluyor da devrim yoluyla proletarya yöneten, burjuvazi ise yönetilen
duruma gelebiliyor?...
Stalin,
zıtların mücadelesiyle zıtların birliği arasındaki bağı
göremedi. Sovyetler Birliği'ndeki bazı insanlar o kadar metafizik
ve o kadar katı bir biçimde düşünmekteler ki, zıtların birliği
diye bir şey olduğunu kabul etmeyi reddederek bir şeyin sadece şu
veya
da bu olması gerektiğini düşünüyorlar. Dolayısıyla siyasi
hatalar yapıyorlar" (42).
Mao
Zedung'un, Lenin ve Stalin'in Sovyetler Birliği'ni, onların
Bolşevik partisini ve sosyalizmin nasıl inşa edildiğini
bilmediğini, tanımadığını söyleyemeyiz. Mao, güya bir noktada
Stalin'i eleştirmeye başlıyor, ama eleştirisini O'nun bütün
teorik ve pratik faaliyetini kapsayacak derecede genişletiyor. Mao,
Stalin'i bir metafizikçi olarak tanımlama gayreti içinde.
Mao
Zedung'un Stalin'e yönelik yukarıya aktardığımız anlayışı,
güya eleştirisi kuru bir iftiradır.
Mao
Zedung'un, Stalin'in "Anarşizm
veya Sosyalizm?"
yapıtını, bu diyalektik ve tarihsel materyalizm eserini
tanımadığını okumadığını söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz.
Ama Mao, buna rağmen böyle yazıyorsa, burada bir kasıt vardır.
"Dünyada
hiçbir şey ebedi değildir, her şey değişiyor, her şey
gelişiyor...diyalektiğe göre nicel değişimler, sonuçta...nitel
değişimlere neden olur"
(43), "yerküre,
önce kor
halinde bir ateş kütlesiydi,
sonda tedricen soğudu, daha sonra bitkiler ve hayvanlar oluştular"
(44). "Yaşamın,
kesintisiz büyümeden ve
gelişmeden ibaret
olduğu söyleniyor ve bu doğrudur; toplumsal yaşam,
değişmeyen ve katılaşmış bir
şey değildir. O,
hiçbir zaman aynı seviyede kalmaz. O, ebedi hareket içindedir,
sürekli yok olur ve oluşma içindedir. Marks, ebedi hareket, ebedi
yok olma ve doğma yaşamın özüdür diye boşuna söylememiştir.
Keza yaşamda sürekli yeni ve eski, büyüyen ve ölüp giden,
devrim ve gericilik vardır-sürekli bir
şeyler ölüm ve
aynı zamanda sürekli bir şeyler oluşum içindedir"
(45).
Bunlar,
Mao'nun güya eleştirisinin düpedüz bir iftira olduğunu göstermek
için birkaç anlayış.
Mao
Zedung, zıtların birliğini o denli seviyor ki, zıtların
mücadelesinden ziyade birliğini, ilerlemenin koşulu yapıyor. Ve
Stalin zıtların birliğini reddediyor diyor. Paki neden Zivonyev,
Kemenev, Troçki vb. derhal partiden atılmadılar da, uzun yıllar
parti içinde kalabildiler. Paki Sovyetler Birliği'nde sömürücü
sınıfların nihai olarak ortadan kaldırılmaları neden Ekim
Devriminden hemen sonra değil de, '30'lu yılların ilk yarısında
gerçekleşti vs. Bütün bunlar, çelişkilerin Stalin tarafından,
Bolşevik Partisi tarafından doğru olarak ele alındıklarını
göstermiyorlar mı? Gösteriyorlar. Öyleyse Mao Zedung'un zoru ne?
Çok basit; O, felsefi revizyonizmini, sınıf işbirliğini ve
uzlaşmasını gizlemek için doğruya, Stalin'e saldırıyor; Mao,
şöyle diyor:
"Biz,
zıtların birliği kavramına bağlıyız ve yüz çiçek açsın,
yüz düşünce birbiriyle yarışsın siyasetini benimsiyoruz. Güzel
kokulu çiçekler açarken, zehirli otların da kaçınılmaz olarak
yeşerdiğini
göreceksiniz. Bunda kokulacak bir
şey yoktur hatta
belli koşullarda onlar bile iyi bir şeye dönüştürebilir"
(46).
Stalin'den
istenen açık; neden "zıtların birliği kavramı"na
sadık kalarak sosyalizmin düşmanlarıyla; Rus burjuvazisiyle,
Kemanevlerle, Zinavyevlerle, Troçkilerle "yüz çiçek açsın,
yüz düşünce birbiriyle yarışsın siyasetini" benimsemedin
deniyor. Mao, Çin'de burjuvaziyle sosyalizmi kurmaya çalıştı.
Bunu zıtların birliği kavramına bağlıyız ilkesine göre yaptı.
Aradaki fark bu: Stalin, iki sistemin, iki sınıfın amansız
mücadelesinden yana ve bu mücadeleyi başarıyla sürdürmüş, Mao
Zedung, iki sistemin, iki sınıfın uzlaşmasından yana ve bunu da
başarıyla yapmış. Hangisi doğru?
Diyalektik
Yöntemin Marksist-Leninist Parti Açısından Önemi
Diyalektik
ve tarihsel materyalizm, Komünist partinin dünya görüşüdür. Bu
dünya görüşü, gerçeğin ele alınışında komünist partinin
taraflı olması gerektiğini öğretir. Bu dünya görüşü,
bilimin gelişmesi için, devrimci mücadele ve bu
mücadelenin/faaliyetin devrimci şekillendirilmesi için yegane
doğru felsefi temeli oluşturur.
"Diyalektik
ve tarihsel materyalim, Komünizmin teorik tabanını,
Marksist-leninist
partinin teorik temellerini oluşturur. Bu temellerin elde edilmesi
ve dolayısıyla özümlenmesi partimizin her aktif savaşçısının
görevidir" (47).
Materyalist
teorinin, tarihsel materyalizmin, Marksist diyalektiğin her ilkesi,
toplumun gelişme yasalarını öğretir ve toplumun devrimci altüst
oluşunun araç ve yolunu gösterir. Komünist partinin pratikteki
her adımı, her teorik açılımı, diyalektik materyalizm
tarafından aydınlatılır.
Marks,
Engels, Lenin ve Stalin'in devrimci diyalektiğinin pratik anlamı,
komünist partinin, politikasını, bilimsel taban üzerine
yükseltmesinin sağlamasıdır.
Marks,
Engels, Lenin ve Stalin'in diyalektik ve tarihsel materyalizm üzerine
yazıları; diyalektik yöntemi ele alışları komünist partinin
pratik ve teorik faaliyetinin ilkelerini göstermekteler. Partinin
strateji ve taktiği, ajitasyonu ve propagandası, günlük
faaliyeti; sendikal çalışması nasıl tespit edilmelidir ve nasıl
yürütülmelidir sorularına diyalektik ve tarihsel materyalist
çıkış noktası oluşturuyor, diyalektik yöntem yol gösteriyor.
Görünümlerin
karşılıklı koşullu oluşlarını ve birbirleriyle bağını ve
toplumsal yaşamın yasallı karakterini, yeni bir bütün olarak
doğada ve toplumda nesnel yasaların geçerliliğini pratik
faaliyetinde, teorik anlayışında çıkış nokta olarak kavramayan
bir partinin, komünist partisi olması olanak dışıdır. Nesnel
gerçekliği, görüneni ve etkileyeni görmemezlikten gelerek,
subjektifizmini, gönlünün istediğini, öyle görmek istediğini
gerçekliğin yerine koyarlar yenilmeye ve yok olmaya mahkumdurlar.
Örneğin, kapitalizmi, en iyi eleştiri adı altında bitmez
tükenmez bir kaos olarak göstermeyi devrimcilik sanar. Bunlar,
aslında, hitap ettikleri sınıfın mücadelesini çarpıtmaktan
başka hiçbir iş yapmıyorlar. Doğada, toplumda; kapitalizmde
hiçbir şey kaos değildir. Her bir gelişmenin kendine özgü
nesnel yasası vardır. Komünist parti, kapitalist düzeni eleştiren
bu yasaları kavramak ve gelişmeleri kaos olarak değil, bu
yasaların yansıması olarak açıklamak ve hitap ettiği sınıfı
mücadeleye sevk etmek zorundadır. Coğrafyamızda Emep’çiler,
Vatan’cılar, Partizan camiasından Maocular, Kızıl Bayrak’çılar,
kapitalizmi kaos olarak göstermenin bayraktarlığını yapıyorlar.
İnsanlık
tarihinde ilk defa Marksist
diyalektik, insan toplumunun gelişmesini, birbirini çözerek takip
eden formasyonlar olarak, bunun yasal bir süreç olarak görülmesi
olanağını vermiştir. Buna göre, insan toplumunun tarihsel olarak
ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist
toplum ve sosyalist/komünist toplum sürecini takip ederek gelişmesi
yasal bir süreçtir. Bu, toplumların gelişmesinin nesnel
yasallığıdır. Bu, materyalist tarih kavrayışıdır. Hal böyle
olmasına rağmen Marksizm-leninizm adına konuşarak bu diyalektik
anlayışı, materyalist tarih kavrayışını reddedenler de var.
Bunlar, partizan camiasından Maoculardır. Bu küçük burjuva
Maocular, materyalist tarih kavrayışının tespit ettiği beş
toplum formasyonuna (ilkel, köleci, feodal, kapitalist ve
sosyalist/komünist toplumlar) yenilerini eklemişlerdir:
"yarı-feodal
üretim tarzı", "kapitalist olmayan üretim tarzı",
"yarı-feodal yarı-kapitalist üretim tarzı", "halkın
üretim tarzı". Bu
toplum "formasyonları" bizim Maocuların, somutta da
"Partizan Sesi"nin görüşlerini savunanların Marksizme,
materyalist tarihe katkılarıdır. Demek ki, insanlık tarihi, öyle
Marks'ın, Engels'in, Lenin ve Stalin'in öğrettiği gibi beş
toplum formasyonu tanımıyor, Maocularımızın öğrettikleri gibi
sekiz veya (duruma göre) dokuz toplum formasyonu tanıyor.
Materyalist
tarih anlayışına göre insanlık tarihinin nesnel yasallığı ve
bu yasallığın tanınması/kavranması, komünist partinin
faaliyetinin temelini oluşturur. Bilimsel sosyalizm teorisi, yaşanan
düzenin niteliği, buna bağlı olarak devrim teorisi gerçeklere,
nesnelliğe dayanmak zorundadır.
Marksist
diyalektiğe göre eskinin ölmesi/yok olup gitmesi ve yeninin
büyümesi toplumun bir gelişme yasasıdır. Komünist parti, bu
yasayı kavramak zorundadır. Çünkü bu yasa partiye, geleceği
gösterir, politikasını, gelişen gerçeklikle uyumluluk içinde
inşa etmesini sağlar ve partiye yaşamda doğan ve gelişen her
ileri olan olgu için mücadeleye yönlendirir. Tam da bu konuda
Stalin'e kuru iftira atan Mao Zedung hiç
de böyle düşünmüyor.
O bu yasayı sözde tanımış, ama pratikte reddetmiştir. Yüz
çiçek açtırıp, yüz fikir yarıştıran Mao, Çin'de eskiyi
temsil eden güçlerle, burjuvaziyle sosyalizm kurmaya kalkışmadı
mı?
...
Var
olan olgu gelişiyor, değişiyor, ölüyor veya yenileniyor. Bundan
dolayı komünist parti, ufkunu, gerçekliği var olanı tespit
etmekle sınırlayamaz. Marksist diyalektik her görünümü her
olguyu geçmişiyle, mevcut haliyle göz önüne aldığı gibi
gelecekte nasıl olacağını da hesaba katmak zorundadır. Bu
nedenle komünist parti, Marksist diyalektik yöntemi gerçekten
kavrayan ve ona göre hareket eden parti olarak, yüzünü, sadece
geçmişe değil mevcut duruma ve geleceğe çevirmek zorundadır.
Ülkemizde Maocu küçük burjuvazi, geçmişi şimdiki durum ve
şimdiki durumu da gelecek olarak algılıyor. Onlar, geçmişin
temel sorunu olan feodalizme karşı mücadeleyi şimdiden temel
sorunu olarak, şimdinin temel sorunu olan kapitalizme karşı
mücadeleyi geleceğin temel sorunu olarak ele alıyorlar.
Komünist
parti, tarihsel gelişmenin seyrini önceden görme yeteneğine sahip
olan partidir. Coğrafyamızda Marksist-leninist komünistler bu
özelliğe sahipler.
Marksist
diyalektik insanları; proletarya ve emekçileri geleceği görme
yeteneği ile silahlandırıyor. Bu türden silahlanmayı örgütlü
bir biçimde gerçekleştiren komünist partidir. Proleter de olsa
geleceği göremeyen bir insan mücadeleye nasıl katılır, mevcut
düzeni yıkma ve yeni bir düzen kurma cüretini nasıl
gösterebilir. Bu durumda olan birisi ancak kendiliğindenci bir
mücadele, sendikal-reformist talepler için mücadele verebilir. Bu,
mevcut burjuva düzenin sınırlarını aşmayan bir mücadeledir.
İnsanlar,
yığınlar, bir bütün olarak proletarya ve emekçiler
geleceklerini kendi ellerine almak ve yeni yaşam uğruna mücadele
etmek için tarihsel/toplumsal gelişmenin nasıl olduğunu ve
neresinde olunduğunu bilmek zorundadırlar. Marksist diyalektik
yöntem, bu bilmenin; bilinçlenmenin kapısını açan yegane
anahtardır.
Bırakalım
gericileri, reformistler de metafizikçidirler. Onlar da toplumsal
gelişmenin nicel değişimlerle; reformlarla sağlanacağını
savunuyorlar ve bunun için mücadele ederler. Reformistler sınıf
mücadelesini, eski düzeni, dökülen alanlarında yamayarak
-reforme ederek- devam ettirmeye indirgemişlerdir. Emep ve ÖDP buna
tipik birer örnektirler. Marksist diyalektik, materyalist tarih
anlayışı reformizmin de panzehridir. Reformistler; devrimden,
öcüden korkar gibi korkarlar. Onların nicel değişiminin,
reformlarının karşısına Marksist diyalektik, toplumun nitel
değişimini, devrimi kor. Komünist parti, toplumsal gelişmedeki
nicelliği, nitel değişimin bir sorunu olarak algılar, yani
reformlar için mücadele devrim mücadelesinden ayrı ve bağımsız
olarak ele alınamaz.
Marksist
diyalektik teori ve yöntem olarak, komünist partisini, toplumsal
yaşamın nitel değişimi teorisiyle, kapitalist toplumun devrimci
altüst edilmesi teorisiyle; yani devrim teorisiyle silahlandırır.
Günümüz Türkiye'sinde bu devrimin adı antiemperyalist,
demokratik devrim ve sosyalist devrimdir.
Marksist
diyalektik, teori ve yöntem olarak, komünist partiyi pratik
faaliyetinde önemli yol gösterici ilkelerle silahlandırır. Bunlar
öyle ilkelerdir ki, kavranmaması durumunda ileriye doğru hareket
söz konusu olamaz: zıtların mücadelesi, eski ile yeni arasındaki,
yok olup gidenle yeni oluşan arasındaki çelişkilerin devrimci
çözümü.
Maoizm,
eklektizmdir, eklektizmde her zaman bir gericilik vardır. Bizim
Maocularımız hem küçük burjuva devrimcisidirler (bu onların
ilerici yönü) ve hem de gericidirler. Onlar eklektiktir: Onlar,
mevcut düzene karşı samimice mücadele ediyorlar. Bu, anti-faşist
anti-emperyalist devrimci mücadeledir. Ama onların kafaları
Türkiye'de yok olan ve yeni doğan konusunda oldukça karışık.
Esasen yok olmuş olanı ve bugün ancak tali olanı, yani
feodalizmi, şimdiki durumda esas olan, yok olup gidecek olan, eski
olan olarak kavrıyorlar ve buna karşı da yeni olanı -aslında
mevcut olanı- yani kapitalizmi, onların deyimiyle "gürbüz"
kapitalizmi geliştirmek istiyorlar. Maocular, Türkiye toplumunun
ilerlemesi için bu çelişkiyi çözmeye çalışıyorlar. Oysa bu,
evrimsel gelişme içinde çözülmüş bir çelişkidir. Maocuların
anladığı zıtların mücadelesi, çözülmüş çelişkinin
yeniden çözülmesi için mücadele anlamına geliyor ki bu, açıktan
sınıf uzlaşmasıdır, nesnel olarak kapitalizm için mücadeledir.
İşte bu noktada Maocularımız eklektiktirler, sınıf
uzlaşmacısıdırlar, gericidirler. Çünkü onlara yol gösteren
Marksist diyalektik ve materyalist tarih anlayışı değil, Mao'nun
gerici, eklektik, pragmatik, kofüçyüsçü felsefesidir.
Açık
gericilikten, her türden oportünizme kadar bütün güçler,
oluşumundan bu yana Marksist diyalektiğe, bu bilimsel teori ve
yönteme karşı mücadele etmişlerdir. Onlar, cepheden mücadelenin
yanı sıra, görünmeyen, dikkatlerden kaçan "düzeltme"
ve "geliştirme" girişimlerinde de bulunmuşlardır
(Oportünistler ve revizyonistler). Bunlardan birisi de Maoizmdir.
Marks,
"Kapital
I"in Almanca İkinci Baskıya Sonsöz"ünde şöyle der.
"Benim
diyalektik yöntemin, Hegelci yöntemden sadece farklı değil, onun
tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam süreci,
yani düşünme süreci -Hegel bunu 'fikir' adı altında bağımsız
bir özneye dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve
mimarı olup, gerçek dünya, sadece 'fikir'in dışsal ve görünsel
biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan
aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden
başka bir şey değildir...
Akla
uygun biçimiyle diyalektik, burjuvazi ile onun doktrinen sözcüleri
için bir rezalet ve iğrençliktir, çünkü şeylerin mevcut
bugünkü durumunu olumlu yanlarıyla kavrar, aynı zamanda da, bu
durumun yadsınmasını, onun kaçınılmaz çöküşünün
anlaşılmasını içerir; çünkü diyalektik, tarihsel olarak
gelişmiş olan her toplumsal biçimi akışan bir hareket içinde
görür ve bu yüzden, onun geçici niteliğini, onun anlık
varlığından daha az
olmamak üzere
hesaba katar; hiçbir
şeyin zorla kabul
ettirilmesine
izin vermez, özünde eleştirici ve devrimcidir" (48).
Burjuvazinin,
kapitalizmin ideologlarının diyalektiğe neden düşman olduklarını
bu anlayışta görüyoruz: burjuvazi, diyalektiğin eleştirel ve
devrimci özünü ve bunun kendi sınıfsal çıkarı/geleceği için
ne denli tehlikeli olduğunu görüyor/anlıyor.
Ataları
Bernstein'den başlayarak bütün revizyonistler ve oportünistler,
Marksist diyalektiğin özünü başkalaştırmak, onun
eleştirel-devrimci keskinliğini körleştirmek için her yola
başvurmuşlar, her kılıfa girmişler ve her türlü ihanet ve
alçaklığı yapmışlardır. Revizyonizmin babası Bernstein,
diyalektiği Marks'ın öğretisinde "ihanetçi" unsur
olarak görmüştür. Revizyonizm tehlikenin kaynağını biliyordu
ve onu yok edecek gücü olmadığı için eleştirel-devrimci
unsuru, "ihanetçi" unsura çevirdi!
Lenin,
"tarihin
diyalektiği öyledir ki, Marksizmin
teorik zaferi düşmanlarını Marksist
kılığa bürünmeye zorlamaktadır" (49)
diye yazıyordu. Öyle de oldu; en gerici liberalinden, troçkistine,
modern revizyonistinden maocusuna kadar Marksist
diyalektik karşısında, Marksist
öğretinin yenilmezliği karşısında dize gelenler, çareyi
Marksist
kılığına bürünmekte bulmuşlar ve bu yenilmez teoriyi, "iç"ten
çürütmeye, yozlaştırmaya yönelmişlerdir. Burjuvazinin
ideologları ve işçi sınıfının davasına ihanet edenler,
Marksist
felsefenin düşmanları, burjuva düzenin ebediliği, burjuva gerici
felsefenin üstünlüğü için mücadele etmişler ve revizyonist
blokun dağılmasından sonra da bu mücadeleyi koyu, azgın
antikomünist kampanyaya dönüştürerek sürdürmekteler. Demagoji
malum! Sosyalizm öldü, işçi sınıfı diye bir sınıf kalmadı,
Marksizm
yok oldu. Yok olanın, çökenin revizyonizm, bürokratik kapitalizm
olduğunu burjuvazinin ideologları ve modern revizyonistler pekala
biliyorlardı. Ama onlar bu çöküşü, Marksizmin
çöküşü olarak göstermek için her yola başvurdular.
Marks,
Engels Lenin ve Stalin, yaşadıkları dönem işçi sınıfı
hareketinin tarihi boyunca burjuva ve revizyonist ideolojiye karşı
çetin bir mücadele vermişler ve diyalektik ve tarihsel
materyalizmi geliştirmişlerdi. Onlar, bu teorik silahı burjuvazi
ve hainlere karşı tam anlamıyla kullanmışlar ve bu silahı,
pratik mücadelede daha da keskinleştirmişlerdi.
Marks
ve Engels, neredeyse yarım yüzyıl boyunca diyalektiği yöntem
olarak kullanarak ve diyalektik ve tarihsel materyalizme sarılarak,
küçük burjuva devrimcilerin, bu teorinin açık ve "dost"
görünen düşmanlarının saldırılarına karşı koymuşlar ve bu
mücadele içinde öğretilerini geliştirmişlerdir.
Engels,
Marksist
diyalektiğe karşı savaş açan Alman filozofu Dühring'e
"Anti-Dühring"
ile dersini vermiş, Lenin, devrimci diyalektiği popülistlere,
'legal Marksistlere',
ekonomistlere ve Menşeviklere karşı mücadele içinde geliştirmiş
ve Stalin de "Anarşizm
ve Sosyalizm?"
(1906-1907), "Diyalektik
ve Tarihsel
Materyalizm"
(1938); "Marksizm
ve Dil Biliminin
Sorunları"
(1952); "SSCB'nde
Sosyalizmin
Ekonomik Sorunları" (1951-52)
yapıtlarında dönemin acil teorik sorunlarına (anarşizm, sağ ve
sol sapmalara) açıklık getirerek Marksist
diyalektiği, diyalektik ve tarihsel materyalizmi geliştirmiştir.
Marks,
"Feuerbach Üzerine
Tezler"inde
"Filozoflar
dünyası sadece çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır, ama esas
olan, onu değiştirmektir" diyordu.
Bu dünyayı değiştirmenin silahı elimizde. Bu silah Marksist
diyalektiktir, materyalist tarih anlayışıdır, diyalektik ve
tarihsel materyalizmdir. Bu silah bilimsel teori ve yöntem olarak
elimizde. Bu silahın yardımıyla felsefe alanında, tarih alanında,
sınıf mücadelesinin sorunları vb. alanlarda biriken sorunlara
çözüm getirmek ve 21. yüzyılı kapitalizmin, idealist felsefenin
son yüzyılı yapmak için geleceğin sorunlarına çözümler
aramak bugünün komünistlerinin, uluslararası planda komünist,
Marksist-leninist
partilerin, coğrafyamızda da Marksist
Leninist
Komünist
partinin "olmazsa olmaz" görevlerinden ve
sorumluluklarından birisidir.
...
*
Aşağıdaki
makalelerin Post-Marksizmi anlamak için yardımcı olacağı
düşüncesindeyim.
1. makale:
15 Ağustos 2012
Çarşamba
POST-MARKSİZMİN
KAYNAĞI, YÖNTEMİ VE SAVLARI (Althusser'cilik Nedir, Ne Değildir)
(Sıkça sorulan sorular)
2.
makale:
25
Ağustos 2012 Cumartesi
ALTHUSSER
“ÜSTAT” SUS, SUS Kİ, “TEORİ VE POLİTİKA” KONUŞSUN!
3.
makale:
6 Eylül
2012 Perşembe
TP
DÜNYASINDA GEZİNTİ Post-Marksizmin, Post-Marksizme karşı
mücadelesi
4.
makale:
20
Eylül 2012 Perşembe
POST-MARKSİZM,
MARKSİZMİ SAVUNABİLİR Mİ?
5.
makale:
26
Eylül 2012 Çarşamba
İŞÇİ
SINIFI - “EZİLENLER” ve “ÇATALLAŞAN” MARKSİZM (I)
6.
makale:
17 Ekim
2012 Çarşamba
“ÇATALLAŞAN”
MARKSİZM - “ÇAKMA” MARKSİZM (II)
7.
makale:
29 Ekim
2012 Pazartesi
POST-MARKSİZM
- “EZİLENLERİN MARKSİZMİ” SINIFTAN KAÇIŞIN
TEORİLEŞTİRİLMESİ
8.
makale:
26
Kasım 2012 Pazartesi
BİR
DEMAGOGUN HEZEYANLARI - “EZİLENLERİN MARKSİZMİ” -
ANTİ-SINIFÇILIK
9.
makale:
17
Aralık 2012 Pazartesi
YOLUN
SONU (I)
10.
makale:
27
Aralık 2012 Perşembe
YOLUN
SONU (II)
11.
makale:
22 Ocak
2013 Salı
YOLUN
SONU (III)
*
Kaynaklar
1-Lenin;
C. 31, s. 154 (“Kommunismus”)
2-SBKP(B)
Kısa Tarihi; s. 131, Stalin’in yazdığı “Diyalektik ve
Tarihsel Materyalizm” bölümü. Alm.
3-Marks-Engels
Werke (MEW); C. 21. s. 275
4-Agk.,
s. 277/278
5-Lenin;
C. 14. s.47
6-
MEW; C. 20, s. 33
7-Agk.,
s. 55
8-MEW;
agk., s. 325 (“Doğanın Diyalektiği”)
9-MEW;
agy.
10-MEW;
agk., s. 355
11-MEW;
agk., s. 48 (“Anti-Dühring”)
12-MEW;
agk., s. 47/48
13-MEW;
agk., s. 20
14-MEW;
agk., s. 20/21
15-MEW;
agk., s. 22
16-Lenin;
C. 1. s. 158
17-MEW;
C. 20. s. 14
18-MEW;
agk., s. 12
19-MEW;
agk., s. 348
20-Agy.
21.
MEW; agk., s. 349
22-MEW;
agk., s. 61
23-MEW;
agk., s. 112
24-MEW;
agk., s. 583 (“Anti-Dühring” in hazırlık yazıları)
25-MEW;
agk., s. 113/113
26-MEW;
agk., s.131/132
27-MEW;
agk., s. 132
28-Lenin;
C. 38., s. 212
29-Lenin;
agy.
30-Lenin;
agk., s. 335/339
31-Lenin;
agk., s. 213
32-Lenin;
agk., s. 212
33-SBKP(B)
Kısa Tarihi; s. 441
34-Bkz.
Lenin; agk., s. 213 (Diyalektiğin 8. unsuru)
35-Lenin;
C. 24., s. 25
36-Lenin;
C. 38, s. 213
37-SBKP
(B)-Kısa Tarih; s. 133. (“Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm
Üzerine” bölümü)
38-Agy.
39-agk.,
s. 134
40-Stalin;
C. 1, s. 325/326
41-SBKP(B)...,
s. 136
42-Mao
Zedung; Seçilmiş Eserler, C. V, s. 315/316 (Alm.)
43-Stalin;
C. 1, s. 263 (“Anarşizm Veya Sosyalizm”)
44-Stalin;
agk., s. 271
45-Stalin;
agk., s. 325
46-Mao
Zedung; agk., s. 416/417
47-SBKP(B)
Kısa Tarih; s. 131
48-MEW;
C. 23, s. 27/28 (Kapital, C. I)
49-Lenin;
C. 18, s. 578 (“Die Historischen Schicksale der Lehre von Karl
Marx”)